Research Article
Narin Nasiroglu Imga, Yasemin Tutuncu, Mustafa Unal, Mazhar Muslum Tuna, Bercem Aycicek, Serhat Isik, Dilek Berker, Serdar Guler
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 220-227
ABSTRACT
Aim: An adrenal incidentaloma (AI) is an adrenal mass incidentally found on an imaging study that was not performed to diagnose an adrenal problem. Incidental hepatic and renal masses are often seen in abdominal imaging; however, for this research we aimed to determine the frequencies and kinds of hepatic and renal incidental masses in patients with AIs.
Material and Method: A retrospective evaluation of 381 AI patients (245 females and 136 males) and 285 control subjects (168 females and 117 males) was conducted. The adrenal masses were divided into two groups according to the Hounsfield unit (HU) scale (≤10 or >10) and classified as bilateral, right, or left sided. Hepatic or renal incidental masses and those with both were compared between AI patients and controls also; comparison was made within AI patients.
Results: The incidental renal mass frequency and both hepatic and renal incidental masses frequency were found to be higher in the AI group than in the controls. In those AI patients who had unilateral, bilateral, and left sided adrenal masses >10 HU, the frequencies of both hepatic and renal incidental masses were found to be greater than in the AI patients with masses ≤10 HU (p=0.001, 0.049, and 0.001, respectively).
Conclusion: In AI patients with adrenal masses >10 HU, due to the increased frequencies of both hepatic and renal incidental masses, physicians should evaluate these cases carefully. Additional large studies are needed to define the incidence and follow-up of AI patients with hepatic and renal incidentalomas.
Keywords: Adrenal incidentalomas, renal mass, liver mass
ÖZ
Amaç: Adrenal insidentaloma (AI) adrenal dışı bir problem nedeniyle yapılan görüntüleme yöntemleri sırasında tesadüfen saptanan adrenal beze ait kitlelerdir. Karaciğer ve renal kitleler rastlantısal olarak abdomene ait görüntülemelerde görülebilirler. Bu nedenle bu çalışmamızda AI hastalarında eş zamanlı görülebilen rastlantısal hepatik ve renal kitlelerin sıklığını ve çeşitlerini saptamayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Retrospektif olarak 381 AI hastası (245 kadın ve 136 erkek) ve 285 kontrol bireyin (168 kadın ve 117 erkek) değerlendirilmesi yapıldı. Adrenal kitleler Hounsfield unit (HU) ölçeğine (≤10 veya>10) göre iki gruba ayrıldı ayrıca bilateral, sağ ve sol taraf kitleleri olarak sınıflandırıldı. Karaciğer veya renal kitleleri ya da her ikisi birlikte olanlar, hasta ile kontroller arasında ve ayrıca AI hastalarında kendi içerisinde karşılaştırıldı.
Bulgular: Renal kitlesi olanların sıklığı ile birlikte hepatik ve renal kitlesi olanların sıklığı hasta grubunda kontrol grubuna göre daha yüksek bulundu. Hasta grubunda adrenal kitle >10 HU olanlarda tek taraflı, bilateral ve sol taraflı hepatik ve renal rastlantısal kitle sıklığı adrenal kitle ≤10 HU olan gruba göre daha yüksek saptandı (p = 0.001, 0.049 ve 0.001; sırasıyla).
Sonuç: Adrenal kitle > 10 HU olan AI hastalarında, hem hepatik hem de böbrek kitle sıklığının artması nedeniyle klinisyenler bu vakaları dikkatle değerlendirmelidir. İnsidental karaciğer ve renal kitlesi olan AI hastalarının görülme sıklığını belirlemek ve uzun dönem takipleri için geniş çalışmalara ihtiyaç vardır.
Keywords: Adrenal insidentaloma, böbrek kitlesi, karaciğer kitlesi
Research Article
Aynur Sahin, Olgun Asik, Ozgur Tatli, Yunus Karaca, Selim Demir, Ahmet Mentese, Suleyman Caner Karahan, Suleyman Turedi
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 228-233
ABSTRACT
Aim: To investigate the diagnostic value of the biochemical markers cyclophilin A (CYPA) and vascular adhesion protein-1 (VAP-1), associated with endothelial dysfunction, platelet adhesion, and arterial thrombus in pulmonary embolism (PE), in whose pathophysiology platelet activation and aggregation resulting from endothelial damage are known to be involved.
Material and Method: Serum CYPA and VAP-1 levels of 165 patients presenting to the emergency department with suspected acute PE and with presence of PE investigated at spiral computerized tomography angiography were measured in this prospective clinical study. These patients were assigned into two groups, PE (+) and PE (-), based on the computerized tomography results, and their CYPA and VAP-1 levels were then compared.
Results: Comparison of the two groups’ measurements revealed a significant difference in terms of VAP-1 levels (p=0.0001), but none for CYPA (p=0.381).
Conclusion: Diagnostic value was determined for serum VAP-1 levels in acute PE, but we couldn’t detect any diagnostic value for CYPA in patients with acute PE.
Keywords: Pulmonary embolism, VAP-1, cyclophilin A, VAP-1
ÖZ
Amaç: Bu çalışmanın amacı endotel hasarı sonucu trombosit aktivasyonu ve kümeleşmesinin patofizyolojisinde rol oynadığı bilinen pulmoner emboli (PE) hastalığında; endotel disfonksiyonu, platelet adezyonu ve arterial trombüs ile ilişkelendirilen siklofilin A (CYPA) ve vasküler adezyon protein- 1 (VAP-1) adlı biyokimyasal belirteçlerin tanısal değerini araştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Prospektif olarak yapılan bu klinik çalışmada acil servise akut PE şüphesi ile başvurarak çalışmaya alınan ve spiral bilgisayarlı tomografi anjiografi ile PE varlığı değerlendirilen 165 hastanın serum CYPA ve VAP-1 düzeyi ölçüldü. Bilgisayarlı tomografi sonuçlarına göre, PE (+) ve PE (-) olarak 2 gruba ayrılan bu hastaların ölçülen CYPA ve VAP-1 düzeyleri birbirleriyle karşılaştırıldı.
Bulgular: Her iki grup ölçümleri birbiriyle karşılaştırıldığında VAP-1 düzeyi bakımından gruplar arası fark istatistiksel anlamlı bulunurken (p=0.0001), CYPA düzeyinin bakımından bu fark istatistiksel olarak anlamlı değildi. (p=0.381).
Sonuç: Akut PE’de serum VAP-1 düzeyinin tanısal olarak kullanılabileceği tespit edilmiştir. Serum CYPA düzeyinin ise akut PE’de tanısal değeri bulunmamaktadır.
Keywords: Pulmoner emboli, siklofilin A, VAP-1
Research Article
Baris Eser, Ozlem Yayar, Mustafa Sahin, Unsal Savci, Basol Canbakan, Mehmet Deniz Ayli
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 234-239
ABSTRACT
Aim: BK virus (BKV) nephropathy is an important cause of allograft failure in renal transplant recipients that is linked to highly potent immunosuppressive therapy. The risk factors associated BKV viremia and BKV associated nephropathy (BKVN) and response to therapy were also evaluated in this study.
Material and Method: We retrospectively analyzed 107 renal transplant patients from cadaveric or living related donors between 2008 and 2014. After transplantation, we performed BKV polymerase chain reaction (PCR) assay screening for the presence of viremia in all patients. Peripheral blood samples were collected for screening monthly for first three months, after then every three months until the end of the first transplant year. BKV DNA copies were measured by real time PCR. Allograft biopsies were performed in the presence of clinical indication. All biopsies were analyzed according to Banff criteria and evaluated for the presence of BKVN.
Results: BK virus associated disease was totally detected in 14 patients (13,1%) (12 viremia/6 BKVN) of 107 patients. Demographic, clinical and laboratory findings of BKV-related patients (Group I, n: 14) and non-BKV related patients (Group II, n: 93) were compared. Serum creatinine levels were statistically significantly higher in patients with BKV related disease. Additionally, it was detected that older age and tacrolimus usage are important risk factors for developing BKVN (p< 0.05). In all cases with BKV associated diseases were managed by reducing immunosuppression and, we used oral 500 mg/day levofloxacin for 1 month for all patients. Additionally in three patients with persistent allograft dysfunction following BKVN, the mycophenolic acid was stopped and oral 40 mg/day leflunomide was subsequently started. Leflunomide therapy continued until the BKV viremia disappeared and graft function was improved in the patients
Conclusion: The use of tacrolimus for BKVN development is associated with a significantly higher risk than cyclosporine. Because BKVN leads to graft loss, renal transplant patients should be screened regularly for BKV replication. Nowadays, reduction of dose immunosuppression is the most common treatment approach. In addition, the use of leflunomide appears to be an additional treatment option.
Keywords: BK virus, renal transplantation, nephropathy
ÖZ
Amaç: BK virüs (BKV) nefropatisi, böbrek transplant alıcılarında allogreft başarısızlığının önemli bir nedeni olup, yüksek derecede potent olan immünsupresif tedaviye bağlıdır. Bu çalışmada BKV viremisi ve BKV ile ilişkili nefropati (BKVN) ile ilişkili risk faktörleri ve tedaviye yanıt da değerlendirildi.
Gereç ve Yöntem: 2008 ve 2014 yılları arasında kadavra kökenli veya canlı ilişkili vericilerden retrospektif olarak 107 renal transplant hastasını analiz ettik. Transplantasyondan sonra, tüm hastalarda vireminin varlığı için BKV polimeraz zincir reaksiyonu (PCR) taraması yaptık. Periferik kan numuneleri ilk üç ayda bir tarama için, daha sonra her üç ayda bir ilk nakil yılının sonuna kadar toplandı. BKV DNA kopyaları gerçek zamanlı PCR ile ölçüldü. Allogreft biyopsileri klinik endikasyona göre yapıldı. Tüm biyopsiler Banff kriterlerine göre analiz edildi ve BKVN varlığı açısından değerlendirildi.
Bulgular: Yüzyedi hastanın 14'ünde (% 13,1) (12 viremi/6 BKVN) BK virüsü ile ilişkili hastalık tespit edildi. BKV ilişkili hastalığı olan (Group I, n:14) ve olmayan hastalar (Group II, n:93) demografik, klinik ve laboratuvar bulgularına göre karşılaştırıldı. BKV ilişkili hastalığı olanlarda serum kreatinin düzeyleri istatistiksel anlamlı olarak daha yüksek bulundu. Ayrıca, yaşlılık ve takrolimus kullanımının BKVN gelişimi için önemli risk faktörleri olduğu saptandı (p <0.05). BKV ile ilişkili hastalığı olanlarda immunsüpresif tedavi dozu azaltıldı ve 1 ay boyunca oral 500 mg/gün levofloksasin kullanıldı. Bu hastalardan greft fonksiyon bozukluğu devam eden üç hastada mikofenolik asit tedavisi durduruldu ve oral 40 mg/gün leflunomid tedavisi eklendi. Leflunomid tedavisi BKV viremisi kaybolup greft fonksiyonu düzelene kadar devam edildi.
Sonuç: BKVN gelişiminde takrolimus kullanımı siklosporinden daha yüksek bir risk ile ilişkilidir. BKVN greft kaybına yol açtığından, BKV replikasyonu için böbrek nakli yapılan hastalar düzenli olarak taranmalıdır. Günümüzde immünsüpresyon dozunun azaltılması en sık görülen tedavi yaklaşımıdır. Ek olarak, leflunomid kullanımı ilave bir tedavi seçeneği gibi gözükmektedir.
Keywords: BK virüsü, renal transplantasyon, nefropati
Research Article
Abdulkerim Yıldız, Hacer Berna Afacan Öztürk, Murat Albayrak, Osman Şahin, Çiğdem Pala Öztürk, Senem Maral, Esra Sarıbacak Can, Gürsel Güneş, Harika Okutan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 240-246
ABSTRACT
Aim: The aim of this study is to share our experience on long-term outcomes by analysing the epidemiological, histomorphologic characteristics, treatment response rates and survival data of lymphoma patients in our center.
Material and Method: 228 patients admitted to our center between 2009-2017 and diagnosed with lymphoma were reviewed retrospectively based on the diagnostic subgroups indicated in the revision of the World Health Organization (WHO) classification of 2016. Demographic data and disease rates were analyzed to determine response rates, Overall and progression-free survival rates.
Results: During the 8-year study period, among 228 patients diagnosed with lymphoma, 190 patients were non-hodgkin's Lymphoma (NHL) and 38 patients were Hodgkin's lymphoma (HL). 135 patients were classified as aggressive NHL, 55 as indolent NHL and 38 as HL. Of the total 190 NHL cases, 178 (93.7%) were of B cell origin and 12 (6,3%) were of T cell origin. DBBHL (49.5%) was the most common subtype. The median follow-up time was 22.23 ± 20.74 months. Overall survival (OS) was 49.94 months and progression-free survival (PFS) was 49.54 months in aggressive NHL patients. OS in indolent NHL patients was found to be 63.78 months and PFS was 64.31 months. In HL patients, OS was 62.92 months and PFS was 62.92 months. Complete blood count parameters, ferritin and vitamin B12 levels have no effect on OS and PFS (p> 0.05).
Conclusion: Epidemiology, subtypes distribution, response rates and survival data of lymphoma patients in our centre, was found to be partially similar to the data of Turkey and developing countries. Complete blood count parameters did not appear to have any effect on survival rates. More studies are needed to find new developments and different prognostic markers that may have a positive impact on survival, especially in aggressive NHL patients.
Keywords: Lymphoma, epidemiology, survival
ÖZ
Amaç: Bu çalışmanın amacı, merkezimize başvuran lenfoma hastalarının epidemiyolojik, histomorfolojik özelliklerini, tedaviye yanıt oranlarını ve sağkalım verilerini inceleyerek, uzun vadeli sonuçlar hakkında deneyimimizi paylaşmaktır.
Gereç ve Yöntem: 2009-2017 yılları arasında merkezimize başvuran ve lenfoma tanısı konulan 228 hasta, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) sınıflamasının 2016 revizyonunda belirtilen tanı grupları baz alınarak retrospektif olarak incelendi. Demografik veriler ve hastalık verileri incelenerek yanıt oranları, genel ve hastalıksız sağkalım oranları hesaplandı.
Bulgular: 8 yıllık çalışma süresi boyunca 228 lenfoma tanısı alan hastadan 190 hasta non-Hodgkin lenfoma (NHL), 38 hasta Hodgkin lenfoma (HL) idi. 135 hasta agresif NHL, 55 hasta indolent NHL ve 38 hasta HL olarak gruplandırıldı. Toplam 190 NHL olgularının 178'i (%93,7) B hücre kaynaklı, 12'si (%6,3) T hücre kaynaklı idi. DBBHL (%49,5) en sık görülen alttip idi. Medyan takip süresi 22,23±20,74 ay olarak bulundu. Agresif NHL hastalarında genel sağkalım (OS) 49,94 ay, hastalıksız sağkalım (PFS) 49,54 ay olarak bulunmuştur. İndolen NHL hastalarında OS 63,78 ay, PFS 64,31 ay olarak bulunmuştur. HL hastalarında OS 62,92 ay, PFS 62,92 ay olarak bulunmuştur. Hastaların tanı anındaki tam kan sayımı parametrelerinin, ferritin ve vitamin B12 düzeylerinin sağkalım sürelerine etkisi olmadığı görülmüştür (p>0.05).
Sonuçlar: Merkezimizin lenfoma epidemiyolojisi, histopatolojik alt tip dağılımı, yanıt oranları ve sağkalım verilerinin, Türkiye ve gelişmekte olan ülke verilerine kısmen benzer olduğu görülmüştür. Tam kan sayımı parametrelerinin sağkalım üzerine etkisi olmadığı görülmüştür. Özellikle agresif NHL hastalarında sağkalım sürelerine olumlu etki sağlayabilecek yeni gelişmeler ve farklı prognostik belirteçler bulunması için daha fazla çalışmaya ihtiyaç duyulmaktadır.
Keywords: Lenfoma, epidemiyoloji, sağkalım
Research Article
Mustafa Şahin, Mehmet Kabalcı, Ünsal Savcı
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 247-251
ABSTRACT
Aim: The number of patients applying to the emergency service with acute chest pain complaint are rather high, however most of them are not diagnosed with acute coronary syndrome (ACS). Firstly non-cardiac causes should be excluded to be able to determine true cardiac patients. Troponins are structural proteins of the cardiac muscle, also sensitive and specific molecules of cardiac damage. In this study, we aimed to determine cut off value of Creatine kinase MB (CKMB) test for ACS diagnosis by using cardiac troponin T (cTnT) results and ROC analysis. We also evaluated the combined use of cardiac markers and clinical finding in acute myocardial infarction (AMI) patient management.
Material and Method: Laboratory and clinical data, including electrocardiography (ECG) and cardiac markers (cTnT, CKMB levels) of 390 patients applying to emergency service with acute chest pain were retrospectively collected and attempted to develop a strategy using these data. The cases (age: 58.65±13.29) were divided into two groups: first group AMI and second group non-ischemic injury. CKMB levels were measured by the immunoinhibition method in Dimension Xpand Plus (Dade Behring Inc, Newark, USA) chemistry autoanalyzer. The Cardiac T Quantitative Rapid Assay (Roche Diagnostics GmbH, Mannheim, Germany) was used for cTnT measurement.
Result: In our study, AMI was detected in 36 of 390 patients (9.2%). In prediction of AMI, the diagnostic specificity and diagnostic sensitivity of CKMB was 92% and 44% for 16 U/L; 86% and 50% for 12 U/L; 79% and 61% for 9 U/L, 63% and 69% for 6 U/L, respectively. The area under the curve for CKMB was 0.72 (SE: 0.055, p <0.001).
Conclusion: Although cTnT is the most important marker in early diagnosis of AMI in emergency department, CKMB levels are a reliable marker that should be used together to reduce both false negative and false positives.
Keywords: Acute coronary syndrome, cardiac troponin, creatine kinase MB, sensitivity, specificity
ÖZ
Amaç: Akut göğüs ağrısı şikâyeti ile acil servise başvuran hasta sayısı oldukça fazladır ancak bunların çoğu akut koroner sendrom (AKS) tanısı almaz. Gerçek kardiyak hastaları belirleyebilmek için ilk aşamada non-kardiyak nedenleri dışlamak gerekir. Troponinler, kalp kasının yapısal proteinleri olup kardiyak hasara duyarlı veözgün molekülleridir. Bu çalışmada AKS tanısı için Kreatin kinaz MB (CKMB) testinin kesme değerini kardiyak troponin T (cTnT) sonuçlarından ve ROC analizinden faydalanarak belirlemeyi amaçladık. Ayrıca akut miyokard infarktüsü (AMI) hasta yönetiminde kardiyak belirteçlerin ve klinik bilgilerin birlikte kullanımını değerlendirdik.
Gereç ve Yöntem: Akut göğüs ağrısı ileacil servise başvuran 390 hastanın elektrokardiyografi (EKG) ve kardiyak belirteçler (cTnT, CKMB seviyeleri) de dâhil olmak üzere laboratuvar ve klinik verileri retrospektif olarak toplandı ve bu veriler kullanılarak bir strateji geliştirmeye çalışıldı. Olgular (yaş:58.65 ± 13,29) iki gruba ayrıldı: birinci grup AMI ve ikinci grup iskemik hasar olmayanlardı. CKMB seviyeleri Dimension Xpand Plus (Dade Behring Inc, Newark, ABD) marka biyokimya otoanalizöründe immünoinhibisyon yöntemiyle ölçüldü. cTnT için Cardiac T Quantitative Rapid Assay (Roche Diagnostics GmbH, Mannheim, Almanya) hasta başı cihazı kullanıldı.
Bulgular: Çalışmamızda 390 hastanın 36'sında (% 9,2) AMI saptandı. AMI öngörmede CKMB'nin tanısal özgüllüğü ve tanısal duyarlılığı, 16 U/L düzeyi için %92 ve %44; 12 U/L düzeyi için %86 ve %50; 9 U/L düzeyi için %79 ve %61; 6 U/L düzeyi için%63 ve%69 olarak bulundu. CKMB için eğri altındaki alan 0,72 (SE:0,055, p<0,001) idi.
Sonuç: Acil serviste AMI erken teşhisinde her ne kadar cTnT en önemli marker olsa da CKMB düzeyleri de hem yalancı negatifliği hem de yalancı pozitifliği azaltmak için birlikte kullanılması gereken güvenilir bir markerdir.
Keywords: Akut koroner sendrom, kardiyak troponin, kreatin kinaz MB, duyarlılık, özgüllük
Research Article
Alaaddin Yorulmaz, Mehmet Yücel, Sadiye Sert
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 252-262
ABSTRACT
Aim: In this study, we aimed to investigate whether haematological parameters could be used in the early diagnosis of neonatal sepsis in neonates diagnosed with sepsis clinically.
Material and Method: This study was performed retrospectively from the patient records on 138 newborn infants who were diagnosed with neonatal sepsis and admitted to Konya Beyhekim State Hospital Children's Health and Diseases Clinic, Neonatal Intensive Care Unit, between January 2014 and January 2016. Gender, type of delivery (normal vaginal delivery, cesarean section), birth weight, body weight at hospital admission, age at hospital admission, gestational age, duration of hospitalization, accompanying complaints/symptoms, risk factors in the baby and mother were recorded from patient record files. Patients with proven sepsis with positive blood culture results, and who were diagnosed with sepsis clinically without blood culture positivity were included in the study group.
Results: It was determined that 138 (19.43%) newborn infants of the 710 admitted to our unit were diagnosed with neonatal sepsis diagnosis. Of these patients, 82 (59.4%) were male and 56 (40.6%) were female. Male to female ratio was 1.46. While 127 patients were diagnosed with clinical sepsis, 11 (7.97%) of them were haemoculture-proven. The mean birth weights of the patients were 3082,14 ± 423,90 g and 12 (8,69%) patients were below 2500 g. The average body weight of hospitalized patients was 3042,36 ± 422,09 g.
Conclusion: This study once again revealed that haematological parameters are still very valuable in the early diagnosis of newborn infants diagnosed with sepsis.
Keywords: Newborn, sepsis, haematological parameters
ÖZ
Amaç: Bu çalışmada klinik olarak sepsis tanısı konulan yenidoğanlarda, hematolojik parametrelerin yenidoğan sepsisinin erken tanısında kullanılıp kullanılamayacağını araştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışma; Ocak 2014-Ocak 2016 tarihleri arasında Konya Beyhekim Devlet Hastanesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Kliniği, Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi’ne yenidoğan sepsisi ön tanısı yatırılmış olan 138 yenidoğan bebek üzerinde hasta kayıtlarından geriye dönük olarak yapıldı. Hasta dosyasından; cinsiyet, doğum şekli (normal vajinal doğum, sezaryen), doğum tartısı, hastaneye yatış tartısı, hastanın kaçıncı gün yatırıldığı, gestasyon yaşı, yattığı gün sayısı, eşlik eden diğer yakınmalar, bebekte ve annede risk etmenler kaydedildi. Kan kültürlerinde üreme olup kanıtlanmış sepsisli hastalar ve kan kültürlerinde üreme olmayan ancak klinik sepsis tanısı konan hastalar çalışma grubuna alındı.
Bulgular: Ünitemize yatırılan 710 yenidoğan bebekten 138’inin (%19,43) neonatal sepsis tanısı ile tedavi aldığı saptandı. Bu hastaların 82’si (%59,4) erkek, 56’sı (%40,6) kız idi. E/K oranı 1,46 idi. 127 hastada klinik sepsis tanısı konulurken hastaların 11’i (%7,97) hemokültür ile kanıtlanmış sepsis idi. Hastaların ortalama doğum ağırlıkları 3082,14±423,90 gr olup, 12 (%8,69) hasta 2500 gramın altında idi. Yatışta vücut ağırlıkları ortalama 3042,36±422,09 gr idi.
Sonuç: Bu çalışma klinik olarak sepsis tanısı konulan yenidoğanlarda, hematolojik parametrelerin yenidoğan sepsisinin erken tanısında halen çok kıymetli olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur.
Keywords: Yenidoğan, Sepsis, hematolojik parametreler
Research Article
Ercan Şahin, Mahmut Kalem, Murat Songür, Baver Acar, Hakan Kocaoğlu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 263-267
ABSTRACT
Aim: In this study, we aimed to compare the results of cemented and uncemented hemiarthroplasty results in elderly
patients for the treatment of comminuted proximal humerus fractures.
Material and Method: Between 2008 and 2014, patients who underwent hemiarthroplasty due to comminuted
proximal humerus fracture were retrospectively investigated using the data system of two university hospitals.
Patients who were followed for at least 2 years were included. Demographic information of the patients, fracture
type, functional results at final follow-up, visual analog scale score and satisfaction status, radiological results, mean
follow-up time and complications were noted.
Results: A total of 22 patients (12 males, 10 females) (mean age: 76.4 years, range: 67-88)(8 cemented
hemiarthroplasty, 14 uncemented hemiarthroplasty) were included. The mean follow-up time was 38 months.
Although the mean forward elevation, external rotation and internal rotation were better in patients who underwent
uncemented hemiarthroplasty, no significant difference was found between the two groups. The mean visual analog
scale score in uncemented hemiarthroplasty group was 0.87 ± 1.12, whereas the mean visual analog scale score in
cemented group was 1.28 ± 0.91 and no significant difference was found (p = 0.33). At radiologic evaluation, no
significant difference was found. Periprosthetic fracture was seen in 1 patient of both groups. We have seen 1 shoulder
stiffness in uncemented group and 1 deep tissue infection in cemented hemiarthroplasty group.
Conclusion: The functional and radiological results of our cemented and uncemented HA patients were similar for
the treatment of comminuted proximal humerus fractures in at least 2 years follow-up.
Keywords: Proximal humerus fracture, hemiarthroplasty, cemented, shoulder
ÖZ
Amaç: Bu çalışmamızda parçalı proksimal humerus kırığı sonrasında hemiartroplasti yapılan ileri yaş hastalarda
çimentolu ve çimentosuz uygulamalarımızın sonuçlarını karşılaştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: 2008 ile 2014 yılları arasında, parçalı proksimal humerus kırığı nedeniyle hemiartroplasti yapılan
hastalar iki üniversite hastanesinin bilgi sistemi kullanılarak retrospektif olarak araştırıldı ve en az 2 yıllık takibi olan
hastalar çalışmaya alındı. Son takiplerinde muayene bilgileri olmayan, telefon ile ulaşılamayan ve patolojik veya
açık kırığı olan hastalar değerlendirmeye alınmadı. Hastaların demografik bilgileri, kırık tipi, son takipte fonksiyonel
sonuç, son takipte vizüel analog skala skoru ve ameliyatından memnuniyeti, son takipte radyolojik değerlendirme,
ortalama takip süresi ve komplikasyonlar çimentolu ile çimentosuz uygulamalarda karşılaştırılarak not edildi.
Bulgular: Çalışmamızın kriterlerini karşılayan toplam 22 hasta (12 erkek, 10 kadın)(ortalama yaş: 76,4 yıl, aralık: 67-
88) çalışmaya dahil edildi. 8 hastada çimentosuz, 14 hastada ise çimentolu hemiartroplasti yapılmış ve ortalama takip
süresi 38 ay idi. Ortalama öne elevasyon, eksternal rotasyon ve internal rotasyon derecesi çimentosuz hemiartroplasti
yapılan hastalarda daha iyi olmakla beraber her iki grup arasında fonksiyonel açıdan anlamlı fark bulunamadı. Yine
çimentosuz hemiartroplasti gurubunda ortama vizüel analog skala skoru 0,87±1,12 iken çimentolu grupta ortalama
vizüel analog skala skoru 1,28±0,91 idi ve anlamlı bir fark bulunamadı (p=0,33). Radyolojik değerlendirmede
gruplar arasında anlamlı fark yoktu. Çimentolu ve çimentosuz hemiartroplasti yapılan hasta gruplarında 1’er hastada
periprostetik kırık görülürken, çimentosuz grubunda 1 hastanın omuzunda sıkılık, çimentolu grubunda ise yine 1
hastada derin doku enfeksiyonu saptandı.
Sonuç: Proksimal humerus kırığı sonrası hemiartroplasti yapılan hastalarımızda çimentolu ve çimentosuz
uygulamalarımızın fonksiyonel ve radyolojik sonuçları en az 2 yıllık takiplerinde benzer olarak bulunmuştur.
Keywords: Proksimal humerus kırığı, hemiartroplasti, çimento, omuz
Research Article
Nurullah Çelik, Emine Çamtosun, İsmail Dündar
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 268-273
ABSTRACT
Aim: To investigate hematological parameters in cases with non-obese premature adrenarche (PA) and to evaluate the correlations between this parameters and androgen levels
Material and Method: The study was a case-control study and the files of the patients was analysed retrospectively. Forty-four children with PA aged 6-9 years and their age and sex matched healthy controls (n=45) were included for the study. Hematological parameters between groups were compared and the correlations between this parameters and androgen levels were evaluated.
Results: The mean ages of the case (7.61±1) and control (7.42±0.9) groups were similar (p>0.05). When we compared between case and control groups, mean erythrocyte count (5.07±0.22, 4.87±0.31; p<0.05), hemoglobin (Hgb) levels (13.77±0.79, 12.89±0.84; p<0.05), mean corpuscular volume (81.83±3.73, 79.99±3.74; p<0.05) and red cell distribution wide (12.71±1.80, 13.56±0.66; p<0.05) were different. On the other hand, dehydroepiandrosterone sulfate level was positively correlated with Hgb levels (r=0.27; p=0.03).
Conclusion: Higher Hgb and erythrocyte levels in cases with PA may be partially explained with increased early and accelerated function in the androgen biosynthetic steps in this patients. Larger comprehensive studies with an increased number of cases in each group are needed to explore the alterations. early and accelerated function in the androgen biosynthetic steps.
Keywords: Premature adrenarche, erythrocyte, hemoglobin, dehydroepiandrosterone sulfate
ÖZ
Amaç: Obez olmayan prematür adrenarşlı olgularda hematolojik parametreleri değerlendirmek ve bu parametrelerin androjenlerle olan korelasyonlarını göstermektir.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışma bir vaka kontrol çalışması olup hasta dosyaları retrospektif olarak araştırıldı. PA tanılı 6-9 yaş arası prepubertal 44 çocuk ile herhangi bir sistemik hastalığı olmayan yaş ve cinsiyetleri benzer 45 çocuk çalışmaya dahil edildi. Gruplar arası hemogram parametreleri karşılaştırıldı, androjen düzeyleri ile olan korelasyonları değerlendirildi.
Bulgular: Vaka grubunda yaş ortalaması 7,61±1 yıl iken kontrol grubunda 7,42±0,9 idi, (p>0,05). Vaka ve kontrol grubu karşılaştırıldığında eritrosit sayıları (5,07±0,22, 4,87±0,31; p<0,05), Hemoglobin düzeyleri (Hgb) (13,77±0,79, 12,89±0,84; p<0,05), ortalama eritrosit hacmi (81,83±3,73, 79,99±3,74; p<0,05) ve eritrosit dağılım aralığı (12,71±1,80, 13,56±0,66; p<0,05) farklı idi. Ayrıca dehidroepiandrosteron-sülfat düzeyi ile Hgb düzeyi arasında pozitif bir korelasyon vardı (r=0,27; p=0,03).
Sonuç: Prematür adrenarşlı olgularda daha yüksek Hgb ve eritrosit düzeyleri bu olgularda görülen androjen biyosentez basamaklarında erken hızlanmış fonksiyonel aktivite ile ilişkili olabilir. Bu konuda daha geniş vaka serili çalışmalara ihtiyaç vardır.
Keywords: Prematür adrenarş, hemoglobin, eritrosit, dehidroepiandrosteron sülfat
Research Article
Hatice Akkaya, Rahime Bedir Fındık, Eyüp Gökhan Turmuş, Yasemin Taşçı, Esra Yaşar Çelik, Salim Erkaya
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 274-278
ABSTRACT
Aim: To determine any possible relationship between fetal distress signs on electronic fetal monitoring and birth outcomes, in case of meconium stained amniotic fluid.
Material and Method: This retrospective cohort study included 107 pregnant women at the gestational age of 35-42 weeks, who were admitted to the labor room with signs of active labor process and meconium stained amniotic fluid leakage, between June and September 2016.
Results: There were no statistically significant difference between the groups in terms of gestational week at birth, gender of baby, birth length and weight, mode of delivery, and low 5th minute APGAR score (≤5). However, low 1st minute APGAR score (≤5) values, emergency cesarean delivery and neonatal intensive care unit admission were significantly higher in the fetal distress group (p=0.037, p<0.0001, p = 0.002, respectively).
Conclusion: Active labor management and induction of labor can be implemented with closely electronic fetal monitoring in the presence of meconium. However, the presence of stress findings should be taken into account. Cases with fetal distress findings are associated with increased poor perinatal outcomes in relation to chronic stress. Moreover, to choose cesarean section as the mode of delivery did not seem to improve perinatal outcomes.
Keywords: Apgar score, fetal distress, meconium stained amniotic fluid, thick meconium, perinatal outcome
ÖZ
Amaç: Koyu mekonyum varlığında elektronik fetal monitorizasyonda fetal sıkıntı olup olmama durumuna göre travay özellikleri ile doğum sonuçları arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: Bu retrospektif çalışmada, tersiyer bir merkezde Haziran-Eylül 2016 tarihlerinde 35-42 hafta arası sancılı gebelik endikasyonuyla doğum salonuna yatırılan ve koyu mekonyumlu amniyon sıvısı saptanan 107 gebenin klinik özellikleri ve doğum sonuçları değerlendirildi.
Bulgular: İstatistiksel olarak doğumun gerçekleştiği gebelik haftası, yenidoğan cinsiyet, boy ve kilo, doğum şekilleri, düşük 5. dakika APGAR skoru(≤ 5) değerleri açısından gruplar arasında anlamlı farklılık yoktu. Ancak düşük 1. dakika APGAR skoru (≤ 5) değerleri, acil şartlarda sezaryen olma ve yenidoğan yoğun bakım kabulü fetal distres grubunda anlamlı olarak daha fazlaydı(p değerleri verilen sırası ile p=0.037, p <0.0001, p=0.002).
Sonuç: Mekonyum varlığında elektronik fetal monitorizasyonla yakın takiple aktif travay yönetimi ve doğum indüksiyonu denenebilir. Ancak stres bulguları varlığında dikkatli olunmalıdır. Bu olgular kronik stresle ilişkili olarak artmış kötü perinatal sonuçlarla birliktedir. Artmış sezaryen oranları fetal sonuçların düzelmesinde yeterli olmamıştır.
Keywords: Apgar skoru, fetal sıkıntı, koyu mekonyum, mekonyumla boyalı amnion sıvısı, doğum sonuçları
Research Article
Selma Karaahmetoğlu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 279-283
ABSTRACT
Aim: Histamine is a common anhydrous substance in the organism. Histamine responses of the cells were found in the cytoplasm of H1 and it is provided by H2 receptors. In the IBU study, it was aimed to investigate the effect of drug-blocking of histamine receptors commonly found in organism on blood gas, which is maintained in a very narrow range with kidney lung and hemoglobin.
Material and Method: Between 1988-1989, 25 female and 20 male patients who were hospitalized in Ankara Numune Hospital 1st Internal Medicine Clinic were included in this study. H1 and peptic ulcer patients received H2 receptor antagonists intravenously at the usual treatment dose and blood gas samples were taken before and 1 hour after administration. Blood gas evaluation was performed in the control group at 1 hour interval without drug administration.
Result: The change of pH, pO2, HCO3, BEB, BEcf of H1 receptor antagonists was statistically insignificant (p>0.05) while pCO2 value was statistically significant (36.01+4.023 before treatment, 34.42+3.72 p<0.05 after treatment). H2 receptor antagonist administration showed statistically insignificant change in pCO2 and pO2 levels but statistically significant increase in pH (<0.05), HCO3 (p<0.001), BEB (p<0.01) and BEcf (p<0.01).
Conclusion: Histamine receptor antagonist drugs may cause changes to the blood gas parameters that are not pathological depending on the receptors to which they are antagonized. However, there is a need for more extensive work to comment on whether or not they will cause serious problems in clinical situations that cause change in blood gas.
Keywords: H1 and H2 receptor antagonist, blood gas, effect
ÖZ
Amaç: Histamin organizmada yaygın olarak bulunan bir amindir. Hücrelerin histamine yanıtları sitoplazmada bulunan H1 ve H2 reseptörleri ile sağlanır. Bu çalışmada organizmada yaygın olarak bulunan histamin reseptörlerinin ilaçlarla bloke edilmesinin böbrek akciğer ve hemoglobin aracılığı ile çok dar aralıkta dengede tutulan kan gazı üzerine etkisinin araştırılması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışma 1988-1989 yılları arasında Ankara Numune Hastanesi 1. Dahiliye Kliniği’ne yatarak tedavi gören 25 peptik ülser, 10 alerji, 10 kan gazını etkilemeyen farklı hastalık nedeniyle yatan 25 kadın 20 erkek olgu alındı. Alerji nedeniyle yatan hastalara H1 ve peptik ülser hastalarına H2 reseptör antagonistleri olağan tedavi dozunda intravenöz uygulandı. Uygulamadan önce ve uygulamadan 1 saat sonra kan gazı örnekleri alınarak değerlendirme yapıldı. Kontrol grubuna ilaç verilmeksizin 1 saat ara ile kan gazı değerlendirmesi yapıldı.
Bulgular: H1 reseptör antagonistlerinin pH, pO2, HCO3, BEB, BEcf değişimi istatistiksel olarak anlamsız bulunurken (p>0.05), pCO2 değerinde ise istatisksel olarak anlamlı düşme (ilaç öncesi 36,01+4,023; ilaç sonrası ortalama pCO2 34,42+3,72 p<0.05) saptandı. H2 reseptör antagonisti uygulamasında ise pCO2 ve pO2 değişiminde istatistiksel olarak anlamlı değişiklik bulunmazken, pH (<0.05), HCO3 (p<0.001), BEB (p<0.01) ve BEecf (p<0.01) değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı artma bulundu
Sonuç: Histamin reseptör antagonisti ilaçlar kan gazı parametrelerinde antagonize ettikleri reseptörlere bağlı olarak patolojik sınırlarda olmayan değişimlere neden olabilirler. Ancak kan gazında değişime neden olan klinik durumlarda ciddi problem yaratıp yaratmayacakları hakkında yorum yapabilmek için daha kapsamlı çalışmalara gereksinim vardır.
Keywords: H1 ve H2 reseptör antagonisti, kan gazı, etki
Research Article
Yeşim Güzey Aras, Belma Doğan Güngen
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 284-288
ABSTRACT
Aim: Guillain-Barré syndrome (GBS) is a disease that occurs with in the inflammatory demyelinating polyradiculoneuropathies of the common flaccid paralysis that can begin in the acute or subacute stage. The aim of this study was to investigate the relationship between seasonal distribution of GBS in our own patient group, the relationship between seasonal GBS subtypes and seasonal prognosis.
Material and Method: This study retrospectively reviewed the files of adult patients who were diagnosed as GBSdiagnosed according to Asbury diagnostic criteria in our clinic between 2007 and 2017. Age, sex, past infections, seasonal distribution, clinical subtypes, hospitalization times, Hughes Functional Scale HFRS), intensive care needs, intubation, and mortality were recorded.
Results: Sixty-three patients were included in the study. The patients were 35 males and 28 females. The mean age was 51.4 ± 18.2 in males and 47.07 ± 18.9 in females. In 37 (58.7%) of AIDP patients, 8 (12.7%) in AMAN patients, 6 (9.5%) in AMSAN patients and 5 (7.9%) in Miller-Fisher syndrome patients were found to be indent. Before the onset of GBS symptoms, there were 30 (47.6%) Upper respiratory tract infection patients, 15 (23.8%) indent GIS infections, and 1 (1.6%) indent vaccination history at 2-4 weeks. When the seasonal distribution was examined, 13 (20.6%) of the patients were in the winter, 21 (33.3%) were in the spring, 19 (30.2%) were in the summer and 10 (15.9%) were in the autumn. Given the relationship between seasonal distribution and clinical subtypes, no seasonal difference was found in AIDP form, where asaxonal forms appeared more frequently in spring and summer than in other seasons. When the first application to the hospital and the seasonal distribution with HFRS were taken, the lowest HFRS was determined in the spring.
Conclusion: In our study, axonal form in GBS patients was more frequent in spring and summer seasons. In addition, those who are seen in the spring are better be haved and the treatment is worse in the winter months while the treatment is better. We think that the relationship between seasonal distributions of patients should be evaluated with higher number of studies.
Keywords: Season, Guillain-Barré syndrome, prognozis
ÖZ
Amaç: Guillain–Barré sendromu (GBS) akut yada subakut başlayabilen genellikle ilerleyici flask paralizi ile seyreden inflamatuvar demyelinizan poliradikülonöropatiler içerisinde yer alan bir hastalıktır. Bu çalışmanın amacı kendi hasta grubumuzda GBS'nin mevsimlere göre dağılımını, mevsimle GBS alt tipleri arasındaki ilişkiyi ve mevsimle prognoz arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada 2007-2017 yılları arasında kliniğimizde yatarak tedavi görmüş Asbury tanı kriterlerine göre kesin GBS tanısı almış erişkin hastaların dosyaları retrospektif olarak tarandı. Hastaların yaş, cinsiyet, geçirilmiş enfeksiyonlar, mevsimlere göre dağılımı, klinik alt tipleri , hastanede kalış süreleri, Hughes Fonksiyonel Ölçeği Skoru (HFÖS), yoğun bakım ihtiyaçları, entübasyon , mortalite durumları kaydedildi.
Bulgular: Çalışmaya 63 hasta alındı. Hastaların 35'i erkek, 28'i kadındı. Yaş ortalaması erkeklerde 51,4±18,2, kadınlarda 47,07±18,9 idi. AIDP hastaların 37 (%58,7)'sinde, AMAN hastaların 8 (%12,7)'inde, AMSAN hastaların 6 (%9,5)'sında, Miller-Fisher sendromu hastaların 5 (%7,9)'inde görüldü. GBS semptomları başlamadan önceki 2-4 haftada hastaların 30 (%47,6)'unda ÜSYE, 15 (%2,8)'inde GİS enfeksiyonu, 1 (%1,6)'inde aşı öyküsü vardı. Mevsimsel dağılıma bakıldığında hastaların 13 (%20,6)'ü kış mevsiminde, 21 (%33,3)'i ilkbaharda, 19 (%30,2)'u yaz mevsiminde, 10 (%15,9)'u sonbaharda idi. Mevsimsel dağılım ile klinik alt tipler arasındaki ilişkiye bakıldığında AIDP formunda mevsimsel fark saptanmazken aksonal formlar ilkbahar ve yaz mevsiminde diğer mevsimlere göre daha sık ortaya çıkmıştır. Hastaneye ilk başvuru HFÖS ile mevsimsel dağılıma bakıldığında en düşük HFÖS ilkbaharda saptandı.
Sonuç: Çalışmamızda, GBS hastalarında aksonal form, ilkbahar ve yaz mevsiminde daha sıktı. Buna ek olarak, ilkbaharda görülenler vakalarda prognoz daha iyi iken kış aylarında daha kötüdür. Hastaların mevsimsel dağılımları arasındaki ilişkinin daha fazla sayıda hasta ile değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Keywords: Mevsim, Guillain–Barré sendromu, prognoz
Research Article
Reyhan Öztürk, Salih Cesur, Esma Meltem Şimşek, Süha Şen, Laser Şanal
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 289-296
ABSTRACT
Aim: The aim of this study is to assess knowledge levels of intensive care unit staff working at four training and research hospitals in Ankara about infection prevention measures before and after receiving training, and to determine the factors which will affect knowledge levels about infection prevention measures.
Material and Method: Doctors and nurses who work at intensive care units in Ankara Numune Training and Research Hospital (TRH), Ankara TRH, Dr. Zekai Tahir Burak Women’s Health TRH and Ankara Turkey High Speciality TRH participated voluntarily in the study between March-April 2015. A questionnaire comprising ten questions about infection prevention measures was administered to healthcare professionals who volunteered to participate in the study (doctors and nurses), and then participants received a training regarding infection prevention measures, after the training, the same questionnaire was administered in order to evaluate the differences statistically. One hundred-sixty four health care workers were included in the study.
Answers given to the questionnaire items before and after the training were listed in Excel program and statistical analysis was carried out with SPSS 15.0 (Statistical Package for the Social Sciences) data analysis program. Value of p≤0.05 was considered as statistically significant.
Results: While the success rate was 72% before the training, it reached to 83% after the training, the average number of correct answers was eight before the training (1-10), after the training, the average number of correct answers was nine (4-10) and statistically significant difference was observed (p=0.00). Knowledge levels of health care professionals about infection prevention measures significantly increased after the training. Those who have received such training in their earlier professional life had statistically higher knowledge levels compared to those who have not received such training earlier in their career. It was observed that knowledge level increased through training in both genders and in every age group.
Conclusion: As a result of the renewal of knowledge with continuous training of health personnel and updating services as well as evaluating the training by using the tests before and after the training is an effective approach to the prevention of infections associated with healthcare associated infections.
Keywords: Healthcare- associated infections, survey, infection control measures, training
ÖZ
Amaç: Bu çalışmada Ankara ilinde dört eğitim ve araştırma hastanesinin yoğun bakım ünitesinde çalışan sağlık personelinin enfeksiyon kontrol önlemleri hakkındaki bilgi düzeyinin eğitim öncesi ve eğitim sonrasında değerlendirilmesi ve bilgi düzeylerini etkileyebilecek faktörlerin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Mart-Nisan 2015 tarihleri arasında Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Dr. Zekai Tahir Burak Kadın Sağlığı Eğitim ve Araştırma Hastanesi, Türkiye Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi Yoğun Bakımları’nda çalışan ve çalışmaya katılmayı kabul eden doktor ve hemşireler dahil edilmiştir. Enfeksiyon kontrol önlemleri ile ilgili on adet soruyu içeren bir anket formu çalışmaya katılmak isteyen sağlık personeline (doktor ve hemşire) uygulanmış, bir ay sonra enfeksiyon kontrol önlemlerine ilişkin bir eğitim verildikten sonra aynı anket formu uygulanarak eğitim sonrasındaki değişiklikler istatistiksel olarak değerlendirilmiştir. Çalışmaya toplamda 164 sağlık çalışanı dahil edilmiştir. Eğitim öncesi ve eğitim sonrasındaki anket formuna verilen yanıtlar Excel programına girilmiş ve SPSS (Statistical Package for the Social Sciences) 15.0 veri analizi programı ile istatistiksel değerlendirmeler gerçekleştirilmiştir. P≤0.05 değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir.
Bulgular: Eğitim öncesi başarı oranı %72 iken, eğitim sonrası başarı oranı %83’e yükseldi, doğru cevap sayısı eğitimden önce ortalama sekiz iken (1-10), eğitimden sonra dokuz (4-10) olarak saptandı ve bu fark istatiksel olarak anlamlı idi (p=0.00). Sağlık personelinin enfeksiyondan korunma önlemleri hakkındaki bilgisi eğitimden sonra anlamlı olarak artmıştır. Daha önceki meslek hayatında eğitim alanların bilgisi almayanlara oranla anlamlı olarak yüksek çıkmıştır. Her iki cinste ve tüm yaş gruplarında eğitimle bilgi düzeyinin arttığı saptanmıştır.
Sonuç: Sonuç olarak, sağlık personelinin sürekli hizmet içi eğitimlerle bilgilerinin yenilenmesi ve güncellenmesi, bunun yanı sıra eğitim öncesi ve sonrasında uygulanacak testlerle değerlendirilmesinin sağlık hizmetleriyle ilişkili enfeksiyonların önlenmesinde yararlı olacağı görüşündeyiz.
Keywords: Hastane enfeksiyonları, anket, enfeksiyon kontrol önlemleri, eğitim
Research Article
Özgür Dağlı, Meliha Kasapoğlu aksoy
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 297-301
ABSTRACT
Aim: Immunsupressive effects of drugs used for treatment of rheumatological diseases can lead to activation of hepatitis B virus (HBV) and hepatitis C virus (HCV) in patients who came across before with these viruses.
Material and Method: 134 ankylosing spondylitis patients who were followed in University of Health Sciences Bursa Resarch and Training Hospital Physical Treatment and Rehabilitation Polyclinics were analysed retrospectively.
Results: Patients avarage age was 43.0±12.0. HBsAg positivity was 4.5%. Anti HBs positivity was 22.4%. In 2 patients ( 1.5%) anti HCV was positive. In 32 patients (23.8%) isolated anti HBc IgG positivity was present.
Conclusion: HBV and HCV infection prevalence in ankylosing spondylitis patients was parallel to previous literature whereas isolated anti HBc IgG positivity rate was higher.
Keywords: Hepatitis, ankylosing spondylitis
ÖZ
Amaç: Romatizmal hastalıkların tedavisi için kullanılan ilaçların immünsupresif etkileri, hepatit B virüsü (HBV) ve hepatit C virüsü (HCV) ile karşılaşmış hastalarda reaktivasyona neden olmaktadır. Bu çalışmada ankilozan spondilitli hastalarda HBV ve HCV enfeksiyon prevalansını araştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Sağlık Bilimleri Üniversitesi Bursa Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Polikliniği’nde takip edilmekte olan 134 ankilozan spondilitli hastanın kayıtları retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Hastaların ortalama yaşı 43,0±12,0 olarak tespit edildi. %4,5’inde HBsAg pozitif olarak saptandı. Anti HBs pozitiflik oranı %22,4 olarak gözlendi. Hastaların 2’sinde (%1,5) anti HCV pozitif bulundu,. 32 hastada (%23,8) izole anti HBc IgG pozitiliği saptandı.
Sonuç: Ankilozan spondilit’li hastalarda HBV ve HCV enfeksiyon prevalansı daha önceki çalışmalarda bildirilen oranlara paralel iken izole anti HBc IgG pozitifliği ise yüksektir.
Keywords: Hepatit, ankilozan spondilit
Research Article
Fatih Karaahmet, Mustafa Arıcı
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 302-306
ABSTRACT
Aim: GRenal transplantation is the most prominent treatment of renal insufficiency. Vitamin D deficiency found to be common in renal transplant patients. Through renin-angiotensin-aldosterone system inhibition, it protects from hypertension and cardiovascular diseases. In this study, we investigated the relation between vitamin D levels and 24-hour ambulatory blood pressure monitoring and parameters (body mass index, fasting plasma glucose, lipid profile) that may affect graft function.
Material and Method: Association of clinical parameters with vitamin D levels and blood pressure were prospectively compared in renal transplant patients. All patients blood pressure levels were evaluated by 24-hour ambulatory blood pressure monitoring.
Results: A total of 115 renal transplant recipients were enrolled in the study. Mean level of vitamin D was 16.28±5.2ng/ml, 10.4 % of the patients had severe vitamin D insufficiency (<10ng/ml), 70.4 % with a level between 10-20ng/ml. The vitamin D deficiency (10-20ng/ml) was seen more frequently in women than man. Patients has been divided into two groups, the first with levels of less than 20 ng/ml, the second one with levels of equal or higher than 20 ng/ml. There were no statistically significant difference in age, body mass index and donor features between two groups. Systolic, diastolic, and mean artery 24-hour ambulatory blood pressures in two groups were similar.
Conclusion: Vitamin D deficiency was found to be common in renal transplant patients. Vitamin D status was not found to be associated with blood pressure in renal transplant patient.
Keywords: Hypertension, vitamin D levels, renal transplantation, 24-hour ambulatory blood pressure, graft function
ÖZ
Amaç: Böbrek transplantasyonu böbrek yetmezliğinin en önde tedavisidir. Renal transplant hastalarında D vitamini eksikliği yaygın görülmektedir. Vitamin D Renin-anjiyotensin-aldosteron sistemi inhibisyonu ile hipertansiyon ve kardiyovasküler hastalıklardan korumaktadır. Bu çalışmadaki amaç, vitamin D düzeyleri ile 24 saatlik ambulatuar kan basıncı ve greft fonksiyonunu etkileyebilecek parametreler (vücut kitle indeksi, açlık plazma glikozu, lipit profili) arasındaki ilişkiyi belirlemektir.
Yöntem ve Gereç: Renal transplant hastalarında klinik parametreler, D vitamini düzeyleri ve kan basıncı arasındaki ilişki karşılaştırıldı. Tüm hastaların kan basıncı seviyeleri 24 saatlik ambulatuar kan basıncı takibi ile değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya toplam 115 renal transplant hastası alındı. Ortalama D vitamini düzeyi 16,28 ± 5,2ng/ml olup hastaların % 10,4'ünde ciddi vitamin D yetmezliği (<10ng / ml), ve % 70,4'ünde vitamin D eksikliği (10-20ng/ml) saptandı. D vitamini eksikliği (10-20ng/ml) kadınlarda erkeklerden daha sık olduğu bulundu. Çalışmada hastalar iki gruba ayrıldı, birinci gurup vitamin D düzeyi 20 ng/ml'den az olanlar, ikinci gurup vitamin D düzeyi 20 ng/ml'ye eşit ya da daha yüksek olanlar. İki grup arasında yaş, vücut kitle indeksi ve donör özelliklerinde istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Sistolik, diyastolik ve ortalama 24 saatlik ambulatuvar kan basıncı her iki grupta benzerdi.
Sonuç: D vitamini eksikliği renal transplant hastalarında yaygın olduğu saptandı. Renal transplant hastalarında vitamin D düzeyinin kan basıncı ile ilişkili olmadığı bulundu.
Keywords: Hipertansiyon, vitamin D, böbrek nakli, 24 saatlik ambulatuvar kan basıncı, greft fonksiyonu
Research Article
İlkin Yeral, Cemile Dayangan sayan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 307-311
ABSTRACT
Aim: Endometrium cancer is the most commonly seen gynecologic cancer. As in all the cancer processes, chronic inflammation plays an etiological role.
Material and Method: The study included a total of 105 patients. Three groups each consisting 35 patients are formed. Based on the results of endometrial sampling, the patients are groped as benign, hyperplasia and malignant. Differences of hematologic parameters between the groups were investigated.
Results: There was no statistically significant difference between the groups in terms of neutrophil, lymphocyte, and platelet count, neutrophil/lymphocyte ratio (NLR) and platelet/lymphocyte ratio (PLR) (p>0,05). Hemoglobin, mean platelet volume (MPV) and platelet distribution width (PDW) values were found statistically significantly higher in the malignant group (p<0.05).
Conclusion: As a result; inflammation may increase platelet activity and provide a basis for endometrial cancer.
Keywords: Endometrium cancer, neutrophil/lymphocyte ratio, mean platelet volume, platelet distribution width
ÖZ
Amaç: Jinekolojik kanserler arasında en sık görüleni endometrium kanseridir. Tüm kanserlerde olduğu gibi, endometrium kanserinde de kronik inflamasyon etiyolojik faktör olarak rol oynamaktadır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza her grupta 35 olmak üzere üç grup ve toplam 105 hasta dahil edildi. Endometrial örnekleme sonuçlarına göre gruplar; benign grup, hiperplazi grubu ve malign grup olarak isimlendirildi. Gruplar arasında hematolojik parametrelerde anlamlı fark olup olmadığı araştırıldı.
Bulgular: Nötrofil sayısı, lenfosit sayısı, platelet sayısı, nötrofil/lenfosit oranı ve platelet/lenfosit oranı bakımından gruplar arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0,05). Hemoglobin, ortalama platelet volümü ve Platelet dağılım genişliği değerleri malign grupta istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek saptandı (p<0,05).
Sonuç: Çalışmamızda elde ettiğimiz sonuçlar bize; inflamasyonun, platelet aktivitesini arttırarak endometrium kanserine zemin hazırlayabileceğini düşündürdü.
Keywords: Endometrium kanseri, nötrofil/lenfosit oranı, ortalama platelet volümü, platelet dağılım genişliği
Research Article
Murat Koç
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 312-316
ABSTRACT
Aim: The aim of our study is to demonstrate that the patent ductus arteriosus (PDA) can be safely ligated in low birth weight and premature infants in intensive care units after the minimum standarts of intensive care units are determined in our country.
Material and Method: Sixteen patients who underwent operation due to patent ductus arteriosus (PDA) in neonatal intensive care unit between 2011 and 2017 were evaluated retrospectively for gestational age, age at operation date, body weight at operation, duration of mechanical ventilation, intensive care unit stay, and preoperative and postoperative PDA complications were evaluated.
Results: A total of 16 patients were included in the study, including six girls and ten boys. All patients received medical treatment with cyclooxygenase inhibitors 2 times for PDA closure prior to surgery.The surgical ligation decision was made because the PDA did not close. Birth weight of the patients was 1125.9±254 gr mean gestational age was 26,6±1,4 weeks. Mean intensive care unit stay was 72.6±48.9 days and mechanical ventilation duration was 28.5±30.5 days. Postoperative mortality developed in two patients. Trisomy 18, a 24-week-old woman with syndrome of 542 g, died on the postoperative day 126 due to severe heart and respiratory failure. The other patient who developed mortality was born at 28 weeks and 914 gr. She died due to sepsis at 21 days postoperatively.
Conclusion: In premature and low birth weight infants PDA is a frequent cause of significant mortality and morbidity. There is a 50-60% chance of closure with cyclooxygenase inhibitors. Early surgical ligation is associated with decreased mechanical ventilation duration and less complication. In addition, in neonatal intensive care units conforming to developed standards, patients can be operated safely while preserving risks related to transfer.
Keywords: Patent ductus arteriosus, premature, intensive care, surgery
ÖZ
Amaç: Ülkemizde yoğun bakım ünitelerinin asgari standartlarının belirlenmesiyle beraber gelişmiş standartlara uygun olarak hizmet veren yenidoğan yoğun bakım ünitelerinde düşük doğum ağırlıklı ve prematüre infantlarda patent duktus arteriozusun (PDA) güvenli bir şekilde ligasyonunun yapılabileceğinin gösterilmesi.
Gereç ve Yöntem: Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde 2011-2017 yılları arasında patent duktus arteriozus nedeniyle ameliyat olan 16 hastanın gestasyonel yaşı, ameliyat tarihindeki yaşı, ameliyat tarihindeki vücut ağırlığı, mekanik ventilasyon süresi, yoğun bakım kalış süreleri ile ameliyat öncesi ve sonrası PDA nedeniyle gelişmiş olan komplikasyonları retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Altı kız, 10 erkek olmak üzere toplam 16 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların tamamı ameliyat öncesi PDA kapanması için 2 kür siklooksinez inhibitörleri ile medikal tedavi aldı. PDA kapanmadığı için cerrahi ligasyon kararı alındı. Hastaların doğum ağırlığı 1125,9±254 gr ortalama gestasyonel yaşları 26,6±1,4 hafta idi. Ortalama yoğun bakımda kalış süreleri 72,6±48,9 gün mekanik ventilasyon süresi ise 28,5±30,5 gündü.
Postoperatif dönemde iki hastada mortalite gelişti. Trizomi 18 sendromu olan 24 haftalık ve 542 gr olan olarak doğan hasta postoperatif 126. günde ağır kalp ve solunum yetmezliği nedeniyle kaybedildi. Mortalite gelişen diğer hasta ise 28 haftalık ve 914 gr olarak doğmuştu. Ameliyat sonrası 21. günde sepsis nedeniyle kaybedildi.
Sonuç: Prematüre ve düşük doğum ağırlıklı infantlarda PDA sık görülen ve önemli bir mortalite ve morbidite nedenidir. Siklooksijenaz inhibitörleri ile %50-60 oranında kapanma ihtimali bulunmaktadır. Erken dönem uygulanan cerrahi ligasyon mekanik ventilasyon süresinde azalma ve daha az komplikasyon gelişimi ile ilişkilidir. Ayrıca gelişmiş standartlara uygun yenidoğan yoğun bakım ünitelerinde hastalar transferden kaynaklanacak risklerden korunarak güvenli bir şekilde ameliyat edilebilmektedir.
Keywords: Patent duktus arteriozus, prematür, yoğun bakım, cerrahi
Research Article
Ertuğrul Kılıç
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 317-321
ABSTRACT
Aim: Quadratum lumborum block II (QL II) is a method used for pain control after abdominal surgeons. In this study,
we aimed to retrospectively investigate the effect of ultrasound-guided QL II on postoperative analgesia and opioid
consumption in Inguinal Hernia repair surgery (IHC) operations under general anesthesia.
Material and Method: This retrospective study was carried out retrospectively with the files of patients with
IHC under general anesthesia in our clinic between 01.01.2018 and 01.04.2018. The patients who were under
general anesthesia divided two groups. QL-used (group Q) and unused (group G) patients. Pain levels measured by
postoperative visual analog scale (VAS) and consumption of opioid were recorded according of their file knowledges.
Result: Postoperative VAS at 2, 4, 8 and 12 hours group G was statistically significantly higher. Postoperative
total opioid consumption was statistically higher in group G. Postoperative opioid first using time was statistically
prolonged in group Q.
Conclusions: For result of this retrospectively designed study was observed that inguinal hernia operations were
effective in QL pain control in the first 24 hours postoperatively. Prolonging opioid first using time also reducing
opioid consumption.
Keywords: Inguinal hernia, postoperative analgesia, quadratus lumborum blok
ÖZ
Amaç: Quadratum lumborum bloğu II (QL II) batın cerrahilerden sonra ağrı kontrolü için kullanılmakta olan bir yöntemdir. Bu çalışmada, ultrasound eşliğinde yapılan QL II nin genel anestezi altında yapılan İnguinal Herni onarımı cerrahisi (IHC) operasyonlarında postoperatif analjezi ve opioid tüketimine etkisini retrospektif olarak incelemeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Retrospektif olarak planlanan bu çalışma 01 0cak 2018 ile 01 Nisan 2018 tarihleri arasında kliniğimizde genel anestezi altında IHC olan hastaların dosyaları geriye dönük olarak taranarak yapıldı.
Genel anesteziye ek olarak QL II uygulanan (grup Q) ve uygulanmayan (grup G) hastalar olarak iki grupta incelendi. Bu hastaların vizüel analog skala (VAS) ile ağrı düzeyleri, analjezik tüketimleri ve analjezik ilk kullanım zamanı dosya incelenmesine göre kayıt altına alındı.
Bulgular: Postoperatif VAS 2., 4., 8., ve 12. saat lerde grup G da istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha yüksekti. Postoperatif toplam opioid tüketimi ise grup G de istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha yüksekti. Postoperatif ilk opioid kullanım zamanı grup G da istatistiksel olarak anlamlı düzeyde daha kısa sürede idi.
Sonuç: Retrospektif olarak dizayn edilen bu çalışmaya göre inguinal herni operasyonlarında QL II postoperatif ilk 24 saatte ağrı kontrolünde etkili olduğunu, opioid ilk kullanım zamanını uzattığını ve opioid tüketimini azalttığını düşünmekteyiz.
Keywords: İnguinal herni, postoperatif analjezi, quadratus lumborum blok
Research Article
Veli İşin, Fatih Özcan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 322-330
ABSTRACT
Aim: This study was conducted to determine the physical activity level of 25 years and over persons who applied to a family health center in rural area in Manisa and examine the factors affecting it.
Material and Method: Our research is a cross-sectional descriptive study. Our study was conducted on 250 individuals over 25 years old who applied to the Sancaklıbozköy Family Health Center in Manisa province. The "International Physical Activity Questionnaire (IPAQ) short form" was used to determine the physical activity level of the research group. Socioeconomic status of individuals, daily activities, reasons for not doing physical activity were determined by a questionnaire prepared from literature.
Results: 54.1% of individuals who participated in our study were female, 45.9% were male, and mean age was 52.86±14.51 years. 47.2% of the participants were inactive, 36.4% were active at low level and 16.4% were active. In our study, the rate of obesity was as 54.3% in females, 30.9% in males, and 44% in total. In our research, men were significantly more active than women, young people were significantly more active than aged ones and individuals without chronic disease were significantly more active than those with chronic disease (p<0.05). The level of physical activity increased significantly as the level of education of individuals improved (p<0.05).
Conclusion: Our findings show it is essential to fight obesity both in cities and in villages. To solve this problem, it is necessary to create the "personalized exercise program". In order to be able to do this, it would be a good step to employ the health educators of the highly educated sports instructors in this area.
Keywords: Physical activity level, rural area, people referring to family health center
ÖZ
Amaç: Bu araştırma, Manisa’da kırsal kesimdeki bir aile sağlığı merkezine başvuran 25 yaş ve üzeri kişilerin fiziksel aktivite düzeyinin saptanması ve bunu etkileyen faktörlerin incelenmesi amacıyla yapılmıştır.
Gereç ve Yöntem: Araştırmamız kesitsel tanımlayıcı tipte bir çalışmadır. Çalışmamız, Ağustos 2017- Ocak 2018 tarihleri arasında gerçekleştirilmiş olup Manisa ili Şehzadeler ilçesi Sancaklıbozköy Aile Sağlığı Merkezi’ne başvuran 25 yaş ve üzeri 250 birey üzerinde yürütülmüştür. Araştırma grubunun fiziksel aktivite düzeyini saptamak için “Uluslararası Fiziksel Aktivite Anketi (UFAA) kısa formu” kullanılmıştır. Bireylerin sosyoekonomik durumları, günlük aktiviteleri ile fiziksel aktivite yapmama sebepleri literatürden derlenerek hazırlanan anket ile belirlenmiştir.
Bulgular: Çalışmaya katılanların %54,1’i kadın %45,9’u erkek olup yaş ortalamaları 52,86±14,51 yıldır. Katılımcıların %47,2’sinin inaktif (hareketsiz), %36,4’ünün düşük düzeyde aktif, %16,4’ünün aktif oldukları saptanmıştır. Çalışmamızda obezite oranı kadınlarda %54,3, erkeklerde %30,9 toplamda %44 olarak bulunmuştur. Araştırmamızda erkekler kadınlardan, gençler yaşlılardan, kronik hastalığı olmayanlar olanlardan anlamlı olarak daha aktif bulunmuştur (p<0,05). Bireylerin eğitim düzeyi artıkça fiziksel aktivite düzeyinin anlamlı olarak arttığı görülmüştür (p<0,05).
Sonuç: Hareketsizlik ve obeziteyle mücadele, hem kentleri hem köyleri kapsayacak şekilde olmalıdır. Bu önemli sorunun çözümlenebilmesi için “kişiye özel fiziksel aktivite programı” oluşturulmalıdır. Bunun yapılabilmesi için bu alanda yüksek öğrenim görmüş spor eğitmenlerinin sağlık hizmetlerinde istihdam edilmesi doğru bir adım olacaktır.
Keywords: Fiziksel aktivite düzeyi, kırsal alan, aile sağlığı merkezine başvuran kişiler
Research Article
Özlem Gül Utku, Ahmet Bektaş
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 331-342
ABSTRACT
Aim: Liver biopsy is a procedure carried out to diagnose and grade the liver disease, to estimate the prognosis and to give the decision of treatment. Despite the developing imaging techniques, serological findings used in diagnosis of liver disease and all the other laboratory facilities, the requirement for liver biopsy has not declined, on the contrary it has increased, appearing in a different characteristic. İn this study, we investigated the indications and complications of the liver biopsy, the factors upon which the complications depend, the adequacy of biopsies performed, the cost of biopsies, whether all these factors create a discrepancy between the groups.
Material and Method: In this retrospective study, the files of 553 patients, 213 (38,5%) of whom were outpatients and 340 (61,5%) of whom were inpatients, were screened. When the results of the complete blood count, routine biochemistry, INR and PT carried out before the biopsy were assessed, there was no significant difference between two groups except for the results of albumin, creatinin and alkaline phosphatase.
Results: Albumin was high in the outpatient group, whereas creatinin was high in the inpatient group. Menghini needle was used in 98 % of 213 outpatients and tru-cut needle was used in 1,9% of 213 outpatiens, While tru-cut needle was used in 99,1% of 340 inpatients, Menghini needle was used in 0,9% of 340 inpatients. Minor complications were observed in 18,3% of outpatients and 40,2% of inpatients (p<0,05). Although no majör complications were observed in the outpatients, they were observed in the 6 (1,7%) inpatients (p<0,05). Complications were associated with the experience of the physician, the number of passes, the use of tru-cut needle, the prolongation of PT value, trombocyte count below 80000/mm3, the INR value over 1,2. The average cost of outpatient biopsy was 137±22 YTL, while it was 214±11 YTL inpatient (p<0,05).
Conclusion: Consequently, the outpatient liver biopsies performed by the experienced staff are both safer and less expensive than the inpatient liver biopsies. Post liver biopsy complications are associated with the experience of physician, the method, the number of passes, disorders of hemostasis.
Keywords: Outpatient and inpatient liver biopsy, biopsy complications, risk factors
ÖZ
Amaç: Karaciğer biyopsisi karaciğer hastalıklarının tanısı, evrelendirilmesi, prognozun tahmini ve hastaların tedavi kararlarının verilmesi için yapılan bir işlemdir. Günümüzde gelişen görüntüleme yöntemleri, karaciğer hastalığının tanısında yararlandığımız serolojik göstergeler ve diğer bütün laboratuvar olanaklarına rağmen karaciğer biyopsisine duyulan gereksinim azalmamış, tersine nitelik değiştirmesine rağmen artmıştır.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada hastanemizde Ocak 1998 ve Haziran 2007 tarihleri arasında, ayaktan ve yatarak yapılan karaciğer biyopsilerinin endikasyonları, komplikasyonları, biyopsilerin maliyetleri retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Ayaktan biyopsi yapılan 213 (%38,5) hasta ile yatarak biyopsi yapılan 340 (%61,5) hasta değerlendirilmeye alındı. Ayaktan biyopsi yapılan hastalarda majör komplikasyon görülmezken; yatarak biyopsi yapılan hasta grubunda 6 (%1,7) hastada tespit edildi (p<0,05). Komplikasyonların bağlı olduğu faktörler hekimin tecrübesi, işlem sayısı, tru-cut iğne kullanımı, PT değerinde 4 sn ve üzerindeki uzamalar, trombosit değerinin 80000/mm3 ve altında olması, INR değerinin 1,2 ve üzerinde olmasıdır. Her iki grup içinde 192 hastanın maliyet kayıtlarına ulaşılabildi. Ayaktan biyopsi yapılan grubun ortalama maliyeti 137±22YTL, yatarak biyopsi yapılan grubun 214±11YTL idi (p<0,05).
Sonuç: Tecrübeli ellerde ayaktan yapılan karaciğer biyopsileri, en az yatarak yapılan karaciğer biyopsileri kadar güvenli ve maliyeti de daha düşüktür. Karaciğer biyopsisi sonrası komplikasyonlar hekimin tecrübesi, yöntem, işlem sayısı, hemostaz bozuklukları ile bağlantılı bulunmuştur.
Keywords: Ayaktan ve yatarak karaciğer biyopsisi, biyopsi komplikasyonları, risk faktörleri
Research Article
Fatih Karaahmet, Murat Kekilli
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 343-347
ABSTRACT
Aim: Chronic pancreatitis (CP) is irreversible damage of the pancreas characterized by acinar and islet cell loss and
parenchymal fibrosis of pancreas. Treatmet of CP is accociated with stage of endocrine and exocrine insufficiency and
started with conservative minimal invasive procedures. Because of complications surgical treatment procedures and
financial results, endoscopic treatment methods have an important role in the management of CP. The aim of this study
is to identify and describe the incidence, clinical presentation, endoscopic retrograde cholangiopancreatography (ERCP)
procedures details and the complication short and long (3-year follow-up) results of CP patients undergoing ERCP.
Material and Method: The ERCP procedures were held in Gastroenterology Endoscopy Unit between 15 Jenuary
2016 and 15 Jenuary 2017 and were retrospectively evaluated. Consecutive patients with all age diagnosed with CP
was screened for eligibility for inclusion in this study. Patients were compared with the demographic characteristics,
etiology of CP, treatment indications of the ERCP procedure, pancreatic stent implants, how many times ERCP was
done, pain manangement and ERCP realted complication.
Results: A total of 1037 consecutive patients who underwent ERCP were scanned retrospectivle. Fourteen CP
patients fulfilling the criteria of study. In CP patients the average diameter of the common bile duct was 8.42 mm
and the pancreatic duct 6 mm was found at ERCP. Nine (64.28%) patients aplied pancreatic stenting and 5 (35.71%)
patients had post-ERCP pancreatitis. ERCP procedures was applied to 4 patients 1 time, 9 patients 2 times, and in 1
patient 3 times at 3 years follow-up. The mean ERCP ratio in the CP patients was 1.78.
Conclusion: ERCP is an indispensable treatment management in the patient of CP which presence of abdominal
pain, recurrence or local complications that do not respond to medical treatment.
Keywords: Chronic pancreatitis, treatment, ERCP
ÖZ
Amaç: Kronik pankreatit (KrP), asiner ve adacık hücre kaybı, parankimal fibrozis ile karakterize pankreasın geri dönüşümsüz hasarı ile karakterizedir. KrP tedavisinde endokrin ve ekzokrin yetersizlik tablosu göz önüne alınarak en az invaziv olan konservatif yöntemler ile başlanmaktadır. Günümüzde cerrahi tedavi süreçlerin komplikasyonları ve mali sonuçları, endoskopik tedavi yöntemlerini öne çıkarmış olup KrP tedavisinde endoskopik tedavi yöntemleri önemli bir yer edinmiştir. Bu çalışmadaki amaç ERCP ile tedavi uygulanmış KrP hastaların insidansını, klinik prezentasyonlarını, ERCP işlemi detaylarını ve ERCP sonraki kısa ve uzun (3 yıllık takip) dönem sonuçlarını gösterebilmektir.
Gereç ve Yöntem: Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi Gastroenteroloji Kliniği ERCP Ünitesi’nde, 15 Ocak 2016 ile 15 Ocak 2017 tarihleri arasında yapılan ERCP işlemleri geriye yönelik tarandı. Yaş sınırı gözetmeksizin KrP nedeniyle ERCP yapılan hastalar belirlendi. Hastaların demografik verileri, KrP etiyolojisi, yapılan ERCP işleminin tedavi endikasyonu, pankreatik stent implantasyonları, kaç kez ERCP yapıldığı, ağrının düzelmesi ve ERCP işlemi ile ilişkili komplikasyonlar kaydedildi.
Bulgular: ERCP uygulanan toplam 1037 hasta çalışma için araştırıldı. Bu hastalar içinde toplam 14 KrP hastası saptandı. Hastaların ERCP'de ortalama koledok çapı 8,42 mm olarak pankreatik kanal 6 mm olarak bulunmuştur. Dokuz (%64,28) hastaya pankreatik stent uygulanmış olup 5 (%35,71) hastada post-ERCP pankreatit gözlendi. Üç yıllık takipte 4 hastaya 1 defa, 9 hastaya 2 defa ve 1 hastaya 3 defa ERCP uygulanmış olup hastalardaki ortalama ERCP oranı 1,78 idi.
Sonuç: KrP'de tıbbi tedaviye cevap vermeyen ağrı, nüks veya lokal komplikasyonların varlığında ERCP invaziv olmakla birlikte vazgeçilmez tedavi yöntemidir.
Keywords: Kronik pankreatit, tedavi, ERCP
Research Article
Togay Evrin, Eylem Kuday Kaykısız
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 348-355
ABSTRACT
Aim: Conversion disorder is defined as a specific disorder that accompanies the psychological conflict, has one or more neurological symptoms and in which there is a loss of bodily functioning that would seem to a physical disturbance. The aim of this study was to determine the ratio of the patients diagnosed with conversion disorder to all patients in the emergency department and to investigate the sociodemographic and clinical characteristics of the patients, attitudes and treatment approaches of the physicians.
Material and Method: This cross sectional, retrospective study was conducted at a governmental secondary care hospital. After approval from the ethics committee, data pertaining to patients aged at least 18 years who had presented to the ED with various symptoms and had diagnosis of conversion was studied between July 1 and December 31, 2017. The exclusion criteria were as follows: age of less than 18 years, patients with additional pathology besides conversion disorder, patients with a lack of psychiatric consultation and patients whose data cannot be accessed from the system. A p value less than 0.05 was considered statisticallysignificant.
Results: A total of 124 patients were included in the study. 71% (n: 88) of the patients were female, 54.8% (n: 68) were single. 17.7% (n = 22) of the patients had comorbid disease.There was a stressor event in all patients before hospital admission. %50 of patients were younger than 23 years. The most common complaint was syncope. 93 patients admitted by ambulance. There was the prior conversion disorder history in 66.1%. Any medical examinations were not required in 61.3% of the patients. The mean elapsed time in all patients was 135 min. Between in patients transported by ambulance and in walk-in patients, there was a statistically significant difference in terms of mean elapsed time between the patients' emergency service admission and discharge from hospital.
Conclusion: It was detected that the conversion disorder was more commonly seen in female gender and young age group, the most common complaint of conversion disorder was syncope, most of the patients with conversion disorder had similar complaints before, patients with conversion disorder often preferred to transport to the hospital with ambulance, the patients who received the red code according to the triage code and patients with conversion disorder were examined in almost the same time period and the patients with conversion disorder stayed in emergency department for long hours.
Keywords: Conversion disorders, emergency department, somatoform disorders
ÖZ
Amaç: Konversiyon bozukluğu; psikolojik çatışmaya eşlik eden, fiziksel bir bozukluğu düşündürecek biçimde bedensel işlevsellikte kayıplarla giden, bir ya da daha fazla nörolojik semptomla belirli bozukluk olarak tanımlanmaktadır. Bu çalışmanın amacı konversiyon bozukluğu tanısının acil serviste ne kadar yer bulduğu; hastaların sosyodemografik ve klinik özellikleri ve hekim tutum ve tedavi yaklaşımlarını incelemekti.
Gereç ve Yöntem: Bu retrospektif, kesitsel çalışma, 2. basamak bir devlet hastanesinde gerçekleştirilmiştir. Etik kurul onayı sonrasında, 1 Temmuz- 31 Aralık 2017 tarihleri arasında, çeşitli semptomlarla acil servise başvuran ve konversiyon bozukluğu tanısı alan 18 yaş üstü hastalar, çalışmaya dahil edilmiştir. Dışlama kriterleri; hastanın 18 yaş altı olması, hastada konversiyon bozukluğu yanında ek patoloji tespit edilmiş olması, hastanın psikiyatri konsultasyonu olmaması ve sistemden hasta verilerine ulaşılamaması olarak belirlenmiştir. p<0.05 değeri istatistiksel anlamlı kabul edilmiştir.
Bulgular: Toplam 124 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların %71’I kadın ve %54,8’i bekar; %17,7’sinin komorbid hastalığı mevcuttu. Tüm hastalarda hastane başvurusu öncesi bir stres maruziyeti mevcuttu. Hastaların %50’si 23 yaş altıydı. En sık başvuru şikayeti senkoptu. 93 hasta ambulans ile başvurmuştu. %66,1 hastada daha önceden konversiyon bozukluğu öyküsü mevcuttu. Hastaların %61,3’ünde herhangi bir tetkik gerekmemişti. Ortalama taburculuk süresi 135 dakikaydı. Hastaneye ambulansla başvuranlar ile ayaktan başvuran hastalar arasında, ortalama taburculuk süresi açısından istatistiksel anlamlı bir fark mevcuttu.
Sonuç: Konversiyon bozukluğunun; kadın cinsiyet ve genç yaş grubunda daha sık görüldüğü; en sık başvuru şikayetinin senkop olduğu; hastaların büyük kısmının daha önce de benzer şikayetleri olduğu; hastaların sıklıkla ambulans ile hastaneye başvuruyu tercih ettikleri; triaj koduna göre kırmızı kod alan hastalar ile hemen hemen aynı süreler içinde muayene edildikleri ve uzun saatler acil serviste kaldıkları sonuçlarına ulaşılmıştır.
Keywords: Konversiyon bozukluğu, acil servis, somatoform bozukluklar
Research Article
Derya Aydın şahin
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 356-360
ABSTRACT
Aim: Congenital heart disease is the most common congenital anomaly in newborns. The aim of this study is to evaluate the congenital heart disease in newborns referred to the pediatric cardiology outpatient clinics.
Material and Method: A total of 607 patients admitted to the Pediatric Cardiology Outpatient Clinics between March 2017 and June 2018 during the first 30 days of life were evaluated retrospectively. Electrocardiogram was performed on all newborns. The cardiovascular system examination, electrocardiogram evaluation and echocardiography were performed to all newborns.
Results: 271 (44.6%) of the patients were female. The mean age and weight was 12.25±8.93 days (0-30 days) and 3.57 ± 0.64 kg (1.85-6.0), respectively. The most frequent presenting cause was murmur. 19 of the patients have congenital anomaly. The most frequently detected anomaly was Down syndrome. Echocardiographic evaluation showed no abnormal findings in 168 (27.7%) of the patients. The most common congenital heart disease was atrial septal defect and secondly ventricular septal defect.
Conclusion: Echocardiographic examination was normal in most of the patients. The most frequent presenting cause was murmur. Echocardiographic examination should be performed on patients suspected of having congenital heart disease because the patients may have any different findings and symptoms during neonatal period. Early cardiologic evaluation is very important in the early diagnosis and treatment of congenital heart diseases.
Keywords: Pediatric cardiology outpatient clinics, echocardiography, congenital heart disease, newborn
ÖZ
Amaç: Doğumsal kalp hastalığı yenidoğanlarda en sık görülen doğumsal anomalidir. Çalışmamızın amacı çocuk kardiyoloji polikliniğine başvuran yenidoğan dönemindeki olguları doğumsal kalp hastalığı yönünden değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: Mart 2017- Haziran 2018 tarihleri arasında çocuk kardiyoloji polikliniğine yaşamın ilk 30 gününde başvuran 607 vaka geriye dönük olarak değerlendirildi. Tüm olgulara elektrokardiyogram çekildi. Kardiyovasküler sistem muayenesi, Elektrokardiyogram değerlendirilmesi ve ekokardiyografi yapıldı.
Bulgular: Olguların 271'si (%44,6) kız idi. Ortalama yaşı 12,25±8,93 gün (0-30gün) ve kilosu 3,57±0,64 kg (1,85-6,0) idi. En sık başvuru nedeni üfürüm idi. Hastaların 19'unda ek anomali mevcuttu, en sık saptanan anomali ise Down sendromu idi. Ekokardiyografik değerlendirmede hastaların 168’inde (%27,7) herhangi bir anormal bulguya saptanmadı. En sık tespit edilen doğumsal kalp hastalığı atriyal septal defekt idi, ikinci sıklıkta ise ventriküler septal defekt idi.
Sonuç: Çocuk kardiyoloji polikliniğine en sık başvuru nedeni üfürüm olup olguların çoğunun ekokardiyografisi normal idi. Yenidoğan döneminde doğumsal kalp hastalığı bulguları farklılık gösterebileceği ve hatta hiçbir bulgu vermeyebileceği için şüphe duyulan hastalarda mutlaka ekokardiyografik inceleme yapılmalıdır. Erken kardiyolojik değerlendirme kalp hastalıklarının erken tanı ve tedavisinde çok önemlidir.
Keywords: Çocuk kardiyoloji polikliniği, ekokardiyografi, doğumsal kalp hastalığı, yenidoğan
Research Article
Ali Murat Sedef, Züleyha Çalıkuşu, Yasemin Bakkal Temi, Serkan Gökçay, Hüseyin Mertsoylu, Ali Ayberk Besen, Fatih Köse
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 361-367
ABSTRACT
Aim: Lung cancer is a leading cause of cancer-related mortality. The most common type of lung cancer is Non-small-cell lung cancer (NSCLC). Molecular targeting drugs are used in the treatment of patients with metastatic NSCLC who have a driver mutation. In this study, we aimed to investigate the relationship between the selected treatment modality in the first line setting, patients characteristics and outcomes on NSCLC patients who had driver mutations.
Material and Method: We designed this retrospective study to analyze the effect of the treatment line of tyrosine kinase inhibitors on survival parameters and disease prognosis in NSCLC patients. We enrolled 62 patients with NSCLC who had driver mutations from three cancer centers; Şanlıurfa Research and Training Hospital, Başkent University, and Acıbadem Mehmet Ali Aydınlar University medical oncology departments.
Results: Median age was 62 years old (range 30-81). There were 45 (71.4%) and 18 (28.6%) patients with EGFR mutation and EML4-ALK fusion gene rearrangement, respectively. Out of 45 EGFR mutant patients, 22 (34.9%) patients had exon 19 deletion and other 16 (25.4%) patients had exon 21 mutation. Median overall survival (OS) and progression free survival (PFS) was 31 and 9 (95% CI, 5.4-12.6) months, respectively. Univariate statistical analysis failed to show significant difference between EGFR mutation positive and FISH-ALK positive patients regarding OS and PFS (p:0.33). Among patients with EGFR mutation, survival times for patients with exon 19 deletions were statistically significantly higher than those with exon 21 mutations (p:0.02). The overall survival time of oligometastatic patients was statistically significantly higher than the other patients (p:0.001). The PFS of patients who received tyrosine kinase inhibitor in first-line treatment was statistically significantly higher than patients using chemotherapy in first line setting. (14 months vs 5 months) (p:0.01)
Conclusion: This study showed that treatment preference in favor of tyrosine kinase inhibitors in first line setting produce fairly good outcomes in metastatic NSCLC patients who had driver mutations.
Keywords: Driver mutation, TKI, NSCLC
ÖZ
Amaç: Akciğer kanseri, kansere bağlı ölümlerin önde gelen nedenlerinden biridir. Akciğer kanserinin en yaygın tipi Küçük hücreli dışı akciğer kanseri (KHDAK) ‘dir. Moleküler hedefli ilaçlar, sürücü mutasyon içeren metastatik KHDAK’lı hastaların tedavisinde kullanılır. Bu çalışmada, sürücü mutasyonu bulunan KHDAK hastalarında birinci basamakta seçilen tedavi şekli, hasta özellikleri ve sonuçları arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Bu retrospektif çalışmayı, KHDAK hastalarında tirozin kinaz inhibitörlerinin kullanıldığı tedavi basamağının sağkalım parametreleri ve hastalık prognozu üzerine etkisini analiz etmek için tasarladık. Üç kanser merkezinden (Şanlıurfa Araştırma ve Eğitim Hastanesi, Başkent Üniversitesi ve Acıbadem Mehmet Ali Aydınlar Üniversitesi medikal onkoloji) sürücü mutasyonları bulunan 62 KHDAK hastasını kayıt ettik
Sonuçlar: Ortanca yaş 62 idi (aralık 30-81). EGFR mutasyonu ve EML4-ALK füzyon geni bulunan sırasıyla 45 (% 71.4) ve 18 (% 28.6) hasta vardı. EGFR mutant 45 hastanın 22’sinde (% 34.9) ekson 19 delesyon vardı ve diğer 16 hastada (% 25.4) ekson 21 mutasyonu vardı. Ortanca genel sağkalım (OS) ve progresyonsuz sağkalım (PFS) sırasıyla 31 ve 9 (% 95 CL, 5.4-12.6) ay idi. Tek değişkenli istatistiksel analiz, EGFR mutasyonu pozitif ve FISH-ALK pozitif hastalar arasında OS ve PFS açısından anlamlı farklılık göstermedi (p: 0.33). EGFR mutasyonu bulunan hastalar arasında, ekson 19 delesyonu olan hastalarda sağkalım süresi, ekson 21 mutasyonları olanlara göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti (p: 0.02). Oligometastatik hastaların genel sağkalım süresi diğer hastalardan istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti (p: 0.001). Birinci basamak tedavide tirozin kinaz inhibitörü alan hastaların PFS’si birinci basamakta kemoterapiyi kullanan hastalardan istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksekti. (14 ay vs 5 ay) (p: 0.01).
Tartışma: Bu çalışma, birinci basamak tedavide tirozin kinaz inhibitörleri lehine tedavi tercihinin, sürücü mutasyonları olan metastatik KHDAK hastalarında oldukça iyi sonuçlar verdiğini göstermiştir.
Keywords: Sürücü mutasyon, TKİ, KHDAK
Research Article
Nilgün Altuntaş, Yıldız Atalay, Canan Türkyılmaz, Esin Koç
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 368-373
ABSTRACT
Aim: Postnatal weight loss is a major issue of concern to pediatricians. We aimed to determine whether the LATCH tool, Infant Breastfeeding Assessment Tool (IBFAT) and the Breastfeeding Self-Efficacy Scale-Short Form (BSES-SF) are useful in predicting postnatal excess weight loss.
Material and Method: One hundred fifty one mother infant dyads’ breastfeeding sessions were monitored and scored simultaneously by using the LATCH and IBFAT assessment tools during the postnatal first feeding and at 12, 24 and 48 hours. Maternal confidence in breastfeeding was assessed using BSES-SF at the same breastfeeding sessions. Infants were followed until they reached their birth weights after discharge. Comparisons were made between infants with ≥10% weight loss and infants with <10% weight loss during following.
Results: IBFAT, LATCH and BSES-SF scores were significantly higher in infants with <10% weight loss than those with ≥10% weight loss (p<0.05). According to ROC analysis including all tools’ scores, AUC values were close to 0.70. These results indicate that these assessment tools can be used to predict the risk of excessive weight loss of the newborns.
Conclusions: Mother/infant dyads that achieve higher scores in these tests can be discharged earlier, avoiding unnecessary hospitalization.
Keywords: Breastfeeding assessment, LATCH, IBFAT, BSES-SF, excess weight loss
ÖZ
Amaç: Yenidoğan bebeklerde postnatal ilk günlerde aşırı kilo kaybı önemli bir sorundur. Biz bu çalışmada emzirmeyi değerlendirme araçlarından LATCH, IBFAT ve BSES-SF’in postnatal erken dönemde aşırı kilo kaybının tahmininde kullanışlı olup olmayacağını araştırmak istedik.
Gereç ve Yöntem: Doğumdan sonra 150 anne ve bebek çifti emzirme sırasında izlendi ve emzirme başarıları doğumda, 12, 24 ve 48.saatlerde LATCH, IBFAT emzirme araçları ile değerlendirildi. Eş zamanlı olarak annelerin emzirme özgüven skorları belirlendi. Postnatal dönemde bebeklerin kiloları doğum ağırlığına ulaşana kadar izlendi ve %10’dan fazla ve %10’dan az kilo kaybeden bebeklerin emzirme skorları karşılaştırıldı.
Bulgular: IBFAT, LATCH ve BSES-SF skorları %10’dan fazla kilo kaybeden bebeklerde %10’dan az kilo kaybeden bebeklere göre anlamlı derecede düşüktü(p<0,05). ROC analizine gore AUC değerleri 0,7’ye yakındı. Bu sonuçlar bu emzirmeyi değerlendirme araçlarının aşırı kilo kaybının tahmininde kullanılabileceğini göstermektedir.
Sonuç: Yüksek skorlara sahip anne bebek çiftleri daha erken taburcu edilebilir. Böylece gereksiz hastanede yatıştan kaçınılabilir.
Keywords: Emzirme değerlendirilmesi, LATCH, IBFAT, BSES-SF, aşırı kilo kaybı
Review
İnci Rana Karaca, Mert Gündoğdu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 374-380
ABSTRACT
Magnifying systems in dentistry, range from compound loupes to prism telescopic loupes and vast variety of surgical microscopes. Compound loupes have an array of convergent multiple lenses. Galilean loupes are lightweight, cheap and are simple to operate while compared to other compound loupes. Their only disadvantages are limited magnification and a blurry peripheral border of the visual field. Prismatic loupes provide better magnification, wider depths of field. This also ensures the users to have long working distances and if compared with other loops they have larger fields of view. The ranges of magnification of these loupes are around 1.5x to 6x. The surgical microscopes provide much greater magnification, higher optical performance when matched with normal dental loupes. The advantages of surgical microscopes are that the focusing or the changes in magnification can be done real time. Objective lens and illumination is in par with the viewer’s line of vision, consequently, the surgical spot will be lightened and the surgeon avails a shadow-free clear vision. The powerful magnifications that are more than 16x, in some instances as high as 32x or 40x, are commonly used for diagnostic purposes. Intra-surgical examinations and some type of “difficult-to-detect” findings are located using such microscopes
Keywords: Magnification devices, dental microscope, dental loupes, microsurgery, prismatic loupes
ÖZ
Diş hekimliğinde kullanılan büyütme sistemleri, bileşik büyüteçler, Galilean büyüteçler, prizmatik büyüteçler, ve cerrahi operasyon mikroskoplarına varan çeşitlilikler göstermektedir. Bileşik büyüteçlerde yakınsak (konverjan) mercekler belirli bir düzene göre yerleştirilir. Galilean tipi büyüteçler, bileşik büyüteçlere göre daha ucuz, kullanımı kolay ve hafiftir. Büyütme oranın limitli olması ve görüş alanının çevresel kısmının bulanık olması bu büyüteçlerin dezavantajıdır. Prizmatik büyüteçlerde ise büyütme oranı ve alan derinliği artmıştır ve daha uzun çalışma mesafesi sağlayarak görüş alanını arttırmaktadır. Büyütme aralığı x1.5 ile x6 arasında değişmektedir. Cerrahi mikroskoplar, dental büyüteçler ile karşılaştırıldığında daha üstün büyütme gücü ve optik performans sunar. Cerrahi mikroskopların önemli avantajları ise odaklamanın veya büyütmedeki değişikliklerin işlem sırasında yapılabiliyor olması, ışığın verildiği ve görüntünün alındığı kaynak aynı olduğu için gölge oluşmamasıdır. Daha net ve büyütülmüş bir görüntü, eksizyonel işlemlerde, sinir cerrahisinde, yumuşak doku greftlemesi gibi işlemlerde fayda sağlamaktadır. x16’dan daha büyük, x32 veya x40 büyütmeye sahip mikroskoplar genellikle tanı amacıyla kullanılmaktadır. Cerrahi sırasındaki tespit edilmesi zor olan bulgular bu tip mikroskoplar ile teşhis edilebilmektedir.
Keywords: Büyütme sistemleri, dental mikroskop, dental büyüteç, mikrocerrahi, prizmatik büyüteçler
Review
İrfan Karahan, Çağar Alp, Aşkın Güngüneş
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 381-385
ABSTRACT
Sodium-glucose co-transporter 2 (SGLT-2) inhibitors are new agents which are used in diabetes treatment. Mechanism of action is inhibiting of glucose reabsorbation and increasing of urinary glucose excretion from renal proximal tubules. These agents could improve blood pressure and weight gain disorders. Many studies showed some of these agents’ benefits on cardiovascular system. Main adverse effects are infections. Drug management and adverse effects were reviewed in this text.
Keywords: SGLT-2 inhibitors, type 2 diabetes
ÖZ
Sodyum-glukoz ko-transporter 2 (SGLT-2) inhibitörleri, diyabet tedavisinde yeni kullanmaya başlanılan ajanlardır. Temel etki mekanizması proksimal renal tübülden glukoz reabsorbsiyonunu engelleyerek üriner glukoz ekskresyonunu arttırmaktır. Kan basıncı ve vücut ağırlığı üzerine olumlu etkileri gösterilmiştir. Bunun dışında bazı çalışmalarda kardiyovasküler faydaları da olabileceği gösterilmiştir. Başlıca yan etkileri enfeksiyonlar olup diğer yan etkiler ve ilaç yönetimi bu yazıda tartışılmıştır.
Keywords: SGLT-2 inhibitörleri, tip 2 diyabet
Case Report
Ayşe Önal, Tayfun Arslan, Aydın Çifci, Şenay Arıkan Durmaz, Aşkın Güngüneş, Mehmet Kabalcı, Turgut Kültür
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 386-390
ABSTRACT
Ulcer development in a diabetic patient's foot can cause serious morbidity and even mortality in patients. In these patients, a small infection can rapidly increase sepsis during the day due to the effects of both vascular pathologies and the disorder of blood sugar regulation, especially the mechanical problems leading to impaired load distribution. The physiological working process of the liver is becoming more difficult with using of painkillers and antibiotics and septic process. This case was initially hospitalized for evaluation and treatment plan for infected diabetic foot ulcer. However, additional investigations were necessary because of the icterus that is required to be detected in terms of the primary liver problem. Clinically detectable icterus of the amputated patient due to diabetic foot infection and impaired liver function tests have dramatically improved with the elimination of source of infection after amputation.
Keywords: Diabetic foot, sepsis, jaundice
ÖZ
Bir diyabetli hastanın ayağında ülser gelişmesi hastalarda ciddi morbidite ve hatta mortaliteye neden olabilmektedir. Bu hastalarda yük dağılımında bozukluğa yol açan mekanik problemler başta olmak üzere hem vasküler patolojiler hem de kan şekeri regülasyonu bozukluğunun etkisiyle küçük bir enfeksiyon odağı günler içinde hızla sepsise ilerleyebilmektedir. Kullanılan ağrı kesici ve antibiyotiklerin karaciğere olumsuz etkisi ve septik tablonun da katkısı ile karaciğerin fizyolojik çalışma süreci zorlaşmaktadır. Bu vakanın öncelikli olarak enfekte diyabetik ayak ülserine yönelik değerlendirme ve tedavi planı için hastaneye yatışı yapılmıştır. Bununla birlikte primer karaciğer problemi açısından değerlendirilmeyi gerekli kılacak kadar şiddetli sarılığı olması ek araştırmaları gerekli kılmıştır. Diyabetik ayak enfeksiyonu nedeniyle ampütasyon yapılan hastanın operasyon öncesi klinik olarak saptanabilen sarılığı ve bozulmuş olan karaciğer fonksiyon testleri ampütasyon sonrası enfeksiyon odağının yok edilmesiyle dramatik şekilde düzelmiştir.
Keywords: Diyabetik ayak, sepsis, sarılık
Case Report
Hatice Kansu Çelik, Sinem Eldem, Esra Yaşar Çelik, Burcu Kısa Karakaya, Serpil Ünlü, Yasemin Taşçı, Yaprak Engin Üstün
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 391-393
ABSTRACT
A 28 years old, 19 weeks pregnant woman ( gravida 3, parity 2, alive 2) admitted to our hospital from outpatient clinic with positive antirubella IgM and IgG results. In our hospital Rubella IgG avidity test was high (88%). Two years ago at her previous pregnancy, antirubella IgM and IgG antibodies had been found to be positive. Fetal anomaly screening ultrasound at 21th week of pregnancy had no classical finding of congenital rubella syndrome. Pregnancy termination was not recommended and she delivered a healthy baby.
Keywords: Rubella virus, pregnancy, rubella IgM antibody, persistant
ÖZ
28 yaşında, gravida 3, parite 2, yaşayan 2, 19 hafta gebe olan hasta dış merkez tarafından kliniğimize pozitif antirubella IgM ve IgG sonuçları nedeniyle yönlendilirdi. Hastanemizde Rubella IgG avidite testi yüksek (%88) saptandı. 2 sene önceki gebelik döneminde yapılan Rubella IgM ve IgG antikorları da pozitif gelen hastanın sonuçları eski enfeksiyon lehine yorumlandı. 21. hafta fetal anomali ultrason taramasında konjenital rubella sendromuyla ilgili bulgu saptanmadı. Hastaya gebelik terminasyonu önerilmedi ve hasta sağlıklı bir bebek doğurdu.
Keywords: Rubella virüsü, gebelik, rubella IgM antikor, persiste
Case Report
Mustafa Çalışkan, Selvihan Beysel, Muhammed Kızılgül, Güleser Saylam, Erman Çakal
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 394-399
ABSTRACT
While mediastinal parathyroid carcinoma is a rare entity by itself, multiglandular coexistence of parathyroid carcinoma and parathyroid adenoma represents an extremely rare condition. Herein, we report such a rare presentation of multiglandular parathyroid neoplasm with an ectopic parathyroid carcinoma in the mediastinum and parathyroid adenoma on neck in a patient with persistent primary hyperparathyroidism (PHP). This 38-year-old female patient who initially presented with nephrolithiasis and osteopenia was subsequently diagnosed as having PHP. Following bilateral surgical neck exploration, existence of a parathyroid adenoma on the right side of neck was revealed. However, due to the persistence of hypercalcemia postoperatively, a single photon emission computed tomographic (SPECT/CT) examination was performed which showed a mass lesion in the anterior mediastinum. A surgical procedure was performed and the lesion, 10x10x3 mm in dimensions, confirmed to be a parathyroid carcinoma by histopathologic examination. At 1-year of follow-up there was no tumor recurrence or hypercalcemia. This is the first patient who had coexistent of ectopic mediastinal parathyroid carcinoma and parathyroid adenoma in the neck with persistent PHP. This case emphasises the difficulties in diagnosing and managing parathyroid disease. Multiple diagnostic studies are crucial for identification of multiple parathyroid glands in patients with persistent PHP.
Keywords: Parathyroid carcinoma, parathyroid adenoma, mediastinum, primary hyperparathyroidism
ÖZ
Mediastinal paratiroid karsinom nadir görülmektedir, ancak mültiglandüler paratiroid karsinom ile birlikte paratiroid adenomun görülmesi çok daha nadirdir. Persistan primer hiperparatiroidisi (PHP) olan bir hastada, mediastende ektopik paratiroid karsinoma ile birlikte boyunda paratiroid adenoma birlikteliği olan nadir multiglandüler paratiroid neoplazi vakasını sunmaktayız. Nefrolitiazis ve osteopenia şikayeti olan 38 yaşında kadın hastaya PHP tanısı kondu. Bilateral boyun eksplorasyonu sonrası, boyunda sağ tarafta paratiroid adenoma saptandı. Postoperatif hiperkalsemi devam etmesi nedeniyle, tek proton emisyonlu tomografi (SPECT/CT) taramasında ön mediastende tutulum gösterildi. Lezyona cerrahi uygulandı, 10x10x3 mm boyutunda paratiroid karsinom histopatolojik olarak doğrulandı. 1-yıllık takip sonunda, tümör rekürensi ve hiperkalsemi görülmedi. Persistan PHP’li hastada ektopik mediastende paratiroid karsinom ve boyunda paratiroid adenom birlikteliği olan ilk vakadır. Bu vaka paratiroid hastalığında tanı ve takipteki zorlukları göstermektedir. Persistan PHPT’li hastalarda multiple paratiroid bezleri gösterebilmek için multiple tanısal metodlar kullanılmalıdır.
Keywords: Paratiroid karsinom, paratiroid adenoma, mediasten, primer hiperparatiroidi
Case Report
Esra Yüksekkaya, Salih Cesur, Çiğdem Ataman Hatipoğlu, Şükran Baysal, Esra Kaya Kılıç, Sami Kınıklı
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 400-402
ABSTRACT
Osteomyelitis due to Gram negative bacilli is rarely reported, it can be seen especially in patients with underlying diseases as sickle cell anemia or intravenous drug abuse. Citrobacter freundii is a Gram-negative bacilli in the Enterobacteriaceae family and it may cause urinary tract infections, pneumonia, bacteremia, sepsis, intraabdominal infections and central nervous system infections, but rarely osteomyelitis. In this article, we present a 38 year old male patient who underwent amputation after a gunshot injury and developed postoperative osteomyelitis on amputation region due to C. freundii.
Keywords: Osteomyelitis, postoperative, Citrobacter freundii
ÖZ
Gram negatif basillere bağlı olarak osteomyelit gelişimi nadiren bildirilmektedir; özellikle orak hücreli anemi, intravenöz ilaç bağımlılığı gibi altta yatan hastalığı olan olgularda görülmektedir. Citrobacter freundii, Enterobacteriaceae ailesinde yer alan Gram negatif bir basil olup, üriner sistem infeksiyonu, pnömoni, bakteriyemi, sepsis, intraabdominal enfeksiyonları ve santral sinir sistemi enfeksiyonlarına neden olabilmektedir; nadiren osteomyelite neden olabilir. Bu yazıda, silahlı yaralanma sonrası ampütasyon uygulanan, amputasyon bölgesinde C. freundii’ye bağlı olarak postoperatif osteomyelit gelişen, 38 yaşında bir erkek hasta sunulmuştur.
Keywords: Osteomyelit, postoperatif, Citrobacter freundii