Research Article
Yücel Yılmaz, Mustafa Duran, Mustafa Altay, Eyüp Özkan, Fatih Tanriverdi, Namık Kemal Eryol
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 131-137
ABSTRACT
Background: We investigated the levels of insulin-like growth factor-1 (IGF-1) in acute myocardial infarction (AMI) patients, and we determined whether a decrease in IGF-1 could influence long-term prognosis.
Methods: In total, 65 patients who were admitted to our hospital for AMI and 25 healthy controls were included in this study. Fasting blood samples were obtained from all patients immediately after AMI and 10 months later to determine their IGF-1 and insulin-like growth factor binding protein-3 (IGFBP-3) levels. Fasting blood samples were obtained from the control group. The patients were also evaluated for cardiac events 10 months after AMI.
Results: The IGF-1 levels were higher in the AMI patients than in the healthy controls (p=0.002); after 10 months, both the IGFBP-3 and IGF-1 levels were higher. No differences were found in cardiac event occurrence between patients with low and high IGF-1 and IGFBP-3 levels (for both the baseline and 10-month values).
Conclusions: The serum total IGF-1 and IGFBP-3 levels were higher in the AMI patients compared to the control patients; however, there was no correlation between the IGF-1 and IGFBP-3 levels and cardiac events during the 10-month period after AMI. Additional studies are needed to clarify the time required for IGF-1 and IGFBP-3 level normalization after AMI, and to determine the effects of IGF-1 and IGFBP-3 on the long-term prognosis of patients after AMI.
Keywords: acute myocardial infarction, cardiac events, insulin-like growth factor-1
ÖZ
Amaç: Akut miyokard infarktüslü (AMİ) hastalarda insülin benzeri büyüme faktörü-1 (İGF-1) düzeylerini araştırdık ve IGF-1’de bir azalmanın uzun vadeli prognozu etkileyip etkilemeyeceğini belirlemeyi amaçladık.
Yöntemler: AMİ nedeniyle hastanemize başvuran 65 hasta ve 25 sağlıklı kontrol birey çalışmaya dahil edildi. İGF-1 ve insülin benzeri büyüme faktörü bağlayıcı protein-3 (IGFBP-3) seviyelerini belirlemek için AMİ’ den sonra en erken zamanda ve 10 ay sonra tüm hastalardan ve kontrol grubundan kan örnekleri alındı. Hastalar AMİ’ den 10 ay sonra kardiyak olayları açısından değerlendirildi.
Bulgular: İGF-1 düzeyleri, AMI hastalarında sağlıklı kontrollerden daha yüksekti (p = 0,002); 10 ay sonra, hem İGFBP-3 hem de İGF-1 seviyeleri daha yüksekti. Düşük ve yüksek İGF-1 ve IGFBP-3 düzeyleri olan hastalarda kardiyak olay oluşumunda anlamlı fark bulunmadı (hem başlangıç hem de 10 aylık değerler için).
Sonuç: Serum total İGF-1 ve İGFBP-3 düzeyleri, AMİ hastalarında kontrol hastalarına göre daha yüksekti; ancak, İGF-1 ve iGFBP-3 seviyeleri ile AMİ sonrası 10 aylık dönemde kardiyak olaylar arasında korelasyon bulunamadı. AMİ sonrası İGF-1 ve İGFBP-3 düzey normalleşmesi için gereken süreyi netleştirmek ve AMİ sonrası hastaların uzun dönem prognozu üzerindeki etkilerini belirlemek için ilave çalışmalara ihtiyaç vardır.
Keywords: akut miyokard infarktüsü, kardiyak olay, insülin benzeri büyüme faktörü-1
Case Report
Ali İrfan Baran, Yusuf Arslan, Mehmet Çelik, Mahmut Sünnetçioğlu, Mustafa Kasım Karahocagil
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 138-141
ABSTRACT
Typhoid fever is a systemic infection caused by Salmonella typhi. It is a disease caused by food and water sources and is an important public health problem in developing countries. Fever, flu-like symptoms, headache, cough, malaise, nausea and myalgia are the most common symptoms. Venous thrombosis often occurs in the fourth week of the disease and was a common complication before the antibiotic era. In this article, we present a case who presented with high fever, headache, fatigue, diarrhea, had deep vein thrombosis as a result of the tests, Salmonella typhi produced in blood culture and healing with ceftriaxone treatment.
Keywords: Salmonella typhi, typhoid fever, thrombosis
ÖZ
Tifo, Salmonella typhi’nin neden olduğu sistemik bir hastalıktır. Yiyecek ve su kaynaklı oluşan bir hastalık olup gelişmekte olan ülkelerde önemli bir halk sağlığı sorunudur. Ateş, grip benzeri semptomlar, baş ağrısı, öksürük, kırgınlık, bulantı ve miyalji en sık görülen semptomlardır. Venöz tromboz sıklıkla hastalığın dördüncü haftasında ortaya çıkmaktadır ve antibiyotik döneminden önce yaygın bir komplikasyondu. Bu yazıda yüksek ateş, baş ağrısı, halsizlik, ishal şikayetleriyle başvuran, tetkikler sonucunda derin ven trombozu saptanan, kan kültüründe Salmonella typhi üreyen ve seftriakson tedavisiyle kür sağlanan bir olgu sunuldu.
Keywords: Salmonella typhi, tifo, tromboz
Review
Derya Adibelli
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 142-150
ABSTRACT
Aim: It is known that non-Hodgkin lymphoma risk increases in agricultural workers and it is thought that pesticides have an effect on this increase. The aim of this systematic review is to evaluate the role and effect of pesticides in the etiology of lymphoma.
Material and Methods: This systematic review was conducted in accordance with the Centre for Reviews and Dissemination 2009 guide developed by York University National Institute of Health Research. It was carried out in the databases Science Direct, EBSCO (CINAHL Complete), PUBMED, Wiley Interscience, Springer Link databases to cover the years 2014-2019.
Results: As a result of the review, six studies were included in the research and presented in “year of study, research type and sample characteristics, measurement tools used, results obtained, and level of evidence”.
Conclusion: It was found that pesticide use was associated with the risk of non-Hodgkin lymphoma and its subtypes. Occupational exposures should be assessed in communities whose main livelihood is agriculture and this group should be trained by health professionals on the use of personal protective equipment and protective behaviors.
Keywords: lymphoma, non-Hodgkin lymphoma (NHL), pesticide, systematic review
ÖZ
Amaç: Tarım çalışanlarında non-Hodgkin lenfoma riskinin arttığı bilinmektedir ve bu artışta pestisitlerin rolü olduğu düşünülmektedir. Bu sistematik derlemenin amacı lenfoma etiyolojisinde pestisitlerin rolünü ve etkisini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntemler: Bu sistematik derleme York Üniversitesi Ulusal Sağlık Araştırmaları Enstitüsü tarafından geliştirilen Derleme ve Yaygınlaştırma Merkezi 2009 kılavuzuna uygun olarak yürütülmüştür. Çalışmaya ilişkin taramalar 2014-2019 yıllarını kapsayacak şekilde Science Direct, EBSCO (CINAHL Complete), PUBMED, Wiley Interscience ve Springer Link veri tabanlarında yapılmıştır.
Bulgular: Tarama sonucunda, kriterlere uyan altı çalışma araştırma kapsamında alınmıştır. Sonuçlar “Çalışmanın yılı, araştırma tipi ve örneklem özellikleri, kullanılan ölçüm araçları, elde edilen sonuçlar ve kanıt düzeyi” başlıkları altında tablo olarak sunulmuştur.
Sonuç: Pestisit kullanımının non-Hodgkin lenfoma ve alt tipleri ile ilişkili olduğu bulunmuştur. Tarımın ana geçim kaynağı olduğu toplumlarda mesleki maruziyet değerlendirilmeli ve bu grup kişisel koruyucu ekipman kullanımı ve koruyucu davranışlar konularında sağlık profesyonelleri tarafından eğitilmelidir.
Keywords: lenfoma, non-Hodgkin lenfoma (NHL), pestisit, sistematik derleme
Research Article
Tonguç Demir Berkol, Hasan Mervan Aytaç
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 151-158
ABSTRACT
Aim: Factors such as personality traits, self-esteem, interpersonal relations and cognitive skills are considered among the risk factors of psychiatric disorders particularly for mood disorders. Presence of a single risk factor is not enough for the disease to emerge. The present study aimed to evaluate the presence of psychosocial triggering factors prior to the episodes of major depressive disorder (MDD) in female patients.
Materials and Methods: This retrospective study included a total of 62 female patients, who visited the psychiatry policlinic and have been diagnosed with MDD alone according to SCID-I. After the diagnostic evaluation of the patients, detailed clinical interview was conducted to assess the presence of triggering factors for depressive episode. All of the participants described triggering factors for major depressive disorder.
Results: Regarding the psychosocial factors as the potential triggers, 26 patients mentioned about the problem of communication and compliance with the spouse (42%), 10 mentioned about the presence of illness in the first-degree relatives (16%) and 10 mentioned about the conflict with the mother-in-law or other relatives (16%). When we collect “communication/compliance problem with the spouse” + “conflict with the mother-in-law/other family members” + “breaking up with the beloved one” + “husband’s cheating on her” stressor groups as a “relationship conflict” group, the mean of BDI and BAI scores of “relationship conflict” group were highest among the all groups.
Conclusions: In the light of these outcomes, it can be concluded that particularly psychosocial factors associated with interpersonal relations play significant role as the triggering factors for depressive episodes in female patients. Among these factors, the problem of communication and compliance with the spouse is particularly striking.
Keywords: depression, female, psychosocial trigger
ÖZ
Amaç: Kişilik özellikleri, öz-saygı, kişilerarası ilişkiler ve bilişsel beceriler gibi faktörler, özellikle duygudurum bozuklukları başta olmak üzere psikiyatrik bozuklukların risk faktörleri arasında sayılmaktadır. Hastalığın ortaya çıkması için tek bir risk faktörünün varlığı yeterli değildir. Genetik yapının olumsuz çevresel faktörlerle etkileşimi de önemlidir. Bu çalışmada, kadın hastalarda major depresyon epizodlarından önce psikososyal tetikleyici faktörlerin varlığını değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Psikiyatri polikliniğine başvuran ve SCID-1 ile major depresyon tanısı konulan toplam 62 kadın hasta retrospektif şekilde dizayn edilmiş olan çalışmaya alındı. Hastaların tanısal değerlendirmesinden sonra, depresif atak için tetikleyici faktörlerin varlığını değerlendirmek amacıyla ayrıntılı klinik görüşme yapıldı.
Bulgular: Potansiyel tetikleyiciler olarak psikososyal faktörlerle ilgili olarak, hastaların 26’sı eşi ile ilgili iletişim ve uyum hakkında (%42), 10’u birinci derece akrabalarda hastalık varlığından (%16), 10’u da kayınvalidesi ve veya başka akrabalarıyla olan anlaşmazlıktan bahsetmiş olup 8’i taşınmadan (%13), 6’sı sevgiliden ayrılmadan (%10) ve 2’si de eş aldatmasından bahsetmiştir (%3). “Eş ile iletişim / uyum sorunu”, “kayınvalidesiyle / diğer aile üyeleriyle anlaşmazlık”, “sevgilisinden ayrılmak” ve “eşi tarafından aldatılmak” stresörleri “ilişki çatışması” grubunda toplandığında bu grubun depresyon ve anksiyete skorlarının ortalaması tüm gruplar arasında en yüksek oranda bulunmuştur.
Sonuç: Bu bulgular ışığında, özellikle kadınlarda depresyon atakları için tetikleyici faktörler olarak kişilerarası ilişkilerle ilişkili psikososyal faktörlerin önemli rol oynadığı sonucuna varılabilir. Bu faktörler arasında eş ile iletişim ve uyum sorunu özellikle dikkat çekicidir.
Keywords: depresyon, kadın, psikososyal tetikleyici
Research Article
Tülin Arici, Bora Uzuner
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 159-164
ABSTRACT
Aim: The aim in this study is to evaluate retrospectively the patients who referred to the pain clinic in our hospital with pain in 45 months period with regards to pain types, demographic characteristics and treatment methods.
Material and Methods: In our study, we investigated the records of patients with chronic pain in Saglik Bilimleri University Samsun Training and Research Hospital pain clinic between July 2015-March 2019 in a cross-sectional study. Pain types, demographic characteristics and treatment methods were evaluated retrospectively.
Results: During 45 months period, it was showed that 25288 patients with chronic pain referred to the pain clinic. 16046 (63.5%) patients were female and 9242 (36.5%) patients were male. The most common causes of non-cancer pain were back pain, myofascial pain and neuropathic pain. The number of patients with cancer pain were 674 (2.7%). We observed that all of the patients had medical treatment and 3635 (14.4%) patients had both medical and interventional pain treatment. The most common interventional pain treatments methods were trigger point injection, joint injection, transforaminal epidural injection and facet median nerve block.
Conclusion: We have shown that it has been referred numerous patients in our clinic at 45 months period and interventional pain treatment has been administered to 14.4% of these patients. For this reason, we believed that these results will be an important data source for chronic pain studies.
Keywords: pain, pain clinic, interventional pain treatment
ÖZ
Amaç: Bu çalışmadaki amacımız, hastanemiz ağrı polikliniğine 45 aylık sürede ağrı şikayeti ile başvuran hastaların demografik özellikleri, ağrı tipleri ve tedavilerini geriye dönük olarak değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmamızda Temmuz 2015-Mart 2019 tarihleri arasında Sağlık Bilimleri Üniversitesi Samsun Eğitim ve Araştırma Hastanesi ağrı polikliniğine kronik ağrı şikayeti ile başvuran hastaların dosyaları incelendi. Hastaların demografik özellikleri, ağrı tipleri ve uygulanan tedaviler geriye dönük, kesitsel çalışma olarak değerlendirildi.
Bulgular: 45 aylık sürede polikliniğimize 25288 kronik ağrılı hastanın başvurduğu görüldü. Hastaların 16046’sı kadın (%63,5), 9242’si erkek (%36,5) olarak tespit edildi. En sık kanser dışı ağrı nedenleri (KDA); bel ağrısı, miyofasial ağrı ve nöropatik ağrı idi. Kanser ağrısı (KA) nedeni ile başvuran hasta sayısı 674 (%2,7) idi. Hastaların tamamına medikal tedavi ve 3635 (%14,4) hastaya ek olarak girişimsel ağrı tedavisi uygulandığı tespit edildi. En sık yapılan girişimsel ağrı tedavi yöntemleri; tetik nokta enjeksiyonu, eklem içi enjeksiyon uygulaması, transforaminal epidural enjeksiyon ve faset median sinir bloğu uygulaması olarak saptandı.
Sonuçlar: 45 aylık sürede algoloji kliniğimize yoğun bir hasta başvurusu olduğu ve hastaların %14,4’lük kısmına girişimsel ağrı tedavisi uygulandığı görülmüştür. Merkezimizin bu sonuçlarının kronik ağrı çalışmaları için önemli bir veri kaynağı olacağını düşünmekteyiz.
Keywords: ağrı polikliniği, ağrı, girişimsel ağrı tedavileri
Research Article
Betül Erismis, Gamze Gulcicek, Medine Sisman, Betul Yildirim Ozturk, Deniz Yilmaz, Itir Sirinoglu Demiriz
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 165-169
ABSTRACT
Aim: Pancytopenia is a clinical problem which has a wide differential diagnostic spectrum and may occur with various mechanisms. In this study we aimed to determine the most common etiologic causes in patients with pancytopenia.
Materials and Methods: The records of patients aged 18 years and older, who applied to the Health Sciences University Bakirkoy Dr. Sadi Konuk Training and Research Hospital between 2012 and 2017 and who were diagnosed with pancytopenia according to World Health Organization (WHO) criteria were retrospectively reviewed. Statistical Method: Mann-Whitney-U test was used for 2 groups and Kruskal-Wallis test was applied for 3 and more groups. Since no normal distribution was provided as a descriptive statistic, median and change interval values were given for continuous data.
Results: A total of 766 patients, 475 (62%) women and 291(38%) men, were included in the study. In these patients, non-hematologic causes were found in 77.7% and hematologic causes in 22.3% of patients with pancytopenia. Hematological etiologies were 72.2% benign and 27.8% malignant. Non-hematological causes were divided into groups as renal diseases (6.05%), rheumatological diseases (2.3%), infective diseases (10.7%), endocrinological diseases (3.8%), hypersplenism (14.4%), immunosuppressive drug use (17.4%), solid organ cancers (10.7%) and unidentified reasons (34.2%).
Conclusion: Pancytopenia should be evaluated carefully and the etiology should be detected quickly and corrected by appropriate treatment. It is an appropriate approach to exclude, firs the non-hematological causes (especially immunosuppressive drug use, hypersplenism, infection and solid organ cancers) and the benign causes of hematological reasons.
Keywords: pancytopenia, anemia, leukopenia, thrombocytopenia, malignancy
ÖZ
Amaç: Pansitopeni, çeşitli mekanizmalarla ortaya çıkabilen ve geniş bir ayırıcı tanı spektrumuna sahip klinik bir problemdir. Bu çalışmada pansitopenili hastalarda en sık görülen etiyolojik nedenleri belirlemeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Sağlık Bilimleri Üniversitesi Bakırköy Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne 2012-2017 yılları arasında başvuran ve Dünya Sağlık Örgütü kriterlerine göre pansitopeni tanısı alan 18 yaş ve üstü hastaların kayıtları retrospektif olarak incelendi.
İstatistiksel Yöntem: İkili gruplara Mann-Whitney-U testi, 3 ve daha fazla grubun olduğu karşılaştırmalarda ise Kruskal-Wallis testi uygulandı. Tanımlayıcı bir istatistik olarak normal dağılım sağlanmadığından, sürekli veriler için ortanca ve değişim aralığı değerleri verildi. Bulgular: Çalışmaya 475 (%62) kadın ve 291 (%38) erkek olmak üzere toplam 766 hasta dahil edildi. Bu hastaların %77,7’sinde hematolojik olmayan nedenler, %22,3’ünde ise hematolojik nedenlerin pansitopeni etiyolojisinde rol oynadığı görüldü. Hematolojik etiyolojilerin %72,2’si benign, %27,8’i ise malign hastalıklardan oluşmaktaydı. Hematolojik olmayan nedenlerin ise; renal (%6,05), romatolojik hastalıklar (%2,3), enfektif hastalıklar (%10,7), endokrinolojik hastalıklar (%3,8), hipersplenizm (%14,4), immünsupresif ilaç kullanımı (%17,4), solid organ kanserleri (%10,7) ve tanımlanamayan nedenler (%34,2)’den oluştuğu görüldü.
Sonuç: Pansitopeni dikkatlice değerlendirilerek etiyolojisi hızlı bir şekilde tespit edilmeli ve uygun tedavi ile düzeltilmelidir. Öncelikle hematolojik olmayan nedenlerin (özellikle immünsupresif ilaç kullanımı, hipersplenizm, enfeksiyon ve solid organ kanserleri) ve hematolojik nedenlerden de benign hastalıkların dışlanması uygun bir yaklaşımdır.
Keywords: pansitopeni, anemi, lökopeni, trombositopeni, malignite
Research Article
Ugur Gurlevik, Mehmet Citirik, Erdogan Yasar, Sevilay Karahan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 170-174
ABSTRACT
Purpose: The aim of this study was to investigate the effect of autologous serum and dexpanthenol gel on subjective symptoms after pterygium surgery.
Methods: An evaluation was made of patients who underwent the same technique of pterygium surgery between June 2017 and December 2017. Patients were divided into 2 groups with autologous serum used postoperatively in Group 1 (n: 18) and 5% dexpanthenol gel in Group 2 (n: 12). Evaluation was made of both groups in respect of postoperative pain, stinging, irritation, redness and graft edema.
Results: There was no statistically significant difference between the groups in respect of pain, stinging and watering on the 1st, 3rd and 7th days. A statistically significant decrease in these complaints was observed on days 3 and 7 in the group using dexpanthenol. There was no statistically significant difference between the groups on days 1, 3 and 7in respect of redness and graft edema. In both groups, a statistically significant increase was determined in these findings on days 3 and 7.
Conclusion: After pterygium surgery, many agents increase the comfort of patients. Autologous serum is the most reliable and most investigated agent. Dexpanthenolmay be an alternative to anterior segment surgery in respect of patient comfort and wound healing.
Keywords: dexpanthenol, pterygium, autologous serum, verbal pain scale
ÖZ
Amaç: Bu çalışmanın amacı, pterjiyum cerrahisi sonrası otolog serum ve dekspantenol jelin subjektif semptomlar üzerindeki etkisini araştırmaktır.
Metod: Haziran 2017 ve Aralık 2017 tarihleri arasında aynı cerrah tarafından yapılan pterjiyum cerrahisi uygulanan hastaların değerlendirilmesi yapıldı. Hastalar 2 gruba ayrıldı. Grup 1’de (n: 18) ameliyat sonrası otolog serum kullananlar ve grup 2’de (n: 12) %5 dekspantenol jel kullanılar vardı. Her iki grupta da postoperatif ağrı, batma, tahriş, kızarıklık ve greft ödemi yönünden değerlendirme yapıldı.
Bulgular: Gruplar arasında 1., 3. ve 7. günlerde ağrı, batma ve tahriş açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Dekspantenol kullanan grupta 3 ve 7. günlerde 1. güne göre bu şikayetlerde istatistiksel olarak anlamlı bir azalma gözlendi. Gruplar arasında kızarıklık ve greft ödemi açısından 1., 3. ve 7. günlerde istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu. Her iki grupta da, bu bulgularda 3. ve 7. günlerde 1. güne göre istatistiksel olarak anlamlı bir artış tespit edildi.
Sonuç: Pterjiyum cerrahisi sonrası birçok ajan hasta konforunu arttırmaktadır. Otolog serum en güvenilir ve en çok araştırılan ajandır. %5 Dexpanthenol jel, hastanın konforu ve yara iyileşmesi açısından ön segment cerrahisine alternatif olabilir.
Keywords: dexpanthenol, pterygium, otolog serum, sözel ağrı ölçeği
Research Article
Mehmet Inanir, Müjgan Gürler, Ramazan Kargın, Emrah Erdal
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 175-180
ABSTRACT
Aim: The pathogenesis of myocarditis, which has high morbidity and mortality in childhood and adolescence, has not been fully elucidated. The pathogenesis of acute myocarditis is a complex process in which multiple agents play a role. We aimed to compare ECG, laboratory and echocardiographic parameters of patients during acute exacerbation of myocarditis and clinical remission.
Material and Method: 144 patients (124 males, 20 females) with an acute myocarditis episode were included in the study (28 ± 5). These patients were called for control during the clinical remission period of 3-12 months. The ECG, laboratory and echocardiographic parameters of the patients were compared during acute exacerbation and clinical remission. QT and Tp-e ECG parameters were measured. In addition to routine biochemistry and hemogram parameters, troponin I, uric acid, CRP, sedimentation, TSH and cholesterol levels were measured. Left ventricular ejection fraction was measured as an echocardiographic parameter.
Results: When compared with the clinical remission Tp-e interval (p: 0.032), QT-max (p=0.014), QT-min (p=0.001), TSH (p<0.001), Trop (p<0.00), Urea (p=0.028), Alt (p=0.010), Ast (p<0.001), Wbc (p<0.001), Hb (p<0.001), Htc (p<0.001), Rdw (p<0.001), Plt (p<0.001), Mpv (p<0.001), Neu (p=0.003), Lym (p=0.013), Mon (p<0.001), Eo (p=0.003), Pdw (p<0.001), CRP (p=0.001), ESR (p<0.001), and HDL-C (p=0.002) were significantly changed in patients with acute attack myocarditis.
Conclusion: ECG parameters, inflammation markers, and HDL cholesterol levels were significantly improved in the clinical remission in addition to the left ventricular ejection fraction during acute exacerbation of the patients. LVEF, ECG parameters, inflammation markers, TSH and HDL cholesterol levels were thought to be important in terms of clinical course and pathogenesis of the disease.
Keywords: biochemical, ECG, echocardiography, myocarditis, remission
ÖZ
Amaç: Çocukluk ve ergenlikte yüksek morbidite ve mortaliteye sahip miyokardit patogenezi tam olarak aydınlatılamamıştır. Akut miyokardit patogenezi, çoklu ajanların rol oynadığı karmaşık bir süreçtir. Miyokarditin akut alevlenmesi ve klinik remisyon sırasında EKG, laboratuvar ve ekokardiyografik parametreleri karşılaştırmayı amaçladık.
Materyal ve Yöntem: Akut miyokardit atağı olan 144 hasta (124 erkek, 20 kadın) çalışmaya dahil edildi (28 ± 5). Bu hastalar 3-12 aylık klinik remisyon döneminde kontrol altına alındı. Akut alevlenme ve klinik remisyon sırasında hastaların EKG, laboratuvar ve ekokardiyografik parametreleri karşılaştırıldı. QT ve Tp-e gibi EKG parametreleri ölçüldü. Rutin biyokimya ve hemogram parametrelerine ek olarak troponin I, ürik asit, CRP, sedimantasyon, TSH ve kolesterol düzeyleri ölçüldü. Sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonu ekokardiyografik parametre olarak ölçüldü.
Bulgular: Klinik remisyon ile karşılaştırıldığında, akut atak miyokarditli hastalarda Tp-e aralığı (p: 0,032), QT-max (p = 0,014), QT-min (p = 0,001), TSH (p <0,001), Trop (p <0,00), Üre (p = 0,028), Alt (p = 0,010), Ast (p <0,001), Wbc (p <0,001), Hb (p <0,001), Htc (p <0,001), Rdw (p <0,001), Plt (p <0,001), Mpv (p <0,001), Neu (p = 0,003), Lym (p = 0,013), Mon (p <0,001), Eo (p = 0,003), Pdw (p <0,001), CRP (p=0,001), ESR (p<0,001), and HDL-C (p=0,002) önemli ölçüde değişmiştir.
Sonuç: EKG parametreleri, inflamasyon belirteçleri ve HDL kolesterol düzeyleri, hastaların akut alevlenmesi sırasında sol ventrikül ejeksiyon fraksiyonuna ek olarak klinik remisyonda önemli ölçüde iyileşti. LVEF, EKG parametreleri, inflamasyon belirteçleri, TSH ve HDL kolesterol düzeylerinin hastalığın klinik seyri ve patogenezi açısından önemli olduğu düşünülmektedir.
Keywords: biyokimyasal, EKG, ekokardiyografi, miyokardit, remisyon
Research Article
Semanur Özdel, Esra Bağlan, Mehmet Bülbül
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 181-185
ABSTRACT
Objective: Leg pain is a common complaint in childhood and is one of the most common causes of admission to pediatric rheumatology outpatient clinics. The aim of this study was to analyze the demographic data and etiology of patients presenting with leg pain and to reveal common causes.
Material and Methods: The files of patients who presented to our pediatric rheumatology outpatient department between August 2018 and August 2019 due to leg pain were retrospectively reviewed. Patient demographic, clinical, and laboratory data were obtained from the patients’ files and hospital database. An information form that collected data on patient gender and current age, age at disease onset, age at diagnosis was completed for all patients.
Results: The study included 270 patients with a mean age of 10.4 ± 4.8 years, including 170 (63%) females and 100 (37%) males. The mean age of onset of complaints was 9.1 ± 3.2 years. The most common cause of leg pain was hypermobility syndrome with 74 (27.4%) patients. Respectively, 41 (15%) patients were diagnosed with growing pain, 39 (14,4%) patients with Osgood-Schlatter disease, 32 (11,8%) patients with post-infectious arthritis / arthralgia, 28 (10,3%) patients with fibromyalgia, 20 (7,4%) patients with juvenile idiopathic arthritis. Two patients had acute lymphoblastic leukemia and 10 patients had acute rheumatic fever. All patients with fibromyalgia were girls and adolescents. 62.5% of leg pain was bilateral. 44% of patients really had leg pain. Although the complaint of presentation in other patients was leg pain, it was not the legs but the localized knee and ankles.
Conclusion: Leg pain is a common complaint both in childhood and adolescence. Hypermobility syndrome was the most common cause in both periods. Osgood-Schlatter disease and fibromyalgia should be considered especially in adolescence and growing pain in childhood. In addition to these benign diseases, diseases such as juvenile idiopathic arthritis and acute rheumatic fever should be considered, especially when the joint is swollen. Leukemia’s, avascular necrosis and meniscopathies may also present with leg pain. As a result, leg pain in children is a complaint that should be considered and patients should be questioned well and differential diagnosis should be made well.
Keywords: leg pain, growth pain, hypermobility, arthritis
ÖZ
Amaç: Bacak ağrısı çocukluk çağında sık görülen bir yakınma olup çocuk romatoloji polikliniklerine sık başvuru nedenlerinden birisidir. Bu çalışmada bacak ağrısı ile çocuk romatoloji polikliniğine başvuran olguların etiyolojilerinin araştırılması ve sık görülen nedenlerin ortaya konması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Ağustos 2018 ile Ağustos 2019 tarihleri arasında bacak ağrısı nedeniyle çocuk romatoloji polikliniğine başvuran 270 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların dosyaları geriye dönük olarak incelendi. Hastaların başvuru yakınmaları, demografik, klinik ve laboratuvar verileri önceden hazırlanmış formlara kaydedildi.
Bulgular: Çalışmaya %63’ü (n=170) kız olmak üzere 270 hasta dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı ve ortalama yakınma başlama yaşı sırasıyla 10,4 ± 4,8 ve 9,1 ± 3,2 yıl bulundu. Bacak ağrısının en sık sebebi 74 (%27,4) hasta ile hipermobilite sendromuydu. Daha sonra sırasıyla 41 (%15) hastaya büyüme ağrısı, 39 (%14,4) hastaya Osgood-Schlatter hastalığı, 32 (%11,8) hastaya post-enfeksiyöz artrit/artralji, 28 (%10,3) hastaya fibromiyalji, 20 (%7,4) hastaya juvenil idyopatik artrit tanısı konuldu. On (%3,7) hasta akut romatizmal ateş, 2 (%0,74) hasta akut lenfoblastik lösemi tanısı aldı. Yaş grupları değerlendirildiğinde özellikle fibromyalji tanısı alan hastaların hepsi adolesan kız çocuğuydu. Bacak ağrılarının %62,5’i çift taraflıydı. Hastaların %44’ünde gerçekten bacak ağrısı varken diğer hastalarda başvuru yakınması bacak ağrısı olmasına rağmen asıl gösterilen yer bacaklar değil diz ve ayak bilek eklemleriydi.
Sonuç: Çocukluk çağında bacak ağrısı sık karşılaşılan bir yakınma olup sıklıkla hipermobilite sendromu ve büyüme ağrısı gibi inflamatuvar olmayan nedenlere bağlı olarak görülebilmektedir. Çalışmamızda da bacak ağrısının en sık sebebi hipermobilite sendromuydu. Özellikle adolesan dönemde Osgood-Schlatter hastalığı ve fibromiyalji, çocukluk döneminde ise büyüme ağrısı ön planda düşünülmelidir. Bu benign hastalıkların yanında özellikle eklemde şişlik olduğunda juvenil idyopatik artrit ve akut romatizmal ateş gibi hastalıklar da akılda tutulmalıdır. Yine nadir görülen hastalıklardan lösemiler, avasküler nekroz, meniskopatiler de bacak ağrısı ile başvurabilir. Sonuçta çocuklarda bacak ağrısı önemsenmesi gereken bir yakınma olup hastalar iyi sorgulanmalı ve ayırıcı tanı iyi yapılmalıdır.
Keywords: bacak ağrısı, büyüme ağrısı, hipermobilite, artrit
Research Article
Ebru Gözüyeşil
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 186-193
ABSTRACT
Aim: This study was conducted to evaluate the genital hygiene behaviors of women living in a slum area.
Method: This descriptive research, which was conducted with women living in low socioeconomic level in Akıncılar and Suluca region of Adana. The population of the study was composed of approximately 420 women who living in Akıncılar and Suluca region. The sample was calculated by simple random sampling method and 146 women were included in the study. Data was collected using a Personal Information Form and Genital Hygiene Behaviors Inventory. The obtained data was analyzed using Mann-Whitney U, Kruskal-Wallis and Post-hoc test statistics.
Results: It was determined that the average age of the women was 31.25±10.42, 48.6% of them are illiterate, all of them married, not working and income perceptions are less than the income. It was determined that total median score of women from Genital Hygiene Behaviors Inventory are 46. It was found that the difference between Genital Hygiene Behaviors Inventory median scores of women according to educational status, educational status of spouses, perceptions of nutritional status, smoking status and frequency of changing daily pad were significant (p<0.05).
Conclusions: In this research, it was determined that Genital Hygiene Behaviors of women living in a slum area are insufficient.
Keywords: genital hygiene, women health, socioeconomic status
ÖZ
Amaç: Bu araştırma gecekondu bölgesinde yaşayan kadınların genital hijyen davranışlarının belirlenmesi amacıyla yapılmıştır.
Yöntem: Tanımlayıcı tipte bu araştırma, Adana’nın Akıncılar ve Suluca bölgesinde yaşayan sosyoekonomik düzeyi düşük kadınlar ile yürütülmüştür. Araştırmanın evrenini Akıncılar ve Suluca bölgesinde yaşayan yaklaşık 420 kadın oluşturmuştur. Örneklemi ise basit rastgele örneklem yöntemi ile hesaplanmış ve 146 kadın araştırmaya dâhil edilmiştir. Veriler; Kişisel Bilgi Formu ve Genital Hijyen Davranışları Envanteri kullanılarak toplanmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde Mann Whitney U, Kruskal Wallis ve Post-hoc test istatistiği kullanılmıştır.
Bulgular: Kadınların yaş ortalamasının 31,25±10,42 olduğu, %48,6’sının okuryazar olmadığı, tamamının evli olduğu, çalışmadığı ve gelir durumu algılarının gelirlerinin giderlerinden az olduğu belirlenmiştir. Kadınların Genital Hijyen Davranışları Envanteri toplam puan ortanca değeri 46 olarak saptanmıştır. Kadınların eğitim durumları, eşlerinin eğitim durumları, beslenme durumu algıları, sigara içme durumları ve günlük ped değiştirme sıklığı değişkenlerine göre Genital Hijyen Davranışları Envanteri toplam ortanca değerleri arasında istatistiksel olarak anlamlı farklılık saptanmıştır (p<0,05).
Sonuç: Bu araştırmada gecekondu bölgesinde yaşayan kadınların genital hijyen davranışlarının yetersiz olduğu saptanmıştır.
Keywords: genital hijyen, kadın sağlığı, sosyoekonomik statü
Research Article
Meltem Tulğar, Murad Mutlu, Melike Yüceege, Hikmet Fırat, Sadık Ardıç
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 194-199
ABSTRACT
Background and Aim: Compliance is the adherence of the patient to continuous positive airway pressure (CPAP) therapy after his/her decision to start treatment. The aim of this study is to evaluate the compliance to CPAP therapy in a large patient population and the results were presented after 5 years of follow-up period in order to emphasize long-term compliance with CPAP treatment in the light of the literature.
Materials and Methods: Patients who could not afford CPAP device or attend regular controls were excluded from the study and the remaining 174 patients were included in the study. At the end of 5 years, the patients were called back. A total of 110 patients met the eligibility criteria for the study110 patients (79 males, 31 females) whose charts were reviewed.
Results: Fifty of 110 study participants (45.5%) regularly used CPAP device for ≥4 hours and the remaining 60 (54.5%) patients did not use CPAP device regularly. At the end of 5 years, we found that 36.4% of the patients used the device 4 hours a night. AHI severity does not affect adherence to the device and compliance rates (2=2.743; p=0.254).
Conclusion: The patients compliance rates with CPAP device was found concord with the literature. This study conveys greater importance than other relevant studies in the literature in that it encompasses a larger patient population followed up for a longer period.
Keywords: sleep apnea syndrome, positive airway pressure, compliance
ÖZ
Giriş ve Amaç: Kompliyans, hastanın tedaviye başlama kararından sonra sürekli pozitif havayolu basıncı (CPAP) tedavisine uymasıdır. Bu çalışmanın amacı, geniş bir hasta popülasyonunda CPAP tedavisine uyumu değerlendirmektir ve sonuçlar literatür ışığında CPAP tedavisine uzun vadeli uyumu vurgulamak amacıyla 5 yıllık takip süresinden sonra sunulmuştur.
Gereç ve Yöntem: CPAP cihazı alamayan veya düzenli kontrollere katılamayan hastalar çalışmaya alınmadı ve kalan 174 hasta çalışmaya dahil edildi. 5 yılın sonunda hastalar geri çağrıldı. Toplam 110 hasta, çizelgeleri gözden geçirilmiş 110 hasta (79 erkek, 31 kadın) için uygunluk kriterlerini karşılamıştır.
Bulgular: Çalışmaya katılan 110 kişiden 50'si (%45,5) düzenli olarak ≥4 saat CPAP cihazı kullanmış ve geri kalan 60 (%54,5) hasta düzenli olarak CPAP cihazı kullanmamıştır. 5 yılın sonunda hastaların %36,4'ünün cihazı gece 4 saat kullandığını tespit ettik. AHI şiddeti cihaza uyumu ve uyum oranlarını etkilemez (2 = 2,743; p = 0,254).
Sonuç: Hastaların CPAP cihazına uyum oranları literatürle uyumlu bulunmuştur. Bu çalışma, daha uzun süre takip edilen daha geniş bir hasta popülasyonunu kapsaması bakımından literatürdeki diğer ilgili çalışmalardan daha fazla önem taşımaktadır.
Keywords: uyku apne sendromu, pozitif hava yolu basıncı, kompliyans
Research Article
Eşref Araç, İhsan Solmaz
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 200-205
ABSTRACT
Aim: Diabetic patients have atherogenic dyslipidemia characterized by increased triglyceride, increased low-density lipoprotein (LDL) cholesterol, and low-density lipoprotein (HDL) cholesterol. Lipoprotein abnormalities explain the increased risk of coronary artery disease in patients with diabetes. It is estimated that 30-60% of patients with type 2 diabetes have dyslipidemia. The high HbA1c value indicates that the risk of complications may be increased in addition to poor glycemic control, but it is also important in terms of investigating the patient for dyslipidemia and treating appropriate patients. In this study, we planned to investigate whether HbA1c is affected by high triglyceride values and whether triglyceride elevation may indicate low HbA1c.
Material and Methods: In this study, Diabetic patients aged between 18-65 years with HbA1c > 6.5 who applied to Diyarbakır Gazi Yaşargil Training and Research Hospital Internal Medicine Clinic between July 2017 and July 2019 were included.
Results: In our study we found a negative relationship between the age of our patients and HbA1c, glucose and triglycerides. There was a linear correlation between HbA1c and triglyceride. In parallel with the rise of triglyceride, there was also an increase in HbA1c.As glucose and triglyceride increased, HbA1c also increased.
Conclusion: HbA1c level was not affected by elevated triglyceride and did not cause low results. We also think that the decrease in triglyceride, HbA1c and glucose levels with age and the increase in triglyceride level as HbA1c level increases are the most important data of our study. We think that this study is valuable in terms of demonstrating that failure of glucose regulation in diabetic patients adversely affects lipid profile.
Keywords: HbA1c, glucose, triglyceride, age
ÖZ
Giriş: Diyabetik hastalarda trigliserid yüksekliği, düşük dansiteli lipoprotein (LDL) kolesterolün artışı ve yüksek dansiteli lipoprotein (HDL) kolesterolün düşüklüğü ile karakterize aterojenik dislipidemi görülür. Lipoprotein anormallikleri diyabetli hastalarda görülen koroner arter hastalığı riskinin artmasını açıklamaktadır. Tip 2 diyabetli hastaların %30-60’ında dislipidemi olduğu tahmin edilmektedir. Glikolize hemoglobin (HbA1c) değerinin yüksek olması kötü glisemik kontrolün yanında komplikasyon riskinin artmış olabileceğini göstermekle birlikte ayrıca hastanın dislipidemi yönünden araştırılması ve uygun hastaların tedavi edilmesi açısından önemlidir. Bu çalışmamızda trigliserid değerinin yüksek HbA1c değerinden etkilenip etkilenmediğini, aralarında ilişki olup olmadığını tespit etmek için planladık.
Gereç ve Yöntemler: Temmuz 2017 ile Temmuz 2019 tarihleri arasında Diyarbakır Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesi Dâhiliye Polikliniği’ne başvuran diyabetes mellitus tanılı hastalar retrospektif olarak tarandı. Bu hastalar arasında HbA1c >6,5 ve trigliserid düzeyi 150-1000 mg/dl’nin arasında olanlar çalışmaya dahil edildi.
Bulgular: Hastalarımızın 2492’si kadın (%62), 1564’ü erkek (%38) idi. Hastalarımızın ortalama yaşı 53’tü (min-max; 18-65). HbA1c, trigliserid, cinsiyet, yaş ve glukoz arasında yapılan istatistiksel karşılaştırmada; HbA1c’nin trigliserid, yaş ve glukoz ile anlamlı farklılık gösterdiği (Sırasıyla; p değerleri: 0,000, 0,027, 0,000), cinsiyet ile istatistiksel olarak anlamlı fark olmadığı (p: 0,723), trigliseridin ise HbA1c, yaş, glukoz ve cinsiyet ile anlamlı farklılık gösterdiği görüldü (Sırasıyla; p değerleri: 0,000, 0,000, 0,000, 0,001).
Sonuçlar: HbA1c düzeyinin trigliseridin yükselmesinden etkilenmediği ve düşük sonuçlara neden olmadığı görüldü. Ayrıca yaş ile birlikte trigliserid, HbA1c ve glukoz düzeyinde düşüş olması ile HbA1c düzeyi artıkça trigliserid düzeyinde de artış izlenmesinin çalışmamızın en önemli verisi olduğunu düşünmekteyiz. Diyabetik hastanın glukoz regülâsyonunun sağlanamamasının lipid profilini olumsuz etkilediğini ortaya koyması açısından bu çalışmamızın değerli olduğunu düşünmekteyiz.
Keywords: HbA1c, glukoz, trigliserid, yaş
Research Article
Zafer Cakir, Hasan Basri Savas
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 206-210
ABSTRACT
The novel coronavirus which is known as SARS-CoV-2 or COVID-19 emerged in China with the first clinical case in December 2019, and afterwards, it has turned into a global problem very fast. Iran is a crowder Middle Eastern country with a population of 82531700. Until 31.03.2020, the number of cases in Iran reached 44605, and 2898 patients lost their lives. This study aimed to simulate the progression of the COVID-19 pandemic in Iran with modified mathematical modelling established based on the information that the time-dependent change (spreading rate) in the number P of the individuals who has caught a contagious disease is proportional to the multiplication of the numbers of those who have caught the disease and those who have not. If the precautions are increased a little bit, as its reflection on the progression of the disease would be “exponential”, it seems possible for the number of cases to decrease down to around 120 thousand and for the deaths to be around 8 thousand or even lower. According to our modified mathematical modelling results, in order to change the course of the pandemic in Iran, effective individual and public precautions should definitely be taken urgently. The most effective individual precautions may be listed as paying maximal attention to hygiene, having a natural and healthy diet, increasing mobility and exercise and paying attention to social isolation.
Keywords: COVID-19, mathematical modelling, pandemic, precautions, public health
ÖZ
SARS-CoV-2 veya COVID-19 olarak bilinen yeni koronavirüs, Çin’de Aralık 2019’daki ilk klinik vaka ile ortaya çıktı ve daha sonra çok hızlı bir şekilde küresel bir soruna dönüştü. İran, nüfusu 82531700 olan bir kalabalık Ortadoğu ülkesidir. 31.03.2020 tarihine kadar İran’daki vaka sayısı 44605’e ulaştı ve 2898 hasta hayatını kaybetti. Bu çalışmada, genel anlamda bulaşıcı hastalığa yakalanmış bireylerin P sayısının zamana göre değişim (yayılma) hızı; hastalığa yakalanmış olanların sayısı ile yakalanmamış olanların sayısının çarpımı ile orantılı olması bilgisinden yola çıkarak oluşturulan yeni bir modifiye özgün matematiksel modelleme üzerinden COVID-19 pandemisinin İran’daki gidişatının simüle edilmesi amaçlandı. Önlemler biraz artarsa, hastalığın ilerlemesi üzerine yansıması “üstsel” olacağı için, vaka sayısının 120 bine düşmesi ve ölümlerin 8 bin civarında olması bile mümkün görünmektedir. Modifiye matematiksel modelleme sonuçlarımıza göre, İran’daki pandeminin seyrini değiştirmek için etkili bir şekilde bireysel ve kamusal önlemler mutlaka acilen alınmalıdır. En etkili bireysel önlemler hijyene azami önem vermek, doğal ve sağlıklı beslenmek, hareketliliği ve egzersizi arttırmak ve sosyal izolasyona dikkat etmek olarak sıralanabilir.
Keywords: COVID-19, matematiksel modelleme, pandemi, önlemler, halk sağlığı
Research Article
Zekeriya Aktürk, Kenan Taştan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 211-218
ABSTRACT
Objectives: Although the Enneagram is known for hundreds of years, research in this area is scarce. The purpose of this study was to analyze the frequency of personality types of a Turkish-speaking sample and compare the rates of different personalities with demographic data.
Methods: The Tastan Personality Types Inventory, an instrument based on Enneagram, was hosted at Google Forms and made available via the university’s academic web page. Online responses were collected between 08.04.2015 and 22.8.2019. Participants of the study were Turkish speaking people aged adolescents and adults.
Results: Results for 1646 participants were analyzed. The mean (±SD) age was 29.48±11.03 years. The most commonly encountered main personality type was number 2, “the helper,” (n=335, 20.4%), while number 8, “the challenger” was the most frequently encountered personality wing (284, 17.3%). The frequency of type 8 personality was decreasing with increasing age, while the reverse was true for type 3 personality (χ2=130.623, p<0.001). While the type 1 personality was more common among males (n=51 (9.5%) vs. n=63 (5.7%)), the type 4 was almost twice common among females (n=48 (8.9% vs. n=183 (16.5%)) (χ2=28.835, p<0.001). Also, the probability of type 1 personality was increasing as the level of education increased (χ2=67.316, p<0.001).
Conclusion: There are differences in the personality types of the studied population concerning demographic variables. These findings imply that personality is not a lifelong constant entity, but it can change with age and education. Further studies should investigate the relationship of the Enneagram personality types with certain disease entities in defined populations.
Keywords: personality, personality assessment, psychometrics
ÖZ
Amaç: Enneagram yüzlerce yıldır bilinmesine rağmen, bu alandaki araştırmalar azdır. Bu çalışmanın amacı Türkçe konuşan bir örneklemin kişilik tiplerinin sıklığını analiz etmek ve farklı kişiliklerin oranlarını demografik verilerle karşılaştırmaktır.
Yöntem: Enneagram’a dayalı bir araç olan Taştan Kişilik Tipleri Envanteri Google Formlar’da barındırıldı ve üniversitenin akademik web sayfası üzerinden kullanıma sunuldu. Çevrimiçi yanıtlar 08.04.2015 ve 22.8.2019 tarihleri arasında toplanmıştır. Çalışmanın katılımcıları Türkçe konuşan ergenler ve yetişkinlerdir.
Bulgular: Bu araştırmada 1646 katılımcının verileri analiz edildi. Ortalama (± SD) yaş 29,48 ± 11,03 yıl idi. En sık karşılaşılan ana kişilik tipi 2 numaralı “yardımcı” (n = 335, %20,4), 8 numaralı “meydan okuyucu” ise en sık karşılaşılan kişilik kanadıdır (284, %17,3). Tip 8 kişilik sıklığı artan yaşla birlikte azalırken, tip 3 kişilik için tersi doğruydu (χ2 = 130,623, p <0,001). Tip 1 kişilik erkeklerde daha yaygın iken (n = 51 (%9,5) ve n = 63 (%5,7)), tip 4 kadınlarda neredeyse iki kat fazlaydı (n = 48 (%8,9’a karşılık n = 183 (%16,5)) (χ2 = 28,835, p <0,001) Ayrıca, eğitim düzeyi arttıkça tip 1 kişilik olasılığı da artmaktadır (χ2 = 67,316, p <0,001).
Sonuç: İncelenen nüfusun kişilik tiplerinde demografik değişkenler açısından farklılıklar vardır. Bu bulgular kişilik tipinin beşikten mezara kadar aynı olmadığını, eğitim ve yaşla değişebileceğini düşündürmektedir. Enneagram kişilik tiplerinin tanımlanmış popülasyonlardaki belirli hastalıklarla ilişkisi araştırmalıdır.
Keywords: kişilik, kişilik değerlendirmesi, psikometri
Research Article
Aynur Arslan, Özgür Şimşek, Aykut Turhan, Ayşe Çarlıoğlu, Şenay Arıkan, Mustafa Utlu, Emine Kartal Baykan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 219-224
ABSTRACT
Aim: The liver plays a crucial role in the synthesis and catabolism of cholesterol. Non-alcoholic fatty liver disease (NAFLD) is the most common cause of chronic liver disease in the developed world and commonly associated with metabolic comorbidities such as diabetes mellitus, hypertension, dyslipidemia, and obesity. The aim of this study was to investigate the frequency of NAFLD in Familial Hypercholesterolemia (FH).
Material and Method: Between 2017 and 2018, individuals with FH who had been referred to the Department of Endocrinology at Erzurum Regional Training and Research Hospital were admitted to this single center case-control study. Total 30 individuals (17 female and 13 male) who have FH were compared to a control group included 39 participants (30 female and 9 male). The two groups were thought to be well matched in terms of sample size and gender distribution. Family history was registered. Diagnosis is made by blood tests and ultrasound imaging of liver.
Results: The two groups showed no significant differences in terms of age and gender. NAFLD was seen at 12 of 39 individuals in the control group. It was seen at 16 of 30 persons in the FH group (p = 0.058). Total cholesterol (mg / dl) (333.27 ± 58.46) (219.23 ± 82.84) (p = 0.000), LDL (mg / dl) (249.93 ± 45.43) (127.11 ± 46.52) (p = 0.000) and CRP (mg / L) (3.37 ± 4.16) (1.43 ± 1.96) (p = 0.014) levels were significantly different between the FH and control groups respectively.
Conclusion: There isn’t a significant difference between control and FH groups in terms of NAFLD. The absence of NAFLD on ultrasonography, should not reduce the severity and importance of FH, and the treatments should be made to prevent complications such as atherosclerosis.
Keywords: hypercholesterolemia, non-alcoholic fatty liver disease, ultrasonography
ÖZ
Amaç: Karaciğer, kolesterol sentezinde ve katabolizmasında çok önemli rol oynar. Non-alkolik yağlı karaciğer hastalığı (NAYKH), gelişmiş ülkelerde kronik karaciğer hastalığının en sık sebebidir ve sıklıkla diabetes mellitus, hipertansiyon, dislipidemi ve obezite gibi metabolik hastalıklarla komorbidite gösterir. Bu çalışmanın amacı Ailevi Hiperkolesterolemide (AH) NAYKH görülme sıklığını araştırmaktır.
Gereç ve Yöntemler: 2017-2018 yılları arasında Erzurum Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi Endokrinoloji Polikliniğine başvurmuş olan AH’li kişiler tek merkezli bu vaka kontrol çalışmasına alındı. AH’li toplam 30 kişi (17 Kadın 13 erkek), 39 kişiden oluşan (30 kadın, 9 erkek) kontrol grubu ile karşılaştırıldı. İki grup sayı ve cinsiyet yönünden denkti. Aile öyküsü kaydedildi. Tanı kan tetkikleri ve karaciğer ultrasonografisi ile kondu.
Bulgular: İki grup arasında yaş ve cinsiyet açısından anlamlı fark görülmedi. NAYKH, kontrol grubundaki 39 kişiden 12’sinde saptanırken, AH grubunda 30 kişiden 16’sında görüldü (p = 0,058). AH ve kontrol gruplarının sırasıyla toplam kolesterol (333,27 ± 58,46) (219,23 ± 82,84) (mg / dl) (p = 0,000), LDL (249,93 ± 45,43) (127,11 ± 46,52) (mg / dl) (p = 0,000) ve CRP (3,37 ± 4,16) (1,43 ± 1,96) (mg / L) (p = 0,014) düzeyleri arasında anlamlı fark bulundu.
Sonuçlar: AH ve kontrol grupları arasında NAYKH açısından anlamlı bir fark yoktur. Ultrasonografide NAYKH saptanmaması, AH’ye yaklaşımdaki ciddiyeti azaltmamalıdır.
Keywords: hiperkolesterolemi, non alkolik yağlı karaciğer hastalığı, ultrasonografi
Research Article
Reyyan Ezer, Hülya Ertaşoğlu Toydemir, Fatma Münevver Gökyiğit
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 225-232
ABSTRACT
Aim: The aim of this study was to evaluate the relationship between interleukin-6 (IL-6) levels and the type of the seizure, etiology of the seizure and the infection parameters which were fever, leukocyte count and c-reactive protein (CRP) in epileptic patients.
Material and Methods: A total of 48 people were included in the study, containing a patient group of 24 and a control group of 24. IL-6, fever, leukocyte and CRP levels were measured and recorded. The patients were categorized according to the type and etiology of the seizures. The relationship between IL-6 levels and infection parameters, type and etiology of seizures were evaluated.
Results: IL-6 levels were significantly higher in epileptic patients than that of the control group. There were no correlations between IL-6 levels and fever, leukocyte and CRP. The patients were evaluated according to the seizure type. There was no significant relationship between IL-6 levels of control group and IL-6 levels of patients with partial epileptic seizures (p=0.270). However, there was significant relationship between IL-6 levels of the control group and that of patients with primary generalized, secondary generalized seizures and generalized status epilepticus (p=0.012, p=0.011 and p=0.040, respectively). Epilepsy etiology was not associated with levels of IL-6.
Conclusion: High levels of IL-6 after epileptic seizures might be detected independent from infection parameters and epilepsy etiology. IL-6 levels might be higher in patients with primary generalized, secondary generalized seizures and generalized status epilepticus than that of patients with partial seizures.
Keywords: epilepsy, interleukin-6, epileptogenesis, infection
ÖZ
Amaç: Epileptik nöbet geçiren hastalarda interlökin-6 (IL-6) düzeyinin nöbet türü, etiyolojisi ile infeksiyon parametreleri olan ateş, lökosit ve c-reaktif protein (CRP) ile ilişkisinin incelenmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 24 kişiden oluşan hasta grubu ve 24 kişiden oluşan kontrol grubu olmak üzere toplam 48 kişi dahil edildi. Hastaların IL-6, ateş, lökosit ve CRP değerleri ölçülerek kaydedildi. Hastalar nöbet türüne ve etiyolojisine göre sınıflandırıldı. IL-6 düzeylerindeki yüksekliğin, infeksiyon parametreleri, nöbet türü ve etiyolojisiyle olan ilişkisi değerlendirildi.
Bulgular: IL-6 düzeyi nöbet hastalarında kontrol grubuna göre yüksek bulundu. Epilepsi hastalarında IL-6 düzeylerindeki yükselmenin ateş, lökosit ve CRP düzeylerindeki yükselme ile arasında korelasyon bulunmadı. Hastalar nöbet türüne göre değerlendirildi. Hasta grubu ve kontrol grubunun IL-6 düzeyleri karşılaştırıldığında kontrol grubu ile parsiyel nöbet geçiren hastalarla arasında anlamlı fark bulunmazken (p=0,270), primer jeneralize, sekonder jeneralize ve jeneralize status ile arasında anlamlı fark belirlendi (sırasıyla p=0,012, p=0,011, p=0,040). Nöbet etiyolojisi ile IL-6 düzeyleri arasında ilişki saptanmadı.
Sonuç: Epileptik nöbet geçiren hastalarda IL-6 düzeyi diğer infeksiyöz parametrelerden ve etiyolojiden bağımsız olarak yüksek saptanabilmektedir. IL-6 düzeyi, primer jeneralize, sekonder jeneralize nöbetlerde ve jeneralize statusta, parsiyel nöbetlere göre anlamlı olarak yüksek bulunabilir.
Keywords: epilepsi, interlökin-6, epileptogenez, infeksiyon
Research Article
Şükrü Güngör, Can Acıpayam, Elif Çelik
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 233-240
ABSTRACT
Objective: Infant feeding pattern in the first 1000 days period has significant effect on the growth and development of child. We aimed to investigate the effects of breastfeeding duration and feeding habits on malnutrition.
Material and Methods: Patients who were consecutively admitted to the pediatric gastroenterology and pediatric outpatient clinics were included in the study. 250 patients with primary malnutrition and 250 patients without malnutrition were asked to complete questionnaire questioning breast milk intake times and feeding habits.
Results: The mean age of the patients with malnutrition was 19.77 ± 9.90 months and 20.584 ± 10.971 months for patients without malnutrition. There was no statistically significant difference between the two groups in terms of age and sex (P = 0.385, P = 0.140, respectively). Only breastfeeding time and total breastfeeding time were significantly lower in malnourished patients (P = <0.001, P = 0.001, respectively). For malnutrition development, we found the minimum cut-off point of breastfeeding time to be ≤ 4.5 months (sensitivity 72%, specificity 54% P = 0.001). We also found that the father was significantly less involved in feeding the baby in the malnutrition group (P = <0.001). We found that the rate of non-self-feeding was higher in malnourished group in children over two years of age (P = <0.001). We found that the age of transition to finger food was higher in the malnutrition group (P = 0.002). We found that the duration of the meal was longer in malnutrition group (P <0.001).
Conclusion: Our study shows that the duration of breastfeeding and feeding habits affect malnutrition development.
Keywords: breast milk, feeding habits, child, malnutrition
ÖZ
Giriş-Amaç: İlk 1000 günlük periyotta bebek beslenmesi paterni çocuğun büyüme ve gelişiminde önemli bir etkiye sahiptir. Anne sütü kullanım süresi ile beslenme alışkanlıklarının malnütrisyon gelişimi üzerindeki etkisini araştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Çocuk Gastroenteroloji ve Genel Pediatri polikliniklerine ardışık başvuran 9 ay-5 yaş aralığındaki 250 primer malnütrisyonlu ve 250 malnütrisyonsuz hastalara anne sütü alım sürelerini ve beslenme alışkanlıklarını sorgulayan bir anket formu doldurtuldu.
Bulgular: Çalışmaya katılan malnütrisyonlu hastaların yaş ortalaması 19,77±9,90 ay, malnütrisyonu olmayan hastaların ise 20,584±10,971 ay idi. Yaş ve cinsiyet açısından iki grup arasında istatiksel olarak anlamlı fark yoktu (sırasıyla P=0,385, P=0,140). Sadece anne sütü alma süresi ile toplam anne sütü alma süresi malnütrisyonlu hasta grubunda anlamlı olarak daha düşük idi (sırasıyla P=<0,001, P=0,001). Malnütrisyon gelişimi için sadece anne sütü ile beslenme süresinin minumum kesim noktasını ≤ 4,5 ay bulduk (duyarlığı %72, özgüllüğü %54 P=0,001). Aynı zamanda malnütrisyonlu grupta bebek beslenmesine babanın anlamlı olarak daha az iştirak ettiğini gördük (P=<0,001). İki yaş üzerinde olan çocuklarda kendi kendini beslemesine izin verilmeme oranının malnütrisyonlu grupta daha yüksek olduğunu gördük (P=<0,001). Parmak besinlere geçme yaşının malnütrisyonlu grupta daha yüksek olduğunu gördük (P=0,002). Öğününü bitirme süresinin malnütrisyonlu grupta daha uzun olduğunu gördük (P<0,001). Malnütrisyonlu grupta yaşına uygun olmayan besleme sıklığının daha fazla olduğunu gördük (P<0,001).
Sonuç: Çalışmamız anne sütü alım süresi ve beslenme alışkanlıklarının malnütrisyon gelişimine etki ettiğini göstermektedir.
Keywords: anne sütü, beslenme alışkanlıkları, çocuk, yetersiz beslenme
Research Article
Cemile Merve Seymen, Iskender Kaplanoglu, Gulnur Take Kaplanoglu, Gulce Naz Yazici, Deniz Erdogan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 241-250
ABSTRACT
Background: In this study, our aim is to investigate the possible protective effects of curcumin on potential damage caused by benzo(a)pyrene (BaP) on rat sperm motility and morphology.
Methods: 36 Wistar Albino male rats were divided into six groups: Group 1, Control; Group 2, Corn oil (BaP dissolver); Group 3, DMSO (Curcumin dissolver); Group 4, BaP; Group 5, Curcumin; Group 6, BaP+Curcumin. By the end of the six week oral administration period, left caudal epididymis and ductus deferens tissues were placed in Pure Sperm Wash (Nidacon) solution (at 37°C) and dissected. Sperms were counted and stained. Measurements of the perinuclear ring of the manchette and the posterior portion of the nucleus were performed. All of the parameters were evaluated statistically.
Results: BaP administration caused a decrease in the number of total sperms and total motile sperms, while increasing abnormalities in tail, acrosome and cytoplasmic droplet particularly. Abnormalities did not approach the control group by curcumin administration in expected rates, but the percentage reduced. The number of total and motile sperms increased by curcumin. All parameters were statistically supported.
Conclusions: In conclusion, curcumin is one of the antioxidant that could be used potentially to inhibit the effects of Benzo(a)pyrene, but is ineffective in preventing all abnormalities.
Keywords: benzo(a)pyrene, curcumin, rat, sperm, morphology
ÖZ
Amaç: Çalışmada, sıçan sperm hareketliliği ve morfolojisi üzerinde benzo(a)pyrene (BaP) uygulamasının neden olduğu potansiyel hasarlar üzerinde kurkuminin olası koruyucu etkilerinin incelenmesi amaçlanmıştır.
Yöntemler: 36 adet Wistar albino sıçan altı gruba ayrılmıştır: Grup 1, Kontrol; Grup 2, Mısır Yağı (BaP) çözücüsü; Grup 3, DMSO (kurkumin çözücüsü); Grup 4, BaP; Grup 5, Kurkumin; Grup 6, BaP+Kurkumin. Altı haftalık oral uygulama sonrasında deneklerin sol kaudal epididimis ve duktus deferens dokuları Pure Sperm Wash (Nidacon) solüsyonuna alınarak (37°C) diseke edilerek sperm elde edildi. Spermler sayıldı ve boyandı. Manşetin perinükleer halkası ve nukleusun posterior parçası arası mesafe ölçülerek kaydedildi. Tüm veriler istatistiksel olarak analiz edildi.
Bulgular: BaP uygulaması sıçanlarda total sperm sayısı ile total hareketli sperm sayısında azalmaya; kuyruk ve akrozom anomalisi ile sitoplazmik droplet oranında ise artışa sebep olmuştur. Görülen anomalilerin kurkumin uygulaması ile beklenen oranlarda ve kontrol grubuna yaklaşacak şekilde düzelmediği ancak görülen anomali yüzdesinin azaldığı tespit edildi. Total sperm ve total hareketli sperm sayısının ise kurkumin uygulaması ile arttığı görüldü. Tüm veriler istatistiksel olarak da desteklendi.
Sonuç: Sonuç olarak kurkuminin bir antioksidan olarak, benzo(a)pyrene uygulamasının yol açtığı hasarlar üzerinde azalmaya yol açtığı ancak anomaliler üzerinde tamamen koruyucu olamadığı kanısına varıldı.
Keywords: benzo(a)pyrene, kurkumin, sıçan, sperm, morfoloji
Research Article
Banuhan Şahin, Samettin Çelik, Canan Soyer, Şafak Hatırnaz, Handan Çelik
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 251-257
ABSTRACT
Aim: To determine the relationship between increased serum bile acid concentrations and the first stage of labor in multiparous women induced by vaginal prostaglandin E2 (PGE2) with intrahepatic cholestasis of pregnancy (ICP).
Material and Methods: In this retrospective case-control study 283 multiparous women with ICP and 283 healthy multiparous pregnant women were admitted for induction of delivery, were inserted PGE2 (10 mg dinoprostone) vaginally. The groups with mild, moderate and severe ICP were compared with control group in terms of the time from beginning of PGE2 vaginal insertion to active phase of labor, the time from beginning of PGE2 vaginal insertion to complete dilatation of cervix and fetal outcomes.
Results: The time from beginning of PGE2 insertion to active phase in the mild, moderate and severe ICP groups were shorter than in the non-ICP group; 3.19±0.32, 7.26±0.34, 8.71±0.35 hours, respectively (p<0.01). The time from beginning of PGE2 insertion to complete dilatation of cervix in the groups with mild, moderate and severe ICP were shorter than in non-ICP group; 3.03 ± 0.45; 10.33 ± 0.62; 14.44 ± 0.53, respectively (p<0.01). There was no difference between the groups in terms of fetal outcomes except fetal weight and the presence of meconium (p<0.01).
Conclusion: Increased bile acid concentrations in multiparous pregnant women induced by vaginal PGE2 with mild, moderate and severe ICP are associated with shorter duration of cervical ripening and labor induction time to delivery. The study concluded that multiparous women with ICP can deliver faster as the severity of cholestasis increases.
Keywords: bile acid, duration of labor, intrahepatic cholestasis of pregnancy, prostaglandin E2, severity of cholestasis
ÖZ
Amaç: Vajinal prostaglandin E2 (PGE2) ile indüklenen multipar kadınlarda gebeliğin intrahepatik kolestazına (ICP) bağlı artan serum safra asit konsantrasyonları ile doğumun ilk evresi arasındaki ilişkiyi belirlemek.
Gereç ve Yöntemler: Bu retrospektif vaka-kontrol çalışmasında 283 ICP’li ve 283 sağlıklı multipar gebe doğum indüksiyonu için kabul edildi, vajinal olarak PGE2 (10 mg dinoproston) yerleştirildi. Hafif, orta ve şiddetli ICP’li gruplar, PGE2’nin vajinal yerleştirilmesinin başlangıcından doğumun aktif evresine kadar geçen süreler, PGE2’nin vajinal yerleştirilmesinin başlangıcından serviksin tamamen dilatasyonuna kadar geçen süreler ve fetal sonuçlar açısından kontrol grubu ile karşılaştırıldı.
Bulgular: Hafif, orta ve şiddetli ICP gruplarında PGE2’nin yerleştirilmesinin başlangıcından aktif evreye kadar geçen süre ICP olmayan gruptakine göre daha kısaydı; sırasıyla, 3,19±0,32, 7,26±0,34, 8,71±0,35 saat (p <0,01). Hafif, orta ve şiddetli ICP gruplarında PGE2’nin yerleştirilmesinin başlangıcından serviksin tamamen dilatasyonuna kadar geçen süre ICP olmayan gruptakine göre daha kısaydı; sırasıyla, 3,03±0,45, 10,33±0,62, 14,44±0,53 saat (p <0,01). Gruplar arasında fetal ağırlık ve mekonyum varlığı dışında fetal sonuçlar açısından fark yoktu (p <0,01).
Sonuç: Hafif, orta ve şiddetli ICP’de vajinal PGE2 ile indüklenen multipar gebe kadınlarda artan safra asidi konsantrasyonları, daha kısa servikal olgunlaşma süresi ve daha kısa doğum indüksiyon süresi ile ilişkilidir. Bu çalışma, ICP’li multipar gebelerin kolestazın şiddeti arttıkça daha hızlı doğum yapabilecekleri sonucuna vardı.
Keywords: doğum süresi, gebeliğin intrahepatik kolestazı, kolestazın şiddeti, prostaglandin E2, safra asidi
Case Report
Taliha Karakök, Ayşe Büyükdemirci, Salih Cesur, Salim Tece, Sami Kınıklı, Gül Gürsoy
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 258-261
ABSTRACT
Peritonitis is a common complication in patients undergoing continuous ambulatory peritoneal dialysis. Majority of cases are usually due to a single agent. Besides, polymicrobial peritonitis develops in approximately 1-4% of patients. A gram-negative pathogen with another bacteria or fungus and rarely more than one gram- positive pathogen are responsible for this polymicrobial peritonitis. It is recommended to investigate intraabdominal focus in patients with polymicrobial peritonitis. In this article, we present a 29-year-old patient with chronic renal disease for 7 years who underwent continuous ambulatory peritoneal dialysis for the last 1 year and had polymicrobial peritonitis due to Serratia fonticola, Enterococcus faecium and Cryptococcus laurenti and resulted with exitus.
Keywords: Polymicrobial peritonitis, Serratia fonticola, Enteroccus faeicum, Cryptococcus laurenti
ÖZ
Peritonit, sürekli ayaktan periton diyalizi uygulanan hastalarda sık görülen bir komplikasyondur ve vakaların çoğunluğunda genellikle tek bir etkene bağlı olarak gelişir. Bununla birlikte, hastaların yaklaşık %1-4’ünde polimikrobiyal peritonit gelişmektedir. Bu hastaların çoğunda gram negatif bir etken ile birlikte mantarlar, nadiren de birden fazla gram pozitif patojen rapor edilmektedir. Polimikrobiyal peritonit gelişen olgularda intraabdominal odak araştırılması önerilmektedir. Bu yazıda 29 yaşında 7 senedir kronik böbrek hastalığı olan ve son bir senedir sürekli ayaktan periton diyalizi uygulanan periton kültüründe Serratia fonticola, Enteroccus faeicum ve Criptococcus laurenti üreyen ve mortal seyreden bir hasta sunuldu.
Keywords: Polimikrobiyal peritonit, Serratia fonticola, Enteroccus faeicum, Cryptococcus laurenti
Research Article
Zeynep Kilit, Süleyman Dönmezler, Habib Erensoy, Tonguç Berkol
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 262-268
ABSTRACT
Objective: The purpose of our research is to determine the relations between; intolerance of uncertainty, worry and test anxiety into a non-clinical sample.
Methods: Our research consists of 174 students studying Bachelor’s and Master’s degrees in various departments of the Üsküdar University. Intolerance of uncertainty scale, cognitive test anxiety scale, and Penn State worry scale have used for collecting data. İnter-scale relations were examined by correlation and regression analysis methods. For scores obtained from scales compared to socio-demographic data statistical techniques have been used such as independent sample t-test and ANOVA.
Results: According to the findings, there is a strong and positive correlation between test anxiety, intolerance of uncertainty and worry. Female students’ uncertainty intolerance and test anxiety levels were higher than the male students. On the other hand, in terms of variables such as age, income and shelter preferences, the students’ exam anxiety did not differ significantly.
Conclusions: The researches show that the higher intolerance of uncertainty which is a cognitive vulnerability, leads to higher levels of both worry and anxiety. In addition, intolerance of uncertainty has known as a consistent indicator of pathological worry. In light of this information, in our research, it is found that high intolerance of uncertainty and worry caused the test anxiety. The reason why both female students and students with higher success rankings are more intolerant of uncertainty may be related to their upbringing and their role in society and role models.
Keywords: intolerance to uncertainty, test anxiety, worry
ÖZ
Amaç: Bu çalışmada üniversite öğrencilerinin belirsizliğe tahammülsüzlük, endişe ve bilişsel sınav kaygısı düzeylerinin birbirleriyle olan ilişkisi araştırılmış ve mevcut demografik farklılıklar test edilmiştir.
Metot: Çalışmamıza Üsküdar Üniversitesindeki 174 lisans ve yüksek lisans öğrencisi dahil edilmiştir. Çalışmada verilerin toplanmasında Belirsizliğe Tahammülsüzlük Ölçeği (BTÖ), Bilişsel Sınav Kaygısı Ölçeği (BSKÖ) ve Penn State Endişe Ölçeği (PSEÖ) kullanılmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde bağımsız örneklem t-testi, ANOVA ve korelasyon analizi gibi yöntemlerden yararlanılmıştır.
Bulgular: Elde edilen bulgulara göre sınav kaygısı, belirsizliğe tahammülsüzlük ve endişe arasında güçlü ve pozitif yönlü bir korelasyonun varlığı gösterilmiştir. Kız öğrencilerin belirsizliğe tahammülsüzlük ve sınav kaygısı düzeyleri erkek öğrencilere göre daha yüksek bulunmuştur. Bunun yanı sıra öğrencilerin belirsizliğe tahammülsüzlükleri, yaş ve gelirlerine göre anlamlı bir şekilde farklılık göstermemektedir.
Tartışma: Belirsizliğe tahammülsüzlüğün endişeye yol açtığı gösterilmiştir. Belirsizlik intoleransı patolojik endişenin tutarlı bir gösterge olduğu bilinmektedir. Bu bilgilerin ışığında ve çalışmamızın verilerinin değerlendirilmesi doğrultusunda çalışmamızda belirsizliğe tahammülsüzlüğün ve endişenin test anksiyetesine yol açtığı düşünülmüştür. Kadınlarda ve yüksek başarı sıralaması olan öğrencilerde belirsizliğe tahammülsüzlüğün yüksek saptanması onların yetiştirilmelerine, toplumsal rollerine ve rol modellerine bağlı olabilir.
Keywords: belirsizliğe tahammülsüzlük, sınav kaygısı, endişe
Research Article
Berrin Benli Yavuz, Gul Kanyilmaz, Meryem Aktan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 269-274
ABSTRACT
Aim: We aimed to determine whether there is a relationship between body mass index (BMI) and diabetes (DM) before treatment and survival with this study.
Material and Methods: The results of patients who received radiotherapy between 2010 - 2018 were evaluated with this retrospective study. BMI was categorized into 3 groups: normal (18.5-24.9 kg/m2), overweight (25-29.9 kg/m2), obese (≥30 kg/m2). Presence of diabetes was evaluated by considering oral antidiabetic use and file information before treatment. Patient, treatment and tumor characteristics were evaluated with descriptive statistics. Kaplan-Meirer, log-rank and cox-regression analyzes were performed. P <0.05 was considered statistically significant.
Results: The results of 174 cases were evaluated. Diabetes was present in 22 patients (12.6%). In univariate analyzes, being over the age of 65 (p <0.001), Karnofsky performance score (KPS) below 80 (p <0.001), diabetes (p = 0.017), having grad 4 pathology (p <0.001), performing subtotal excision / biopsy (p <0.001), hypofractioned / whole brain radiotherapy (p <0.001), and not receiving adjuvant chemotherapy (CT) (p <0.001) had a negative effect on overall survival (OS). In multivariate analyzes, being over 65 years old, having grad 4 pathology, performing subtotal excision / biopsy and not taking adjuvant CT were found to be effective on OS. Median overall survival in diabetics was 9.65 months and 17.74 months in non-diabetics (p = 0.017). No statistically significant relationship was found between BMI and OS.
Conclusion: Pre-existing diabetes in malignant glioma patients is a risk factor for poor outcomes. It is important to control diabetes and related conditions.
Keywords: malign glioma, diabetes, body mass index, prognosis
ÖZ
Amaç: Bu çalışma ile tedavi öncesi vücut kitle indeksi (VKI) ve diyabet ile sağ kalım arasında bir ilişki olup olmadığını belirlemeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Bu retrospektif çalışma ile 2010-2018 tarihleri arasında radyoterapi (RT) uygulanmış hastaların sonuçları değerlendirildi. VKI, 3 gruba kategorize edildi: normal (18,5-24,9 kg/m2), aşırı kilolu (25-29,9 kg/m2), obez (≥30 kg/m2). Diyabet varlığı, hastaların tedavi öncesi oral antidiyabetik kulanımı ve dosya bilgileri göz önüne alınarak değerlendirildi. Hasta, tedavi ve tümör karakteristikleri tanımlayıcı istatistikler ile değerlendirildi. Kaplan-Meirer, log-rank ve çoklu analizlerde cox-regresyon analizleri yapıldı. P<0,05 istatistiki anlamlı olarak kabul edildi.
Bulgular: 174 olgunun sonuçları değerlendirildi. Diyabet hastaların 22’sinde (%12,6) mevcuttu. Tek değişkenli analizlerde, 65 yaş üstünde olmak (p<0,001), Karnofsky performans skorunun (KPS) 80’in altında olması (p<0,001), diyabet olması (p=0,017), grad 4 patolojiye sahip olmak (p<0,001), subtotal eksizyon/biopsi yapılması (p<0,001), hipofraksiyone/tüm beyin radyoterapisi uygulanması (p<0,001) ve adjuvan kemoterapi (KT) almamak (p<0,001) genel sağ kalım üzerinde olumsuz etkili idi. Çok değişkenli analizlerde ise, 65 yaş üstü olmak, grad 4 patolojiye sahip olmak, subtotal eksizyon/biopsi yapılması ve adjuvan KT almamak genel sağ kalım (GS) üzerine etkili olarak bulundu. Diyabetiklerde medyan genel sağkalım 9,65 ay iken diyabetik olmayanlarda 17,74 ay idi (p=0,017). VKI ile GS arasında istatistiki anlamlı bir ilişki gösterilemedi.
Sonuç: Önceden var olan diyabet kötü sonuçlar açısından bir risk faktörüdür. Diyabet ve ilişkili durumların kontrol altında olması önemlidir.
Keywords: malign glioma, diyabet, vücut kitle indeksi, prognoz
Case Report
Mehmet Uysal
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 275-278
ABSTRACT
Intraabdominal cysts and pseudocysts are unusual lesions. Mesenteric cysts in the pediatric age group are more common in boys [62.5%] and most cases are under 10 years of age. Mesenteric cysts are often asymptomatic. Mesenteric cysts rarely recur after removal and patients have a good prognosis. The most common surgical procedure in treatment is excision during laparotomy. We present the surgical method that we apply to the unusual case of ileum mesenteric cyst, which constitutes the clinical picture of the acute abdomen in an 11 years old boy, in the light of the literature.
Keywords: pseudocyst, children, ileum
ÖZ
Karın içi kistler ve psödokistler nadir lezyonlardır. Pediatrik yaş grubundaki mezenterik kistler erkeklerde [%62,5] daha sık görülür ve çoğu vaka 10 yaşından küçüktür. Mezenterik kistler sıklıkla asemptomatiktir. Çıkarıldıktan sonra mezenterik kistler nadiren tekrarlar ve hastalar iyi bir prognoza sahiptir. Tedavide en sık uygulanan cerrahi işlem laparotomi sırasında eksizyondur. 11 yaşındaki erkek çocuğunda akut karın klinik tablosunu oluşturan nadir görülen ileum mezenter kist olgusuna uyguladığımız cerrahi yöntemi literatür eşliğinde sunuyoruz.
Keywords: psödokist, çocuklar, ileum
Research Article
Neslihan Çelik, Cemile Biçer, Onur Çelik, Ayşe Çarlıoğlu, Murat Alışık
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 279-287
ABSTRACT
Aim: The purpose of this study was to evaluate the relation between chronic hepatitis B (CHB) and the thiol/disulfide balance, used as a marker of oxidative stress.
Materials and Methods: This study was conducted between May 2016 and July 2016 at the Erzurum Regional Training and Research Hospital Infectious Diseases Polyclinic. 63 subjects with CHB and 60 healthy volunteers without any known diseases were included in the study. In term of measuring dynamic thiol/disulfide homeostasis, we used the novel automated assay method developed by Erel and Neselioglu.
Results: Native thiol (SH), total thiol (total SH) and disulfide (SS) levels were determined; measures such as SS/SH, SS/total SH, and SH/total SH were calculated. It is determined that CHB group’s SH levels (P=0.041), total SH levels (P=0.043) were lower than the control group’s. There is negative correlation between Anti-HBc total IgG and total SH, SH, SH/total SH, there is positive correlation between Anti-HBc total IgG and SS/SH, SS/total SH ratio. There is negative correlation between BMX index and total SH, SH, SH/total SH and positive correlation between SS/total SH, SS/SH. Positive correlation is determined between total protein, albumin and total SH, SH.
Conclusions: In our study thiol levels as an antioxidant were found to be low in CHB patients. Thiol levels were again emphasized as a new marker in hepatitis B. Thiol levels in CHB are thought to shed light to slowing of disease course and improving new treatment efforts with more wide studies.
Keywords: chronic hepatitis B, thiol/disulfide balance, oxidative stress
ÖZ
Amaç: Bu çalışmanın amacı, oksidatif stres belirteci olarak kullanılan tiyol / disülfit dengesi ile kronik hepatit B (KHB) arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışma Mayıs 2016 - Temmuz 2016 tarihleri arasında Erzurum Bölge Eğitim ve Araştırma Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları Polikliniğinde yapıldı. Çalışmaya KHB’li 63 hasta ve bilinen herhangi bir hastalığı olmayan 60 sağlıklı gönüllü dahil edildi. Dinamik tiyol /disülfit dengesini ölçmek için Erel ve Neselioğlu tarafından geliştirilen yeni otomatik analiz yöntemini kullanıldı. Doğal tiyolden (SH) sonra, toplam tiyol (toplam SH) ve disülfit (SS) seviyeleri belirlendi; SS/SH, SS/toplam SH ve SH/toplam SH gibi ölçüler hesaplandı.
Bulgular: KHB grubunda, SH seviyelerinin (P=0,041), toplam SH seviyelerinin (P = 0,043) kontrol grubundan düşük olduğunu tespit edildi. Anti-HBc toplam IgG ile toplam SH, SH, SH/toplam SH arasında negatif korelasyon vardı, Anti-HBc toplam IgG ile SS/SH, SS/toplam SH oranı arasında pozitif korelasyon vardı. BMX indeksi ile toplam SH, SH, SH/toplam SH arasında negatif, SS/total SH, SS/SH arasında pozitif korelasyon vardı. Toplam protein, albümin ve toplam SH, SH arasında pozitif korelasyon bulundu.
Sonuç: Çalışmamızda KHB hastalarında antioksidan olarak tiyol düzeyleri düşük bulundu. Hepatit B’de tiyol düzeyinin yeni bir belirteç olduğu tekrar vurgulandı. Gelecekte yapılacak daha geniş çalışmalarla KHB’de tiyol düzeyleri hem hastalığın seyrinin yavaşlatılması hemde yeni tedavi geliştirme çabalarına ışık tutacağı düşünülmektedir.
Keywords: kronik hepatit B, tiyol/disülfit dengesi, oksidatif stres
Erratum
Neziha Yılmaz, Aydın Çi̇fci̇, Mehmet Balcı, Coşkun Kaya, Salih Cesur, Mehmet Uyar, Seda Sabah Özcan, Yalçın Erdoğan, Mehmet İbi̇ş
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 288-288
ABSTRACT
ORIGINAL ARTICLE: Yılmaz N, Çifci A, Balcı M, Kaya C, Cesur S, Uyar M, et al. Hemodiyaliz hastalarında hepatit E, hepatit G ve TTV seroprevalansı [The seroprevalance of hepatitis E, hepatitis G and TTV in haemodialysis patients]. Ortadogu Tıp Derg 2017;9(1):6-11. https://doi.org/10.21601/ortadogutipdergisi.291105
This document states corrections to the original article.
Keywords: erratum
ÖZ
ORİJİNAL MAKALE: Yılmaz N, Çifci A, Balcı M, Kaya C, Cesur S, Uyar M, et al. Hemodiyaliz hastalarında hepatit E, hepatit G ve TTV seroprevalansı [The seroprevalance of hepatitis E, hepatitis G and TTV in haemodialysis patients]. Ortadogu Tıp Derg 2017;9(1):6-11. https://doi.org/10.21601/ortadogutipdergisi.291105
Bu doküman, orijinal makaledeki hataları bildirmektedir.
Keywords: düzeltme
Erratum
Neziha Yılmaz, Aydın Çi̇fci̇, Mehmet Balcı, Salih Cesur, Seda Sabah Özcan, S. Süha Şen, Reyhan Öztürk, Çiğdem Kader, Hasan Irmak, Mehmet İbi̇ş, Laser Şanal
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 289-289
ABSTRACT
ORIGINAL ARTICLE: Yılmaz N, Çifci A, Balcı M, Cesur S, Sabah Özcan S, Şen SS, et al. Hemodiyaliz hastalarında okült hepatit B ve hepatit C enfeksiyonu sıklığı [Frequency of occult hepatitis B and C infections in hemodialysis patients]. Ortadogu Tıp Derg 2018;10(2):174-8. https://doi.org/10.21601/ortadogutipdergisi.324840
This document states corrections to the original article.
Keywords: erratum
ÖZ
ORİJİNAL MAKALE: Yılmaz N, Çifci A, Balcı M, Cesur S, Sabah Özcan S, Şen SS, et al. Frequency of occult hepatitis B and C infections in hemodialysis patients [Frequency of occult hepatitis B and C infections in hemodialysis patients]. Ortadogu Tıp Derg 2018;10(2):174-8. https://doi.org/10.21601/ortadogutipdergisi.324840
Bu doküman, orijinal makaledeki hataları bildirmektedir.
Keywords: düzeltme
Research Article
Selim Polat, Çiçek Hocaoğlu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 290-294
ABSTRACT
Purpose: In this study, sociodemographic characteristics of the patients referred to our forensic psychiatry outpatient clinic will be highlighted in terms of their features such as age and educational status, and the scope of crime, substance use and clinical features and the most frequently diagnosed diagnoses will be determined.
Methods: A total of 191 patients who were referred to the psychiatry outpatient clinic of the Training and Research Hospital between 01.01.2018 and 15.12.2018 by judicial authorities and outpatient admissions were included in the study. Sociodemographic features such as age, gender, educational status and clinical diagnoses and substance use cases were retrospectively reviewed.
Findings: Of the forensic cases, 36 (18.8%) were female and 155 (81.2%) were male. The mean age of the group was 44.52 ± 16.522 (18-92) years. The level of education was 104 (54.45%) primary school, 72 (42.93%) secondary school and 15 (2.62%) high school. Of the cases, 137 had a history of psychiatric history, of which 100 were diagnosed. While 41 (34.45%) patients had mood disorders with the first place in the diagnostic distribution evaluated within the scope of international classification (ICID-10), 37 (31.09%) people had schizophrenia and delusional disorders. The Ministry of Justice is most frequently asked for an assessment under the Article 432 of the Turkish Criminal Code, while the crimes committed are predominantly based on physical attacks.
Result: This study aimed to make an inference in terms of cause and effect of crime and punishment duo. In cases where violent crimes were predominant, it was concluded that there were very few psychiatric disorders, no criminal capacity under the scope of criminal capacity and the cases were followed with social healing.
Keywords: forensic psychiatry, drug use, addiction
ÖZ
Amaç: Bu çalışmada adli psikiyatri polikliniğimize yönlendirilen olguların sosyodemografik özellikleri ile yaş ve eğitim durumları gibi özellikleri ön plana çıkarılarak, işledikleri suç kapsamları, madde kullanım durumları ve klinik özellikleri ile psikiyatrik olarak en sık konulan tanılar belirlenmeye çalışılacaktır.
Yöntem: Çalışmaya Eğitim ve Araştırma Hastanesi psikiyatri polikliniğine 01.01.2018 -15.12.2018 tarihleri arasında adli makamlarca rapor düzenlenmesi ve ayaktan başvuru ile yönlendirilen 191 olgu çalışmaya dahil edilmiştir. Bu vakalar yaş, cinsiyet, eğitim durumları gibi sosyodemografik özellikleri ile klinik tanıları ve madde kullanım durumları geriye dönük olarak taranmıştır.
Bulgular: Adli olguların 36’sı kadın (%18,8), 155’i (%81,2) erkek olurken, grubun yaş ortalaması 44,52±16,522 (18-92) yıl olarak saptanmıştır. Eğitim düzeyi 104 (%54,45) ilkokul, 72 (%42,93) orta öğretim, 15 (%2,62) yüksekokul olarak tespit edilmiştir. Vakaların 137’sinin geçmişte psikiyatrik öyküsü bulunurken, bunların 100’üne tanı konmuştur. Uluslararası sınıflandırma (ICID-10) kapsamında değerlendirilen tanı dağılımlarında ilk sırayı 41 (%34,45) kişi ile duygudurum bozuklukları alırken, ikinci sırada 37 (%31,09) kişi ile şizofreni ve sanrılı bozukluklar yer almaktadır. Adalet bakanlığı tarafından, en çok Türk Ceza Kanunu (TCK) 432. maddesi kapsamında değerlendirme istenirken, işlenen suçlar ağırlıklı olarak fiziksel saldırı bazlıdır.
Sonuç: Bu çalışma suç ve ceza ikilisinin, sebep ve sonuç durumları açısından bir çıkarım yapmayı hedeflemiştir. Şiddet içerikli suçların ağırlıklı olduğu durumlarda yoğun olarak pskiyatrik rahatsızlıkların eşlik ettiği, ceza sorumluluğu kapsamında çok azının ceza sorumluluğunun olmadığı, psikiyatri tanı geçmişi olan vakalarda saldırı tipi fiziksel suç işleme oranın daha fazla olduğu ve yoğun olarak sosyal şifa hali ile vakaların takip edildiği sonucuna varılmıştır.
Keywords: adli psikiyatri, madde kullanımı, bağımlılık
Case Report
Buket Ci̇nemre, Ali Erdogan, Burak Kulaksizoglu, Sinan Mert Bi̇ngol
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 295-298
ABSTRACT
Hyponatremia is a potentially dangerous side effect of antidepressants. Almost every antidepressant can cause hyponatremia. Duloxetine-induced hyponatremia is a side effect that is usually seen in older women. In addition to advanced age and female sex; low body weight, presence of comorbid diseases are other important risk factors for the development of hyponatremia. In this case report we present a patient with depressive disorder who developed hyponatremia with duloxetine treatment which resolved immediately after the cessation of the medication with supportive electrolyte treatment. In our case, the resolution of hyponatremia with supportive electrolyte treatment in addition to the cessation of duloxetine reminds us about the importance of monitoring sodium levels both before and after antidepressant treatment in geriatric populations.
Keywords: hyponatremia, duloxetine, antidepressant side effect
ÖZ
Hiponatremi, antidepresanların potansiyel olarak tehlikeli bir yan etkisidir. Hemen hemen her antidepresan hiponatremiye neden olabilir. Duloksetin kaynaklı hiponatremi genellikle yaşlı kadınlarda görülen bir yan etkidir. İleri yaş ve kadın cinsiyetine ek olarak; düşük vücut ağırlığı, komorbid hastalıkların varlığı hiponatremi gelişimi için diğer önemli risk faktörleridir. Bu olgu sunumunda, ilacın kesilmesinden hemen sonra düzelen duloksetin tedavisi ile hiponatremi gelişen depresif bozukluğu olan bir hasta sunulmaktadır. Bizim olgumuzda, duloksetin kesilmesine ek olarak, hiponatreminin destekleyici elektrolit tedavisi ile çözülmesi bize geriatrik popülasyonlarda antidepresan tedavisinden önce ve sonra sodyum seviyelerinin izlenmesinin önemini hatırlatmaktadır.
Keywords: hiponatremi, duloksetin, antidepresan yan etkisi
Research Article
Suleyman Gokmen, Ismail Ors
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 299-305
ABSTRACT
Coronavirus (COVID-19) is one of the serious respiratory diseases known as a human pathogen. Recently, the world health organization has described this virus as a pandemic. One of the sources of transmission of this virus, which has many ways of transmission, is food. Especially foods pose a potential danger with contamination. The virus's survival even at high temperatures and for long periods led to the search for alternative applications to heat treatments applied to foods. These applications include infrared (IR), ultraviolet-C (UV-C), and microwave radiation. These applications, which are shown as an alternative to heat treatments, have recently found widespread use in foods. It was reported that applications are more effective against viral infections than heat treatments. This review study deals with methods of raising awareness of coronavirus prevention and virus removal from food.
Keywords: coronavirus, food, heat treatment, non-ionizing radiation applications
ÖZ
Koronavirüs (COVID-19), insan patojeni olarak bilinen ciddi solunum yolu hastalıklarından biridir. Son zamanlarda, dünya sağlık örgütü bu virüsü bir salgın olarak tanımladı. Birçok bulaşma yoluna sahip olan bu virüsün bulaşma kaynaklarından biri gıdadır. Özellikle gıdalar kontaminasyonla potansiyel bir tehlike oluşturur. Virüsün yüksek sıcaklıklarda ve uzun süre bile hayatta kalması, gıdalara uygulanan ısıl işlemlere alternatif uygulamalar aramasına yol açtı. Bu uygulamalar arasında kızılötesi (IR), ultraviyole-C (UV-C) ve mikrodalga radyasyonu bulunur. Isıl işlemlere alternatif olarak gösterilen bu uygulamalar son zamanlarda gıdalarda yaygın olarak kullanılmaktadır. Çalışmalarda uygulamaların viral enfeksiyonlara karşı ısıl işlemlerden daha etkili olduğu bildirilmiştir. Bu derleme çalışması, koronavirüs önleme ve gıdalardan virüsün uzaklaştırılması konusunda farkındalığı artırma yöntemleri ile ilgilidir.
Keywords: koronavirüs, gıda, ısıl işlem, iyonlaştırıcı olmayan radyasyon uygulamaları
Research Article
Gokhan Gorgi̇sen, Yılmaz Ecer, Aysun Arslan, Sermin Algul, Gokhan Oto, Zehra Kaya
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 306-312
ABSTRACT
Aim: Diabetes mellitus leads to development of neuropathy as a secondary complication. The main mechanism of diabetic neuropathy is the dysregulation of energy balance and glucose homeostasis in brain. This study aimed to examine the effects of curcumin as an antidiabetic compound on the expressions of IRS1, Grb2, K-Ras and Bax proteins in diabetic rat brains.
Material and Methods: 16 Wistar albino rats were divided randomly into four groups as: control, curcumin; STZ-treated and STZ+Curcumin treated groups. The rats in STZ group were induced to develop diabetes by intraperitoneal administration of STZ. Then, they were treated with curcumin daily by gavage. Expressions and activation of IRS1, Grb2, K-Ras and Bax were determined by western blot analyses.
Results: Western blot analyses showed that curcumin treatment increased IRS1 tyrosine phosphorylation and it reversed the negative effect of STZ on IRS1 activation. K-Ras expression significantly decreased while Bax expression increased in STZ group (p<0.05). No significant changes in the expressions of Grb2 and IRS1 were observed for all groups.
Conclusion: Based on the results, it could be suggested that curcumin treatment significantly reversed the negative effects of STZ on insulin signaling pathway members in STZ induced diabetic rat brains.
Keywords: curcumin, diabetes mellitus, IRS1, insulin signaling, STZ
ÖZ
Amaç: Diabetes mellitus ikincil komplikasyon olarak nöropatiye neden olmaktadır. Diyabetik nöropatinin temel mekanizması beyindeki glukoz homeostasisinin ve enerji dengesinin bozulmasıdır. Bu çalışmanın amacı anti-diyabetik bileşik olarak kurkuminin diyabetik sıçan beyinlerinde IRS1, Grb2, K-Ras ve Bax proteinlerinin ekspresyonları üzerindeki etkisinin belirlenmesidir.
Materyal-Metot: 16 adet Wistar albino sıçan rastgele 4’ erli gruplar halinde 4 gruba ayrılmıştır; kontrol grup, kurkumin grup, STZ muamele grup ve STZ+kurkumin muamele grup. STZ gruplarındaki sıçanlarda diyabet, intraperitonel STZ uygulaması ile indüklenmiştir. Ardından hayvanlar, günlük gavaj uygulamasıyla kurkumin ile muamele edilmiştir. IRS1, Grb2, K-Ras ve Bax ekspresyon ve aktivasyonu western blot yöntemi ile belirlenmiştir.
Sonuçlar: Western blot analizleri, kurkumin muamelesinin IRS1 aktivasyonunu arttırdığını ve STZ’nin IRS1 aktivasyonu üzerindeki negatif etkisini geriye çevirdiğini göstermektedir. STZ grubunda K-Ras ekspresyonu belirgin bir derecede azalırken, Bax ekspresyonu artmıştır (p<0.05). Tüm gruplarda, Grb2 ve IRS1 ekpresyonlarında herhangi bir değişiklik gözlemlenmemiştir.
Sonuç: Sonuçlar göz önüne alındığında, STZ indüklü diyabetik sıçan beyinlerinde kurkumin muamelesinin STZ’nin insülin sinyali yolağı elemanları üzerindeki negatif etkilerini geriye çevirdiği söylenebilmektedir.
Keywords: kurkumin, diabetes mellitus, IRS1, insülin sinyali, STZ
Research Article
Ahmet Onur Akpolat, Demet Pepele Kurdal, Mehmet Fatih Aksay
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 313-320
ABSTRACT
Introduction: Mean Platelet Volume (MPV) is encountered in the literature as a diagnostic marker used to monitor infectious and inflammatory events. We aimed to investigate whether or not there was a change in platelet and MPV parameters in patients diagnosed with periprosthetic join infection (PJI).
Material and Methods: A total of 110 patients were included in the study, consisting of 37 (33.6%) patients with periprosthetic join infection, 38 (34.6%) patients with total knee arthroplasty (TKA), and 35 (31.8%) control group subjects. During the preoperative period and follow-up, MPV, platelet, erythrocyte sedimentation rate (ESR) and C-reactive protein (CRP) values were assessed from routine laboratory tests. Statistical analyses of values between and within groups were conducted using Shapiro-Wilk test, One-way ANOVA, Bonferroni’s test, Pearson’s test, and Chi-square test. P<0.05 and p<0.01 values were considered statistically significant.
Results: There was no statistically significant difference among the groups according to preoperative platelet and MPV values (p>0.05). Postoperative MPV levels were significantly lower and platelet, ESR and CRP levels were significantly high in the PJI group compared to both the control group and the TKA group (p<0.05).
Conclusion: MPV is a useful laboratory parameter in the diagnosis of periprosthetic joint infection in patients.
Keywords: Mean Platelet Volume, periprostatic, infection, diagnosis, knee
ÖZ
Giriş: Literatürde Ortalama Trombosit hacminin (OTH) enfeksiyöz ve inflamatuar olaylarda bir tanı belirteci olarak kullanıldığı görülmektedir. Amacımız OTH’nin periprostetik eklem enfeksiyonu tanısında yararlı bir parametre olup olmadığını araştırmaktır.
Araç ve Yöntemler: Çalışmaya 37 (%33,6) periprostetik eklem infeksiyonlu, 38 (%34,6) diz artroplastili ve 35 (%31,8) kontrol grubunu oluşturan 110 hasta dahil edildi. Preoperatif dönem ve kontroller sırasında alınan rutin laboratuvar örneklerinde OTH, trombosit, eritrosit sedimantasyon hızı (ESR) ve C reaktif protein (CRP) değerlerine bakıldı. Sonuçlar grup içi ve gruplar arasında Shapiro-Wilk, One-way ANOVA, Bonferroni, tPearson’s, Chi-square testleri ile istatiksel olarak değerlendirildi. p<0.05 ve p<0.01 değerleri anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Preoperatif dönemde grupların trombosit ve OTH değerleri arasında istatiksel fark saptanmadı. Periprostatik eklem enfeksiyonu olan grubun postoperatif OTH düzeyleri hem kontrol hem de TKA grubuna göre anlamlı düşük, trombosit, CRP ve ESR düzeyleri ise anlamlı yüksek saptandı (p<0.05).
Sonuç: OTH periprostetik eklem enfeksiyonu tanısında kullanılabilecek faydalı bir laboratuvar parametresidir.
Keywords: Ortalama Trombosit Hacmi, periprostetik, enfeksiyon, tanı, diz