Research Article
Serap Ulusoy, Mehmet Özer, Özgür Albuz, Ömer Parlak
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 366-371
ABSTRACT
Aim: To compare Lichtenstein and TEP methods regarding the endocrine and inflammatory response to surgery and the results of early postoperative period.
Material and Method: 40 patients who had been operated for inguinal hernia at our clinic were included in the study. TEP was administered to the 20 patients while Lichtenstein was performed in another 20 patients. During the induction of anesthesia, postoperative 6th and 12th hours blood samples from the patients in both groups was obtained and serum ACTH, IL-6, WBC and CRP levels were measured. Results of early postoperative periods of operations were evaluated.
Results: There was no difference between the two groups in terms of surgical endocrine responses. Inflammatory response parameters varied. In patients TEP applied on WBC values and average checked at 6th hours at statistically significant degree higher while average of CRP values checked in 6th hours is lower at statistically significant degree in the patients with TEP than patients who underwent Lichtenstein operation. There were no significant differences detected in any period between Lichtenstein and TEP group in terms of IL-6 value. Postoperative VAS values of Lichtenstein group were statistically significantly higher than those of patients who underwent the TEP.
Conclusion: In study there wasn’t difference between TEP and Lichtenstein repair in terms of inflammatory and endocrine responses. TEP repair, found to be superior than Lichtenstein repair operation; as it provides return to work early, the patients have less pain and less analgesic is needed, and less cost that promoted by the earlier return to work.
Keywords: inguinal hernia, Lichtenstein repair, TEP repair, hernia complication
ÖZ
Amaç: Bu çalışmada inguinal herni nedeni ile yapılan Lichtenstein ve TEP yöntemleri, cerrahiye endokrin ve inflamatuvar yanıt ve postoperatif erken dönem sonuçları açısından karşılaştırıldı.
Gereç ve Yöntem: Kliniğimizde inguinal herni tanısı ile opere edilen 40 hasta çalışmaya dâhil edildi. Hastaların 20’sine TEP, 20’sine Lichtenstein onarımı yapıldı. Her iki gruptaki hastalardan anestezi indüksiyonu sırasında, postoperatif 6. ve 12. saatte kan alınarak serum ACTH, IL-6, WBC ve CRP düzeyleri bakıldı. Operasyonların postoperatif erken dönem sonuçları değerlendirildi.
Bulgular: Her iki grup arasında cerrahiye endokrin yanıt açısından fark bulunmadı. İnflamatuvar yanıtta parametreler değişkenlik göstermekte idi. TEP yapılan hastaların 6. saatte bakılan WBC değerleri ve ortalaması Lichtenstein yapılan hastalardan istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksekken, yine 6. saatte bakılan CRP değerinin TEP yapılan hastalardaki ortalaması Lichtenstein yapılan hastaların ortalamasından istatistiksel olarak anlamlı derecede daha düşük bulundu. IL-6 değerleri açısından TEP yapılan grup ile Lichtenstein yapılan grup arasında hiçbir dönemde anlamlı farklılık saptanmadı. Lichtenstein yapılan grubun postoperatif VAS değerleri, TEP yapılan hastalardaki değerlerden istatistiksel olarak anlamlı derecede daha yüksek bulundu.
Sonuç: Çalışmamızda TEP fıtık onarımı ile Lichtenstein fıtık onarımı arasında inflamatuvar ve endokrin yanıt açısından anlamlı fark bulunmamıştır. TEP, hastaların erken işe dönmesi, daha az ağrı olması ve daha az analjeziğe ihtiyaç duyulması ve işe erken dönüşün de yarattığı daha az maliyet ile Lichtenstein fıtık onarımına göre daha üstün bulunmuştur.
Keywords: inguinal herni, Lichtenstein onarımı, TEP onarımı, herni komplikasyonları
Research Article
Emine Altuntaş, Hülya Nazik, Feride Çoban Gül, Betül Demir
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 372-377
ABSTRACT
Objective: Ventricular arrhythmia and sudden cardiac death are more frequently in Behçet’s disease (BD) patients than normal population. Therefore in this study it was aimed to find out relationship among QT dispersion, Behçet’s disease and biochemical parameters related with disease.
Material and Method: The study consisted of 35 patients which diagnosed Behçet’s disease (BD) according to international diagnose criteria and 47 healthy controls which were matched with regard to age and gender. 12-channel surface electrocardiography (ECG) was performed to all participants. QT distances, corrected QT (QTc) distances which is calculated by using Bazett formula were calculated. The longest QT, and the shortest QT, the longest QTc, the shortest QTc were found in the ECG. Afterwards QTd and QTcd were calculated. Blood samples were taken from participants after 12 hours fasting.
Findings: The groups were compared in terms of the longest QT-QTc, the shortest QT-QTc, QTd, QTcd. It was seen that there was meaningful difference in terms of the longest QT and QTc (respectively p; 0.004; 0.018). Mean platelet volume (MPV) and albumin were higher in control group while erythrocyte sedimentation rate (ESR) was higher in BH group (respectively p; 0.000; 0,000; 0,002). Additionally there was negative correlation among the longest QT-QTc and ESR, albumin, but there was established positive correlation between the longest QT -QTc and MPV. Statistical results were presented in table 2-3-4.
Conclusion: Consequently in this study, it was established that the longest QT and QTc was increased and there was relationship between biochemical parameters and the longest QT-QTc.
Keywords: Behçet’s disease, QT distance, arrhythmia
ÖZ
Amaç: Multisistemik vaskülit ile karakterize olan Behçet Hastalığı’nda (BH) ventriküler aritmi ve ani kardiyak ölüm sıklığı normal popülasyona göre daha sık olması nedeni ile bu çalışmada QT dispersiyonu (QTd) ile BH ve hastalık ile ilişkili biyokimyasal parametreler arasındaki ilişkinin ortaya konulması amaçlanmıştır.
Materyal ve metot: Çalışmaya uluslararası sınıflandırma kriterlerine uygun olarak BH tanısı konulmuş 35 hasta ile yaş ve cinsiyet açısından benzer 47 sağlıklı kontrol olgu dahil edildi. Tüm katılımcıların 12 derivasyonlu yüzey EKG’si çekilerek kalp hızı ve QT mesafeleri ölçüldü. Ardından düzeltilmiş QT (QTc) Bazzet formülü ile hesaplandı. Tüm derivasyonlardaki en küçük QT ve QTc mesafesi ile en büyük QT ve QTc mesafesi arasındaki fark alınarak QTd, QTcd hesaplandı.12 saatlik açlık sonrası kan testleri yapılarak kaydedildi.
Bulgular: Gruplar en uzun QT ve QTc, en kısa QT ve QTc, QTd, QTcd değerleri açısından karşılaştırıldı. En uzun QT ve QTc’ de istatistiksel olarak fark oluştuğu görüldü (p=0,004, 0,018). Eritrosit sedimantasyon hızı (ESH) Behçet’li grupta kontrol grubuna göre yüksek iken; MPV ve albumin kontrol grubunda daha yüksek ölçüldü ve gruplar arasında anlamlı fark oluştu (p=0,002; 0,000; 0,000). Ayrıca en uzun QT ve QTc ile ESH ve albumin arasında negatif korelasyon olduğu; ortalama trombosit hacmi (MPV) ile pozitif korelasyon olduğu saptandı. İstatistiksel veriler Tablo 2-3-4‘te sunuldu.
Sonuç: Bu çalışmada BH’de en uzun QT ve QTc’nin uzadığı ve hastalık ile ilişkili diğer biyokimyasal parametrelerle arasında korelasyon olduğu tespit edilmiştir.
Keywords: Behçet Hastalığı, QT mesafesi, aritmi
Research Article
Halit Halil, Can Demir Karacan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 378-382
ABSTRACT
Aim: Healthy life is sustained by maintaining the balance between oxidative and antioxidant homeostasis in the living organism. During oxidation process free radical products lead to cellular damage and death. It is well known that oxidative stress plays role in the etiology of many diseases. We aimed to study the relationship between oxidative stress and short term fasting by measuring the serum levels of ischemia modified albumin, thiol, and disulphide in pediatrics patients admitted for radiological imaging.
Material and Method: Our study was carried out between April and November 2018. We included children between 6 months and 6 years. Children who were fasting for more than 5 hours were assigned as the study group. Children who were not fasting were assigned as the control group. Serum ischemia modified albumin, thiol and disulfide were calculated using the colorimetric method of Erel’s.
Results: In the study group, the mean± SD serum level of ischemia modified albumin, native thiol, total thiol and disulphide were 0.72± 0.12 ABSU, 559.15± 58.98 μmol/L, 606.83± 61.35 μmol/L and 23.83± 5.58 μmol/L respectively. In the control group, the mean ± SD serum level of ischemia modified albumin, native thiol, total thiol and disulphide were 0.77± 0.15 ABSU, 528.80± 54.45 μmol/L, 580.17± 63.41 μmol/L and 25.68± 8.07 μmol/L respectively. The disulphide /native thiol and disulphide / total thiol ratios were lower in the study group than the controls, but there were no significant differences between the two groups.
Conclusion: Short term fasting does not change serum levels of oxidative stress biomarkers and dose not lead to inbalance in the oxidative stress hemeostasis in pediatric patients.
Keywords: disulphide, fasting, ischemia modified albumin, pediatrics, thiol, oxidative stress
ÖZ
Amaç: Sağlıklı bir yaşamın devam ettirilebilmesi için organizmanın oksidan antioksidan dengesinin korunması gereklidir. Oksidatif stresteki artış sonucunda oluşan serbest radikal türleri hücre zedelenmesine ve hücre ölümüne neden olur. Oksidatif stresin birçok hastalığın etiyolojisinde rolü olduğu bilinmektedir. Bu çalışmanın amacı radyolojik görüntüleme için kısa süre aç bırakılan çocuk hastaların iskemi modifiye albumin, tiyol ve disulfid serum düzeylerini belirleyerek, açlık ile oksidatif stres arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamız Nisan ile Kasım 2018 tarihleri arasında gerçekleştirildi. Yaşları altı ay ile 6 yaş arasında değişen pediatrik hastalar dahil edildi. En az beş saat aç bırakılan pediatrik hastalar çalışma grubu olarak belirlendi, aç olmayan hastalar kontrol grubu olarak kabul edildi. Oksidatif stres parametreleri olarak iskemi modifiye albumin, tiyol ve disülfid serum düzeylerini Erel kalorimetrik yöntemi ile ölçüldü.
Bulgular: En az beş saat aç olan hastaların ortalama ± SD nativ tiyol düzeyi 559,15± 58,98 μmol/L, total tiyol düzeyi 606,83± 61,35μmol/L, disülfid düzeyi 23,83± 5,58 μmol/L ve iskemi modifiye albumin düzeyi 0,72± 0,12 ABSU idi. Kontrol hastalarında ortalama± SD nativ tiyol düzeyi 528,80± 54,45 μmol/L, total tiyol düzeyi 580,17± 63,41 μmol/L, disülfid düzeyi 25,68± 8,07 μmol/L ve iskemi modifiye albumin 0,77± 0,15 ABSU idi. Disülfid/tiyol ve disülfid/total tiyol oranları aç bırakılan hasta grubunda konrol grubuna göre daha düşüktü, ayrıca gruplar arasında oranların ortalamaları açısından anlamlı bir istatistiksel farklılık saptanmadı.
Sonuç: Kısa süre aç bırakılan çocuklarda oksidatif stres belirteçlerinin değişmediği ve dengesinin bozulmadığı görüşüne varıldı.
Keywords: açlık, çocuk, disülfid, iskemi modifiye albumin, tiyol, oksidatif stres
Research Article
Ahmet Yılmaz
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 383-389
ABSTRACT
Aim: The widely accepted method in treatment of osteoid osteoma is either the complete excision or destruction of the nidus. The aim of this study was to evaluate the efficacy of partial nidus excision using a bone marrow biopsy needle as a minimally invasive technique for management of atypical cancellous osteoid osteomas.
Material and Method: Partial excision of the nidus was performed in four cases using an 11-G bone marrow biopsy needle under fluoroscopic guidance. The lesions were located in the capital femoral epiphysis, the posterosuperior side of the femoral neck, the distal tibial epiphysis and the olecranon process of the ulna.
Results: The patient’s pain resolved the night following excision of the nidus. No recurrence was observed at the 72, 36, 32 and 24 month follow-ups.
Conclusion: Partial excision of the nidus may be considered a remarkable technique especially in the treatment of atypical cancellous osteoid osteoma, where surgical intervention is challenging.
Keywords: osteoid osteoma, partial excision, fluoroscopy, biopsy needle
ÖZ
Amaç: Osteoid osteoma tedavisinde yaygın olarak kabul edilen yöntem nidusun ya tam eksizyonu ya da tahrib edilmesidir. Bu çalımanın amacı, atipik kansellöz osteoid osteoma tedavisinde minimal invasiv teknik olarak kemik iliği biyopsi iğnesi ile kısmi nidus eksizyonu etkinliğini değerlendirmekti.
Gereç ve Yöntem: Dört olguda 11-G kemik iliği biyopsi iğnesiyle floroskopi kılavuzluğunda nidusun kısmi eksizyonu uygulandı. Lezyonlar femur başı epifizi, femur boynu posterosüperior tarafı, tibia distal epifizi ve olekranon çıkıntıda yerleşmişlerdi.
Bulgular: Hastaların ağrısı nidus eksizyonunu takip eden gece geçti. 72, 36, 32 ve 24. aylardaki takipte nüks görülmedi.
Sonuç: Nidusun kısmi eksizyonu özellikle cerrahi girişimin zor olduğu atipik kansellöz osteoid osteoma tedavisinde dikkate değer bir teknik olarak düşünülebilir.
Keywords: osteoid osteoma, kısmi eksizyon, floroskopi, biyopsi iğnesi
Research Article
Özlem Özkul, Bayram Kızılkaya, Hüseyin Eren, Teslime Ayaz, Cemil Bilir
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 390-395
ABSTRACT
Background: Glomerular filtration rate (GFR) measurements are critical in patients with cancer. A variety of methods are used to calculate the estimated GFR. The aim of this study is to investigate whether there is a correlation between these methods and oncologic outcomes according to the stage and treatment agents.
Methods: A total of 153 patients were retrospectively recruited. All GFR measurement methods was determined in all patients, before the first cycle of chemotherapy and before the subsequent administrations.
Results: In the study population 40% of whom received platinum-based chemotherapy. In this group, overall survival was statistically significant in patients with a CKD-EPI creatinine value of 65 or greater (p:0.023). When we separated the arms according to the stage, there was no relationship between CKD-EPI Cystatin C and progression-free survival in metastatic patients (p: 0.13). In the non-metastatic group, median DFS was 7 months and OS was 13.9 months in patients with CKD-EPI Cystatine C level above 45 (p:0.005).
Conclusions: Both CKD-EPI creatinine and CKD-EPI cystatin C were significantly associated with overall survival and disease-free survival in patients receiving platinum-based chemotherapy. When assessed according to the stage, there was a general survival relationship with CKD-EPI cystatin C in the non-metastatic group and in the other groups there was no significant correlation with the estimated GFR measurements.
Keywords: estimated glomerular filtration methods, chemotherapy, overall survival
ÖZ
Amaç: Glomerüler filtrasyon hızı (GFR) ölçümleri kanser hastalarında kritiktir. Tahmini GFR’yi hesaplamak için çeşitli yöntemler kullanılır. Bu çalışmanın amacı, bu yöntemler arasında bir korelasyon olup olmadığını araştırmak ve onkolojik sonuçların evre ve tedavi ajanlarına göre değişip değişmediğini araştırmaktır.
Metot: Toplam 153 hasta retrospektif olarak tarandı. Tüm hastalarda kemoterapi tedavisinin 1. Siklusu öncesi ve sonraki kemoterapi sikluslarından önce tüm GFR ölçüm metodları hesaplanarak kaydedildi.
Sonuçlar: Çalışma populasyonundaki hastaların %40’ı platin bazlı kemoterapi aldı. Bu grupta CKD-EPI kreatinin değeri 65 ve üzerinde olan hastalarda genel sağkalım istatistiksel olarak anlamlıydı (p:0,023). Kolları evreye göre ayırdığımızda metastatik hastalarda CKD-EPI sistatin C ve progresyonsuz sağkalım arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki bulunamadı (p:0,13). Metastatik olmayan grupta CKD-EPI sistatin C seviyesi 45’in üzerinde olan hastalarda ortanca DFS 7 ay ve ortanca OS 13,9 ay olarak bulundu (p:0,005).
Tartışma: Platin bazlı kemoterapi alan hastalarda hem CKD-EPI kreatinin hem de CKD-EPI sistatin C genel sağkalım ve hastalıksız sağkalım ile anlamlı olarak ilişkili bulundu. Evrelere göre değerlendirildiğinde, metastatik olmayan grupta CKD-EPI sistatin C ile genel sağkalım arasında anlamlı ilişki bulunmuş olup, diğer gruplarda tahmini GFR ölçüm metotları ile anlamlı korelasyon bulunmadı.
Keywords: tahmini glomerular filtrasyon metotları, kemoterapi, genel sağkalım
Research Article
Fikriye Milletli-Sezgin, Rukiye Nar, Lokman Hızmalı
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 396-403
ABSTRACT
Aim: To evaluate the relationship between dynamic thiol-disulfide homeostasis which is a novel oxidative stress marker and levels of HBV DNA, and the oxidant-antioxidant balance.
Material and Method: In the controlled study which included chronic hepatitis B (CHB) patients and healthy volunteers, dynamic Thiol-disulphide homeostasis (TDH) was measured using a novel automated method developed by Erel. Disulfide / total thiol (%), disulfide / native thiol (%), and native thiol / total thiol (%) rates were calculated using the previously determined concentrations of disulfides, native thiols, and total thiols.
Results: Of thiol / disulfide homeostasis parameters, native thiol, total thiol, and disulfide levels were statistically lower in the CHB patient group (p <0.05). As a result of the correlation analyses, a significant negative correlation was determined between HBV DNA levels and disulfide / native thiol, disulfide / total thiol, and native thiol / total thiol parameters (p <0.05).
Conclusions: Our results suggest that oxidative stress increases with the rise in HBV-DNA levels and that the antioxidant defense may have weakened.
Keywords: chronic hepatitis B, thiol-disulfide homeostasis, HBV-DNA
ÖZ
Amaç: HBV DNA seviyeleri ile yeni bir oksidatif stres belirteci olan dinamik tiyol-disülfit homeostazı ve oksidan-antioksidan dengesi arasındaki ilişkiyi değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: Kronik hepatit B (KHB) hastalarını ve sağlıklı gönüllüleri içeren kontrollü çalışmada, dinamik Tiyol-disülfid hemostazı (TDH), Erel tarafından geliştirilen yeni bir otomatik yöntem kullanılarak ölçüldü. Disülfid / total tiyol (%), disülfid / nativ tiyol (%) ve nativ tiyol / total tiyol (%) oranları, önceden belirlenmiş disülfid konsantrasyonları, nativ tiyoller ve total tiyoller kullanılarak hesaplandı.
Bulgular: Tiyol / disülfit homeostazı parametrelerinde, nativ tiyol, total tiyol ve disülfit seviyeleri KHB hasta grubunda istatistiksel olarak düşüktü (p <0.05). Korelasyon analizleri sonucunda HBV DNA düzeyleri ve disülfit / nativ tiyol, disülfit / total tiyol ve nativ tiyol / total tiyol parametreleri arasında anlamlı bir negatif korelasyon tespit edildi (p <0.05).
Sonuç: Sonuçlarımız oksidatif stresin HBV-DNA seviyelerinin yükselmesiyle arttığını ve antioksidan savunmanın zayıflamış olabileceğini göstermektedir.
Keywords: kronik hepatit B, tiyol-disülfid hemostazı, HBV-DNA
Research Article
Cihan Bedel
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 404-408
ABSTRACT
Aim: The aim of this study is to determine the effectiveness of the neutrophil lymphocyte ratio (NLR) and platelet lymphocyte ratio (PLR) in the diagnosis of acute cholecystitis (AC).
Material and method: 452 patients diagnosed with AC and 152 patients who admitted to the clinic with biliary colic and elective cholecystectomy have been included this study. Groups compared according to age, gender, white blood cell count (WBC), mean platelet volume (MPV), platelet distribution width (PDW), red blood cell distribution width (RDW), NLR and PLR.
Results: There was no significant difference in age between the two groups (p=0.52). Female patients were significantly higher in both control and AC groups (p=0.006). WBC, CRP, NLR, PLR values of the patients in the study group have been observed significantly higher than the control group (p<0.001). The parameter with the highest sensitivity and specificity was found as NLR.
Conclusions: NLR and PLR can be considered as a potential inflammatory biomarker for AC, due it being inexpensive and easy calculated.
Keywords: acute cholecystitis, neutrophil lymphocyte ratio, platelet lymphocyte ratio
ÖZ
Amaç: Bu çalışmanın amacı, akut kolesistit (AK) tanısında nötrofil lenfosit oranı (NLO) ve trombosit lenfosit oranının (PLO) etkinliğini belirlemektir.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya AK tanısı alan 452 hasta ve biliyer kolik ile kliniğe başvuran ve elektif kolesistektomi yapılan 152 hasta dahil edildi. Gruplar yaş, cinsiyet, beyaz kan hücre sayısı (WBC), ortalama trombosit hacmi (MPV), trombosit dağılım genişliği (PDW), kırmızı kan hücre dağılım genişliği (RDW), NLO ve PLO’ya göre karşılaştırıldı.
Bulgular: İki grup arasında yaş açısından anlamlı fark yoktu (p = 0,52). Kadın hastalar hem kontrol hem de AK grubunda anlamlı derecede yüksekti (p = 0,006). Çalışma grubundaki hastaların WBC, CRP, NLO, PLO değerleri kontrol grubundan anlamlı olarak yüksek bulundu (p<0,001). Hassasiyeti ve özgüllüğü en yüksek olan parametre NLO olarak bulundu.
Sonuçlar: NLO ve PLO, ucuz ve hesaplamasının kolay olmasıyla AK için potansiyel bir inflamatuar biyobelirteç olarak kabul edilebilir.
Keywords: akut kolesistit, nötrofil lenfosit oranı, trombosit lenfosit oranı
Research Article
Mehmet Soytürk, Ruhullah Eşim, Ahmet Yalçın, İlyas Sayar, Ali Küpeli
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 409-414
ABSTRACT
Purpose: In our retrospective study, we aimed to evaluate the biopsied BIRADS III breast lesions due to enlargement on ultrasonography in patients with risk factors. We have compared the pathologic results with sonographic definitions to find an association.
Materials and Methods: We have retrospectively scanned hospital records and obtained the radiologic and pathologic data belong to 67 patients. We have deduced sonographic terms defining the lesions from radiologic reports and compared the data with pathology results to find a statistically significant association between sonographic definitions and pathologic diagnosis.
Results: All histopathology-proved fibroadenoma, fibrosis and invasive ductal carcinoma were statistically associated with “smooth margins” on ultrasonography (p:0.034). Term of “lobulated contour” was not statistically linked with any of the pathologic entities (p:0.947). Fibrocystic component was significantly present in fibrocysts and infections/abscesses (p<0.001).
Conclusions: Patients in risk group who had lesions with smooth margins on ultrasonography and classified as BIRDAS III might have diagnosis of invasive ductal carcinoma along with benign entities. Thus, we consider that biopsy is still the most useful diagnostic tool in patients with risk factors as smooth margins on ultrasound might not refer to its benign nature.
Keywords: ultrasonography, breast biopsy, BIRADS
ÖZ
Amaç: Çalışmamızda risk grubundaki hastalarda ultrasonografide tanımlanan ve boyut artışı gösteren BIRADS III lezyonlara yapılan biyopsileri geriye dönük olarak değerlendirerek bu lezyonların patoloji sonuçları ile tarif için kullanılan terimler arasında bir bağıntının varlığını araştırdık.
Yöntemler: Hastane verileri geriye doğru taranarak, patolojik ve radyoloji verilerine ulaşılabilen 67 hastanın ultrasonografi raporlarından lezyonu tarif eden terimler çıkarıldı. Elde edilen bilgiler ile hastaların biyopsi sonuçları istatistiksel olarak karşılaştırılarak lezyonun sonografik tarifi ile patoloji sonucu arasında bir ilişki araştırıldı.
Bulgular: Patolojik olarak fibroadenom, fibrozis ve invaziv duktal karsinom olarak tespit edilen olguların ultrasonografi raporlarında istatistiksel olarak anlamlı olarak daha yüksek oranda “düzgün sınırlı” ifadesi geçmekte idi (p:0,034). “Lobüle konturlu” olarak tarif edilen lezyonlar ile hiçbir tanı grubu arasında ilişki saptanmadı (p:0,947). Fibrokistik değişiklik alanı ve enfeksiyon/apse olarak patoloji raporu olan lezyonlar, ultrasonografide “kistik komponent” tarifi ile ilişkiliydi (p<0,001).
Sonuçlar: Risk grubundaki hastalarda USG ile BIRADS III olarak tanımlanan ve düzgün sınırlı olarak tanımlanan lezyonların benign tanıların yanı sıra invaziv duktal karsinom ile de ilişkili olduğunu bulduk. Buradan hareketle risk grubundaki hastalarda lezyonun düzgün sınırlı olmasının lezyonun benign natürüne işaret etmediğini ve bu hastalarda yine en net tanı aracının biyopsi oluğunu savunuyoruz.
Keywords: ultrasonografi, meme biyopsi, BIRADS, BIRADS
Research Article
Hakan Çökmez, Çetin Aydın
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 415-421
ABSTRACT
Aim: Our aim in this study was to determine the current location of toxoplasma screening in prenatal follow-up by presenting seroprevalence in pregnant women who applied for prenatal follow-up and applied serological tests for toxoplasma.
Material and Methods: This retrospective study was conducted between the ages of 15-49 and pregnant women who applied to our clinic for prenatal follow-up and who underwent Toxoplasma gondii (t.gondii) serological tests. Age, place of birth, and anti-t.gondii immunoglobulin (Ig) M and G data were obtained by screening hospital records. Cases were grouped according to their place of birth and analyzed for toxoplasma seropositivity.
Results: Of the 817 pregnant women included in the study, 296 (36.2%) had anti-t.gondii IgG positive. In terms of seropositivity of anti-t.gondii IgG, there was a significant difference between the patients of Aegean Region (30.1%) and patients of Southeast Anatolia (47.1%) (p <0.05). Also toxoplasmosis seroprevalence Turkey’s west of the origin of the patient group (29.5%) compared to the Syrians patients (45.7%) was significantly lower (p <0.05).
Conclusion: In west of Turkey, due to the high sensitivity of toxoplasma infection associated with lower toxoplasma seroprevalence compared to the east, intended to prevent the risk of congenital toxoplasmosis can be increased we recommend at least region-based prenatal toxoplasma scanning.
Keywords: toxoplasma, toxoplasmosis, congenital, seroepidomiologic studies
ÖZ
Amaç: Bizim bu çalışmadaki amacımız, kurumumuza prenatal takip için başvurmuş ve toksoplazma için serolojik testler uygulanmış gebelerde seroprevalans değerini ortaya koyarak, prenatal takipte toksoplazma taramasının güncel yerini belirlemektir.
Gereç ve Yöntemler: Bu retrospektif çalışmaya 15-49 yaş aralığında olup, prenatal takip amacıyla kliniğimize başvurmuş ve Toxoplasma gondii (t.gondii) serolojik testleri uygulanmış gebeler alındı. Olguların yaş, doğum yerleri, ve anti-t.gondii immunglobulin (Ig) M ve G verileri hastane kayıtları taranarak elde edildi. Olgular doğum yerlerine göre gruplandırıldı ve toksoplazma seropozitivitesi açısından karşılaştırılarak analiz edildi.
Bulgular: Çalışmaya alınan 817 gebenin 296’sında (%36,2) anti-t.gondii IgG pozitifti. Anti-t.gondii IgG seropozitivitesi bakımından Ege Bölgesi kökenli hasta grubu (%30,1) ile Güneydoğu Anadolu kökenli hasta grubu (%47,1) arasında anlamlı fark vardı (p<0,05). Ayrıca toksoplazma seroprevalansı Türkiye’ nin batısından kökenli hasta grubunda (%29,5) Suriyeli hasta grubuna göre (%45,7) anlamlı derecede düşüktü (p<0,05).
Sonuçlar: Türkiye’nin batısında, doğuya kıyasla düşük toksoplazma seroprevalansı ile ilişkili yüksek toksoplazma enfeksiyonu duyarlılığı nedeniyle, konjenital toksoplazmoz riskini önleme amaçlı, en azından bölge tabanlı prenatal toksoplazma taraması yapılmalıdır.
Keywords: toksoplazma, toksoplazmozis, doğumsal, seroepidemiyolojik çalışmalar
Research Article
Ayhanım Tümtürk, Ayşe Yasemin Tezer Tekçe, Laser Şanal
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 422-426
ABSTRACT
Aim: Just like the rest of the world, the frequency of nosocomial infections is increasing in our country. The aim of this study is to evaluate the change in carbapenem resistance rates of Gram-negative bacteria isolated from health care related infections over the years.
Materials and Methods: The study was performed retrospectively between January 2014 and December 2017. Obtained from clinics with hospital surveillance; according to criteria for the diagnosis of nosocomial infections set by the Centers for Disease Control and Prevention (CDC); Gram-negative factors were examined in patients. Acinetobacter baumannii, Pseudomonas aeruginosa, Klebsiella pneumoniae and Escherichia coli strains were evaluated.
Results: Carbapenem resistance of A. baumannii strains was 90.7% in 2014 and was 95.9% in 2017. Among the E. coli strains, the rate of carbapenem resistance of 4.1% in 2014, was 7.5% in 2017. While the resistance rate among K. pneumoniae strains was 32.2% in 2014, this rate increased to 48.9% in 2017. Among the P. aeruginosa species, the carbapenem resistance rate was 26.3% in 2014, increased to 38.4% in 2017.
Conclusion: In the study, we determined that carbapenem resistance was very high in Acinetobacter spp strains while the resistance rate for Klebsiella spp strains has increased dramatically over the years. Knowing the data will be a guide for the clinicians in selecting empirical antibiotic agents, especially in critical intensive care unit patients, and will guide the development of infection control programs and antibiotic control programs in order to reduce the rate of resistance.
Keywords: Karbapenem resistance, Acinetobacter spp., Klebsiella spp., Pseudomonas spp., E. Coli
ÖZ
Amaç: Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de nozokomiyal infeksiyon sıklığı giderek artmaktadır. Bu çalışmada sağlık bakım ilişkili infeksiyonlardan izole edilen Gram negatif bakterilerin karbapenem direnç oranlarının yıllar içindeki değişiminin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamız Ocak 2014-Aralık 2017 tarihleri arasında retrospektif olarak yapılmıştır. Hastane kayıtlarından Ocak 2014-Aralık 2017 tarihleri arasında hastanemizde yatırılarak tedavi edilen, sürvayansı yapılan servislerden elde edilen ve Centers for Disease Control and Prevention (CDC) kriterlerine göre hastane infeksiyonu tanısı alan hastalarda üreyen Gram negatif etkenler incelenmiştir. Acinetobacter baumannii, Pseudomonas aeruginosa, Klebsiella pneumoniae ve Escherichia coli suşları değerlendirilmeye alınmıştır.
Bulgular: A. baumannii suşları arasında 2014 yılında %90,7 olan karbapenem direnci, 2017 yılında %95,9, E. coli suşları arasında 2014 yılındaki %4,1 olan karbapenem direnç oranı 2017 yılında %7,5, K. pneumoniae suşları arasında 2014 yılında %32,2 olan direnç oranı 2017 yılında %48,9, P. aeruginosa türleri arasında ise yine 2014 yılında %26,3 olan karbapenem direnç oranı 2017 yılında %38,4 olarak belirlenmiştir.
Sonuç: Çalışmamızda karbapenem direncinin Acinetobacter spp suşlarında çok yüksek düzeyde olduğu, Klebsiella spp suşlarında ise direnç oranının yıllar içinde dikkat çekici oranda yükseldiği tespit edilmiştir. Bu verilerin bilinmesi özellikle kritik yoğun bakım hastalarında hem ampirik antibiyotik ajanlarının seçiminde klinisyenler için yol gösterici olacak, hem de direnç oranını azaltabilmek için alınacak infeksiyon kontrol programları ve antibiyotik kontrol programlarının geliştirilmesi için yönlendirici olacaktır.
Keywords: Karbapenem direnç, Acinetobacter spp., Klebsiella spp., Pseudomonas spp., E. Coli
Research Article
Onur Gökmen, Nilüfer Yeşilırmak
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 427-432
ABSTRACT
Aim: To assess possible risk factors and protective factors in pterygium at Van Region.
Material and Method: Patients demographic data, occupations, educational status, smoking habits, sunglasses and hat usage habits were questioned, then pterygium grading was done. Correlations between pterygium grade and educational status, smoking, sunglasses and hat usage habits were evaluated.
Results: Totally 48 patients, 30 male (62.5%), and 18 female (37.5%) were included in this study. Mean age of the patients was 42.8 ±12.9 years. 29 (60.4%) of the patients were working indoor and 19 (39.6%) of the patients were working outdoor. According to educational status, 12 patient (25%) didn’t know reading and writing, 16 patient was elementary school (33%), 9 patient was middle school graduated (18.8%), 8 patient was high school graduated (16.7%) and 3 patient (6.3%) was collage and above graduated. When evaluating the other possible factors, 10 patients (20.8%) were making tandoor bread, 16 patients (33.3%) were smoking, only 5 (10.4%) patients were using sunglasses and 13 patients (37.1%) were using hat. There was no significant correlation between pterygium grade and smoking habits, tandoor bread making, sunglasses and hat usage habbits while significant relation was found between pterygium grade and outdoor working.
Conclusion: Smoking habits, tandoor bread making habits, sunglasses and hat usage habits may be possible protective or risk factors for pterygium, but it may not be associated with pterygium grades and prognoses.
Keywords: pterygium, etiology, risk factors
ÖZ
Amaç: Van Bölgesinde pterjiumdaki olası risk faktörleri ve koruyucu faktörleri değerlendirmek.
Gereç ve Yöntem: Pterjium hastalarının demografik bilgileri, meslekleri, eğitim durumları, sigara kullanımları, tandır ekmeği yapıp yapmadıkları, güneş gözlüğü ve şapka kullanım alışkanlıkları sorgulandı ve pterjium evrelemesi yapıldı. Eğitim durumu, çalışma koşulları, sigara kullanımı, şapka-güneş gözlüğü kullanımı ve tandır ekmeği yapıp yapmadıkları ile pterjium evresi arasındaki ilişki değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya katılan toplam 48 hastadan 30 hasta erkek (%62,5), 18 hasta ise kadındı (%37,5). Hastaların ortalama yaşları 42,8 ±12,9 yıldı. Hastaların 29’u (%60,4) kapalı ortamda 19’u (%39,6) ise açık ortamda çalışıyordu. Eğitim durumuna göre 12 hasta okuma-yazma bilmeyen (%25), 16 hasta ilkokul mezunu (%33,3), 9 hasta ortaokul mezunu (%18,8), 8 hasta lise mezunu (%16,7), 3 hasta (%6,3) ise üniversite ve üzeri eğitim düzeyine sahipti. Diğer olası etiyolojik faktörler değerlendirildiğinde 10 hasta (%20,8) tandır ekmeği yaparken, 16 hasta sigara içiyordu (%33,3), sadece 5 hasta (%10,4) güneş gözlüğü kullanıyordu, 13 hasta (%37,1) ise şapka kullanıyordu. Hastaların pterjium evrelerine göre sigara kullanımı, tandır ekmeği yapımı, şapka kullanımı arasında anlamlı bir ilişki tespit edilmezken dış mekanda çalışma ile hastalık evresi arasında anlamlı bir ilişki tespit edilmiştir.
Sonuç: Pterjiumda sigara kullanımı, tandır ekmeği yapımı, güneş gözlüğü ve şapka kullanımı gibi faktörlerin risk faktörü veya koruyucu faktörler olabilir ancak hastalığın prognozu ile ilişkili olmayabilir.
Keywords: Pterjium, etiyoloji, risk faktörleri
Research Article
Anıl Taşkesen, Yüksel Uğur Yaradılmış, Kasım Kılıçarslan, Mehmet Asiltürk, İsmail Demirkale, Murat Altay
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 433-438
ABSTRACT
Aim: Leg length discrepancy (LLD), instability and periprosthetic infection are most common reasons patient complaint after total hip replacement (THR) surgery. Degree of soft tissue release in operating room may mislead us about LLD. The objective of this study is to report the effect of the anesthesia type on leg lengthening amount.
Material and Method: In this study, 36 primary coxarthrosis patients who underwent THR surgery in two different medical centers under different types of anesthesia during2016-2017 were enrolled retrospectively. Patients are divided into two groups. Group 1 (n:18) who underwent general anesthesia, group 2 (n:18) who underwent regional anesthesia. Distance between greater trochanter-ischial tuberocity (GT-IT) is measured radiologically for leg lengthening, umbilicus-medial malleolus distance is measured clinically for LLD. Harris hip score (HHS) is measured for functional scoring.
Results: The average follow-up time was 13 months (12-15 months). No deep infection or neurovascular damage were seen in patients. According to GT-IT distance, leg lengthening was 19.76±9.83 mm in group 1 and 3.2±3.96 in group 2 (p:0.000*). According to 12 month umbilicus-medial malleolus distance, 9 patients experienced leg lengthening (<2cm) and 9 patients had no LLD in group 1 where 3 patients experienced leg shorthening (<1cm), 5 patients experienced leg lengthening (<1cm) and 11 patients had no LLD in group 2. Average HHS was 77.17±4.4 in group 1 where 78.64±5.73 in group 2 (p:0.410). When all patients were considered 12 patients (33%) experienced 1-10 mm lengthening, 4 patients (11%) experienced 10-20 mm lengthening. HHS was 79.62 in patients with no LLD, 77.41 in 1-10 mm LLD, 75.21 in 10-20 mm LLD (p:0.140)
Conclusion: In THR surgery, leg lengthening is seen in patients whom underwent general anesthesia more than regional anesthesia patients. We think that this is because soft tissue relaxation is more significant after general anesthesia.
Keywords: total hip artroplasty, leg length discrepancy, general anesthesia, regional anesthesia
ÖZ
Amaç: Total kalça artroplastisi sonrası ekstremite eşitsizliği, instabilite ve enfeksiyondan sonrası en sık hasta şikayet nedenidir. Kullanılan anestezi yöntemine göre yumuşak doku gevşemesindeki değişkenlik bacak uzunluk eşitsizliği konusunda bizi yanıltabilir. Çalışmamızda total kalça protezi ameliyatında anestezi tipinin bacak uzuma miktarına etkisini araştırdık.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda 2016-2017 tarihleri arasında iki farklı merkezde ameliyat edilen ve anestezi türleri farklı olan 36 primer koksartrozlu hasta retrospektif olarak değerlendirildi. Hastalar genel anestezi uygulananlar [Grup 1 (n:18)] ve rejyonel anestezi uygulananlar [Grup 2 (n:18)] olarak ayrıldı. Hastalar radyolojik olarak trokanter minör - tuberkulum iskiadikum mesafesi (T.İ.-T.M.) ile uzama miktarı, umblicus - medial malleol ölçümü ile bacak uzunluk eşitsizliği belirlendi. Fonksiyonel değerlendirme için hastalara Harris kalça skoru yapıldı.
Bulgular: Ortalama takip süresi 13 ay (12-15 ay) idi. Vakaların hiçbirinde derin enfeksiyon ya da damar-sinir yaralanması görülmedi. T.İ.- T.M. mesafesine göre bakıldığında Grup 1’de 19,76 ± 9,83 mm Grup 2’de 3,2 ± 3,96 mm uzama gözlendi (p=0.000*). Hastaların 12. ay umblikus – medial malleol ölçümlerinde Grup 1 de 9 hastada ameliyat edilen bacakta uzama (<2cm) gözlenirken 9 hastada ekstremiteler eşit gözlendi. Grup 2 de 3 hastada kısalık (<1 cm), 5 hastada uzama (<1 cm), 11 hastada ise ekstremiteler eşit gözlendi. Grup 1’deki hastaların ortalama Harris Kalça Skorları 77,17±4,4, Grup 2’deki hastaların ise 78,64±5,73 olarak bulundu (p=0,410). Grup ayrımı gözlenmeksizin hastaları 12’sinde (%33) 1-10mm uzama, 4 ünden (%11) 10-20 mm bacak eşitsizliği görüldü. Harris kalça skorları bacak uzunluk farkı olmayan hastalarda 79,62, 1-10 mm hastalarda 77,41, 10-20 mm olan hastalarda 75,21 olarak bulundu (p=0,140).
Sonuç: Total kalça protezinde cerrahide genel anestezi uygulaması rejyonel anesteziye göre patolojik tarafta uzamaya neden olmaktadır. Bunun nedeni genel anestezinin daha çok yumuşak doku gevşemesi yapması olduğunu düşünmekteyiz.
Keywords: total kalça protezi, bacak uzunluk eşitsizliği, genel anestezi, rejyonel anestezi
Research Article
Tuba Erdem Sultanoğlu, Pınar Bora Karslı, Ebru Karaca Umay, Hasan Sultanoğlu, Fatma Aytül Çakcı
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 439-445
ABSTRACT
Objective: The aim of our study was to evaluate the demographic and disease characteristics of our patients with posterior circulation due to low life expectancy which may affect vital functions such as consciousness, circulation, respiration and swallowing and to convey our experience.
Materials and Methods: A total of 12 patients hospitalized in the Clinic of Physical Medicine and Rehabilitation with posterior circulation stroke were included in this study. Demographic characteristics, coma and intensive care duration and time period before the rehabilitation admission, the existence and duration of tracheostomy and mechanical ventilation support, Glasgow coma scale (GCS) was recorded. Neurological and musculoskeletal findings of all patients, swallowing and nutritional status, pressure ulcer existence, neurogenic bladder and bowel symptoms were evaluated. Rehabilitation protocol, rehabilitation clinic stay period, Brunnstrom motor functional status (BMFS) and functional independence measure (FIM) score on admission and discharge was reported.
Results: The mean age of the patients was 53.75 ± 12.77 years. Right side of the body in 4 (33%) patients, left side in 1 (8.3%) patients and both sides affected in 7 (58.4%) patients. Mean time until the admission to the rehabilitation clinic was 33.5 (7-78) days and rehabilitation clinic stay length was 39.5 (15-126) days. After the rehabilitation period BMFS, GCS and FIM scores changed significantly (p=0.001, p=0.005, p=0.002). At the rehabilitation discharge, 3 (25%) patients were wheelchair bound, rest of the patients were ambulatory with an assistance or independently. 3 patients continued with gastrostomy tube.
Conclusion: Early rehabilitation of severe posterior circulation (PC) stroke patients that has an essential role for the recovery; as well as in all hemiplegies, contributing to improved motor-cognitive status and better functional outcomes.
In our study, the demographic and disease characteristics of patients with stroke who had low life expectancy and posterior circulation with serious medical complications were evaluated. It was concluded that starting early rehabilitation program might be important in terms of motor functions, cognitive functions and functional independence as in all other hemiplegic patients.
Keywords: posterior circulation, stroke, rehabilitation
ÖZ
Amaç: Çalışmamızın amacı bilinç, dolaşım, solunum ve yutma gibi hayati fonksiyonları etkileyebilen ve yaşam beklentisi düşük olan posterior sirkulasyon kaynaklı inmeli hastalarımızın demografik ve hastalık özelliklerinin değerlendirilmesi ve deneyimlerimizin aktarılmasıdır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda, kliniğimizde yatarak takip edilen, posterior sirkulasyon kaynaklı inmeli 12 hasta alındı. Hastaların demografik özellikleri, koma ve yoğun bakım süresi, kliniğimize kabule kadar geçen süre, trakeostomi ve mekanik ventilasyon desteği varlığı ve süresi, Glaskow koma skalası (GKS) düzeyi gibi hastalık özellikleri kaydedildi.
Hastaların kabulündeki nörolojik ve kas iskelet sistemi ile konuşma, yutma, nütrisyon, bası yarası, mesane ve bağırsak muayene bulguları değerlendirildi. Hastalara uygulanan rehabilitasyon yöntemleri, kliniğimizde kalış süresi ile kliniğimize kabul ve taburculuk sırasındaki Brunnstrom motor fonksiyonel seviye (BMFS) ve fonksiyonel bağımsızlık ölçeği (FBÖ) düzeyi kaydedildi.
Bulgular: Çalışmaya alınan hastaların yaş ortalaması 53,75±12,77 yıldı. Hastaların 4’ünde (%33,3) sağ, 1’inde (%8,3) sol, 7’sinde (%58,4) ise hem sağ hem de sol taraf etkilenmişti. Kliniğimize kabule kadar geçen süre ortalama 33,5 gün olup uygulanan fizik tedavi süresi 39,5 gündü (15-126 gün). Hastalara uygulanan rehabilitasyon programı sonrasında; BMFS, GKS ve FBÖ düzeylerindeki değişim anlamlı olarak bulundu (sırasıyla p=0,001, p=0,005, p=0,002). Hastaların tedavi sonrasında 3’ü (%25) tekerlekli sandalye seviyesinde, diğerleri destekli/desteksiz ambule olarak taburcu edildi. Hastaların 3’ünde beslenmeye gastrostomi yöntemi ile devam edildi.
Sonuç: Yaşam beklentisi düşük olabilen ve ciddi medikal komplikasyonlarla seyredebilen posterior sirkulasyonu içeren inmeli hastaların demografik ve hastalık özelliklerinin değerlendirildiği çalışmamızda; erken dönem rehabilitasyon programına başlamanın diğer tüm hemiplejik hastalarda olduğu gibi motor fonksiyonlar, bilişsel fonksiyonlar ve fonksiyonel bağımsızlık yönünden önemli olabileceği sonucuna varıldı.
Keywords: posterior dolaşım, inme, rehabilitasyon
Research Article
Ayşe Şimşek, Bora Baysal
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 446-449
ABSTRACT
Aim: Congenital heart disease is the most common congenital anomaly in newborns. The aim of this study is to evaluate the frequency, distribution and diagnostic clues of the patients diagnosed with congenital heart disease among newborns in the neonatal intensive care unit.
Materials and Methods: 392 infants with congenital heart disease were evaluated retrospectively in our neonatal intensive care unit between January 2014 and September 2018. The reasons of evaluation, gender and cardiovascular system examination, electrocardiogram, echocardiographic examination were recorded.
Results: 392 infants with congenital heart disease were included in the study. Of the patients, 201 were male (51.3%) and 191 were female (48.7%). The rate of congenital heart disease was found to be 11.7% in our center. The most common acyanotic heart disease was ventricular septal defect 31.3%, atrial septal defect 30.1%, and patent ductus arteriosis 21.6%. In cyanotic heart disease, this was tetralogy of fallot 3.8% and transposition of the great arteries 2.5%. The most common reason for evaluation by pediatric cardiologists was cyanosis in cyanotic heart disease, murmur and respiratory distress in acyanotic heart disease.
Conclusion: Congenital heart diseases constitute approximately one third of all congenital anomalies, so it is an important health problem in the neonatal period. In these patients, early cardiological evaluation is very important for diagnosis and early treatment. The incidence of congenital heart disease among infants in the neonatal intensive care unit is higher than in all live births.
Keywords: neonatal, congenital heart disease, neonatal intensive care
ÖZ
Amaç: Doğumsal kalp hastalıkları, yenidoğanlarda görülen en sık doğumsal anomali nedenidir. Bu çalışmada amacımız, hastanemiz yenidoğan yoğun bakım ünitesinde izlenen bebekler arasında doğumsal kalp hastalığı tanısı alan hastaların sıklık, dağılım ve tanısal ipuçları açısından geriye dönük değerlendirilmesidir.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2014 – Eylül 2018 tarihleri arasında yenidoğan yoğun bakım ünitemizde yatan 3350 bebek arasında doğumsal kalp hastalığı tanısı alan 392 bebek geriye dönük olarak değerlendirildi. Bu bebeklerin değerlendirilme nedenleri, cinsiyetleri ve kardiyovasküler sistem muayenesi, elektrokardiyogram, ekokardiyografik inceleme ile koyulmuş tanıları kaydedildi.
Bulgular: Doğumsal kalp hastalığı tanısı alan 392 bebek çalışmaya dahil edildi. Hastaların 201’ i erkek (%51,27) , 191’ i kız (%48,72) idi. Merkezimizde doğumsal kalp hastalığı sıklığını %11,7 olarak bulduk. En sık görülen asiyanotik kalp hastalıkları sırası ile ventriküler septal defekt %31,3, atriyal septal defekt %30,1, patent duktus arteriozus %21,6 iken, siyanotik kalp hastalıkları fallot tetralojisi %3,8 ve büyük arter transpozisyonu %2,5 idi. Hastaların çocuk kardiyoloji tarafından en sık değerlendirilme nedeni siyanotik kalp hastalıklarında siyanoz iken, asiyanotik kalp hastalıklarında üfürüm ve solunum sıkıntısı idi.
Sonuç: Doğumsal kalp hastalıkları, tüm doğumsal anomaliler içerisinde yaklaşık üçte bir gibi büyük bir kısmı oluşturmaktadır, bu nedenle yenidoğan döneminde önemli bir sağlık sorunudur. Bu hastalarda erken kardiyolojik değerlendirme tanı ve erken tedavi için çok önemlidir. Yenidoğan yoğun bakım ünitesinde izlenen bebekler arasında doğumsal kalp hastalığı sıklığı tüm canlı doğanlara göre daha yüksektir.
Keywords: yenidoğan, doğumsal kalp hastalığı, yenidoğan yoğun bakım
Research Article
Ayca Ant, Felat Toprak, Arzubetul Duran, Burcu Vural, Caner Kilic, Tuncay Tunccan, Samet Ozlugedik
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 450-455
ABSTRACT
Aim: Salivary gland tumors (SGTs) are rare neoplasms thus, the local records are valuable to obtain the epidemiological overview. This study aimed to determine the demographic and clinicopathological features of SGTs in our clinic and compare the findings with the studies from Turkey and all over the world.
Material and methods: The data of 185 patients who underwent surgery for SGT in The Department of Otorhinolaryngology-Head and Neck Surgery of a tertiary referral center between 2012 and 2017 were studied retrospectively. The demographic and clinicopathological features of the patients were recorded.
Results: Among all patients with primary and secondary SGTs, the median age was 53 years, 54.6% of the patients were men. Patients with primary tumor constituted 96.8% of all cases. Malignancy rate was 14. Parotid gland was the most common location (90%). Nearly half of all primary tumors were diagnosed as pleomorphic adenoma (n=84, 46.9%). Mucoepidermoid carcinoma was the most common malign neoplasm of the parotid gland. There were only six patients (3.2%) that had secondary SGT.
Conclusion: Pleomorphic adenoma and mucoepidermoid carcinoma were the most common benign and malign pathologies, respectively. The lowest malignancy rate and the highest rate of warthin tumor of the existing literature were the most conspicuous findings of our study. Although the frequency of the secondary SGTs is low, the possibility of metastasis should be considered especially for the patients above 65 years of age.
Keywords: adenoma, pleomorphic, carcinoma, mucoepidermoid, neoplasm, parotid, salivary gland
ÖZ
Amaç: Tükürük bezi tümörleri (TBT’ler) nadir görülen neoplazmlardır, bu nedenle lokal kayıtlar epidemiyolojik bir bakış açısı elde etmek için değerlidir. Bu çalışma, kliniğimizde opere edilen TBT’lerin demografik ve klinikopatolojik özelliklerini belirlemeyi ve bu bulgular ile Türkiye ve tüm dünyadaki çalışmaları karşılaştırmayı amaçlamıştır.
Gereç ve yöntemler: 2012 ve 2017 yılları arasında bir üçüncü basamak sağlık merkezinin Kulak Burun Boğaz ve Baş Boyun Cerrahisi Kliniği’nde TBT nedeniyle opere edilen 185 hastanın verileri geriye dönük olarak incelendi. Hastaların demografik ve klinikopatolojik özellikleri kaydedildi.
Bulgular: Primer ve sekonder TBT’li tüm hastalar arasında median yaş 53, hastaların %54,6’sı erkekti. Primer tümörlü hastalar tüm vakaların %96,8’ini oluşturmaktaydı. Malignite oranı 14 idi. Parotis bezi en sık lokalizasyondu (%90). Tüm primer tümörlerin yaklaşık yarısına pleomorfik adenom tanısı kondu (n = 84, %46,9). Mukoepidermoid karsinom, parotis bezinin en sık görülen malign neoplazmı idi. Sekonder TBT’si olan sadece altı hasta (%3,2) vardı.
Sonuç: Pleomorfik adenom ve mukopidermoid karsinom sırasıyla en sık görülen benign ve malign patolojilerdir. Literatürdeki en düşük malignite oranı ve en yüksek warthin tümörü oranı çalışmamızın en çarpıcı bulgularıdır. İkincil TBT’lerin sıklığının düşük olmasına rağmen, özellikle 65 yaşın üzerindeki hastalarda metastaz olasılığı düşünülmelidir.
Keywords: adenom, pleomorfik, karsinom, mukoepidermoid, neoplazi, parotis, tükürük bezi
Research Article
Elif Fatma Özkan Pehlivanoğlu, Hatice Bilgin Sarı, Hüseyin Balcıoğlu, İlhami Ünlüoğlu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 456-460
ABSTRACT
Aim: Human Papilloma Virus is the main cause of cervical cancer as well as cervical squamous intraepithelial lesions. It is important to understand the factors that may increase the likelihood of vaccination and other protective behaviors. The aim of this study is to investigate the knowledge, attitude and behavior of Human Papilloma Virus vaccine and cervical cancer in female patients who applied to our family medicine outpatient clinic in Eskişehir.
Material and Method: Our study was carried out with 295 female health care workers and patient participants who applied to our polyclinic. Participants were asked to complete the questionnaire form which was created by us. The awareness of the participants about cervical cancer and vaccination was determined with questions.
Results: There was no statistically significant difference between the educational status and cervical cancer screening. Pap smear test rates of those who had gynecological examination were found to be statistically significantly higher than those without gynecological examination. There was no statistically significant difference between the women who had previously known about the cervical cancer screening test and the ones who did not receive information about the Pap Smear test.
Conclusion: The fact that health workers have sufficient knowledge level and behaviors with their behaviors in cancer screening will be very effective in the success of cancer screening.
Keywords: cervical cancer, preventive medicine, vaccine, women's health
ÖZ
Amaç: Human Papilloma Virüs, servikal skuamöz intraepitelyal lezyonların yanı sıra rahim ağzı kanserinin ana nedenidir. Aşılanma ve diğer koruyucu davranışlarda bulunma olasılığını artırabilecek faktörleri daha derinlemesine anlamak önemlidir. Çalışmamızla birlikte amacımız Eskişehir ilinde aile hekimliği polikliniğimize başvuran kadın hastaların Human Papilloma Virüs aşısı ve rahim ağzı kanseri hakkında bilgi, tutum ve davranışlarını incelemektir.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamız, polikliniğimize başvuran 295 kadın sağlık çalışanı ve hasta katılımcıda yapılmıştır. Katılımcılardan tarafımızca oluşturulan anket formunu doldurmaları istenmiştir. Katılımcıların serviks kanseri ve aşı hakkındaki farkındalıkları sorularla tespit edilmiştir.
Bulgular: Eğitim durumu ile rahim ağzı kanseri taraması arasında istatistiksel olarak anlamlılık saptanmamıştır. Jinekolojik muayene olanların Pap Smear testi yaptırma oranları, jinekolojik muayene yaptırmayanlara göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek olarak bulunmuştur. Rahim ağzı kanser tarama testi ile ilgili daha önceden bilgi sahibi olan kadın hastaların, Pap Smear testi ile ilgili bilgilendirme almayanlara göre testi yaptırma durumları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmamıştır.
Sonuç: Kanser taramalarında sağlık çalışanlarının yeterli bilgi düzeyine sahip olması ve davranışlarıyla örnek olmaları, kanser taramalarının başarıya ulaşmasında oldukça etkili olacaktır.
Keywords: aşı, kadın sağlığı, koruyucu hekimlik, serviks kanseri
Research Article
Ali Küpeli, Ali Ahmetoğlu, Emine Seda Güvendağ Güven, Ayşegül Cansu, Şakir Süleyman, Hasan Dinç
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 461-467
ABSTRACT
Purpose: To establish the nomograms of fetal nasal bone length reported the ethnic differences and relationship between chromosomal abnormalities, between 18+0-23+6 gestational weeks.
Material and Method: In this study, 2653 fetus between 18+0-23+6 gestational weeks had normal US findings and had not postnatal anomaly were retrospectively evaluated between January 2009 and September 2014. After detailed fetal anomaly scan, biparietal diameter (BPD), head circumference (HC), abdominal circumference (AC), femur length (FL), nasal bone (NB) length and mean gestational weeks (GW) of each fetus were recorded. Regression analyses were performed between NB length and GW, BPD, HC, AC and FL. The reference values for 5-10-25-50-75-90-95. percentiles were established for each gestational week.
Results: In this study, 27 twin pregnancies were detected in the 2626 pregnant women (age range, 17–46 years; mean age, 30.02 ±5.78 years). There were 159, 214, 528, 599, 563, 583 fetuses and the mean NB lengths were 5.5 ± 0.85, 6.3 ± 0.83, 6.6 ± 0.81, 6.9 ± 1, 7.1 ± 0.86, 7.6 ± 0.89 (minimum 4 mm and maximum 10.1 mm) between 18+0-23+6 gestational weeks, respectively. NB length was increased linearly consistent with GH, BPD, HC, AC and FL during 18+0-23+6 gestational weeks. In correlation analysis, the fetal NB length were significantly correlated with GW, BPD, HC, AC and FL (p<0.001).
Conclusion: In our study, we established the NB length nomogram in healthy fetuses between 18+0-23+6 gestational weeks. We think that this reference values can be used for diagnosis of nasal bone hypoplasia in prenatal screening.
Keywords: fetal nasal bone, nomogram, ultrasound
ÖZ
Amaç: Etnik farklılıklar gösteren ve kromozomal anomalilerle ilişkisi bildirilen fetal nazal kemik uzunluğunun 18+0-23+6. gebelik haftaları arasındaki nomogramlarının oluşturulmasıdır.
Materyal ve Metod: Ocak 2009-Eylül 2014 tarihleri arasında, 18+0-23+6 gebelik haftalarında, US bulguları normal olan ve doğum sonrası anomali saptanmayan 2653 fetus retrospektif olarak değerlendirildi. Detaylı fetal anomali taraması yapılan her fetusun biparietal çapı (BPD), kafa çevresi (HC), karın çevresi (AC), femur uzunluğu (FL), nazal kemik (NK) uzunluğu ve ortalama gebelik haftası (GH) kaydedildi. NK uzunlukları ile GH, BPD, HC, AC ve FL arasında korelasyon analizi yapıldı. Her gebelik haftası için 5-10-25-50-75-90-95. persentil değerleri hesaplandı.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 2626 gebenin 27’sinda ikiz gebelik saptandı. Gebelerin yaşları 17-46 yıl (30,02 ± 5,78 yıl) arasındaydı. Çalışmamızda, 18 ile 23. gebelik hafta arasında sırasıyla 159, 214, 528, 599, 563, 583 fetus mevcuttu ve fetal NK uzunluğu ortalama değerleri sırasıyla 5,5 ±0,85; 6,3±0,83; 6,6±0,81; 6,9±1; 7,1±0,86; 7,6±0,89 (minimum 4 mm ve maksimum 10,1 mm) olarak bulundu. NK uzunlukları GH, BPD, HC, AC ve FL artışı ile lineer olarak arttı. Korelasyon analizinde fetal NK uzunluğu GH, BPD, HC, AC ve FL ile anlamlı pozitif korele bulundu (p<0,001).
Sonuç: Çalışmamızda bölgemize ait 18+0-23+6. gebelik haftalarında sağlıklı fetuslarda nazal kemik uzunluğu nomogramları oluşturduk. Bu referans değerlerin, prenatal taramada nazal kemik hipoplazisi tanısında kullanılabileceğini düşünmekteyiz.
Keywords: fetal nazal kemik, nomogram, ultrason
Research Article
Ahmet Issın, Nizamettin Koçkara
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 468-471
ABSTRACT
Aim: This study determines the current anesthetic approach for the reduction of a Colles fracture among Turkish orthopedists.
Material and Method: An online survey was conducted to determine the approach and beliefs about anesthetic use in fracture reduction among Turkish orthopedists who are registered to Turkish orthopedic communities by sending them invitations.
Results: Approximately 50% of the Turkish orthopedists never use anesthetic methods for the reduction of Colles fractures. This rate is 72% for residents. Most common excuses for such a practice were to finish the job quickly (53%) and belief of unnecessariness of the anesthesia in such a quick procedure (58%).
Conclusion: Most of the Colles fractures in Turkey are being reduced without any kind of anesthesia. More than a half of the Turkish orthopedists do not believe the necessity of anesthesia in such a quick procedure. Risky and time-consuming anesthetic methods for such a quick procedure are not approved by the majority of Turkish orthopedists.
Keywords: fracture, reduction, anesthesia, Colles, Turkish
ÖZ
Amaç: Bu çalışmayla Türk ortopedistlerin Colles kırığı redüksiyonu yaparken kullandıkları anestezi yaklaşımını ve bunun nedenlerini belirlemek amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Türk ortopedi cemiyetlerine üye hekimlere davetiye gönderilerek çevrimiçi anketimize katılmaları istenmiştir.
Bulgular: Türk ortopedistlerin takriben %50’si Colles kırığı redüksiyonu için herhangi bir anestezik yöntem kullanmamaktadır. Bu oran asistanlarda %72’dir. Anestezik yöntem kullanmama için en sık bahaneler %58 ile “bu kadar kısa bir işlem için anestezi gerektiğine inanmama” ve %53 ile “işi çabuk bitirmek için”dir.
Sonuçlar: Türkiye’de Colles kırıklarının çoğu hiçbir anestezik yöntem kullanılmadan redükte edilmektedir. Türk ortopedistlerin yarısından fazlası bu işlem sırasında anestezinin gerekliliğine inanmamaktadır. Bu kadar basit ve kısa bir işlem için riskli ve uzun anestezik yöntemlerin kullanılması Türk ortopedistlerinin çoğunun onayladığı bir yöntem değildir.
Keywords: kırık, redüksiyon, anestezi, Colles, Türk
Research Article
Hamed Deveci, Dilek Aynur Uğar Çankal
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 472-476
ABSTRACT
Increasing usage of bisphosphonates, denosumab, and other drugs with similar side effects, which are prescribed for osteoporosis, cancer-related metastases, and bone-related diseases such as Paget’s disease, cause medication-related osteonecrosis of the jaw (MRONJ) cases to be encountered more frequently. Medical doctors and dentists who prescribe or employ these drugs must have comprehensive knowledge about the usage indications, mechanisms of action, and complications which may be caused by these drugs. However, there are few studies evaluating physicians’ awareness of MRONJ. In this review, osteonecrosis, mechanisms of action, and complications which may be caused by bisphosphonates, denosumab, and other drugs with similar side effects are examined. Studies from various countries of the world related to the awareness of physicians who prescribe these drugs were reviewed for the purpose of this study. Also, the results of a study from the city of Ankara are presented.
Keywords: bisphosphonate, denosumab, osteonecrosis, awareness
ÖZ
Bifosfonat, denosumab ve benzer yan etkilere sahip ilaçların osteoporoz, kanser ile ilişkili kemik metastazları ve Paget hastalığı gibi kemik ile ilişkili hastalıklarda kullanımının artması hekimlerin çenelerde ortaya çıkan osteonekroz [İlaç kullanımına bağlı çene osteonekrozu (Medication-Related Osteonecrosis of the Jaws, MRONJ)] tablosu ile sıkça karşılaşmalarına neden olmaktadır. Bu durum özellikle söz konusu ilaçları reçete eden tıp hekimlerinin ve diş hekimlerinin ilaçların kullanım alanları, etki mekanizmaları, ortaya çıkabilecek komplikasyonları konusunda gerekli bilgi ve donanımına sahip olmalarını gerektirmektedir. Hekimlerin MRONJ ile ilgili farkındalığını değerlendiren az sayıda çalışma mevcuttur. Osteonekrozun, bifosfonat, denosumab ve benzer ilaçların etki mekanizmalarının ve yan etkilerinin anlatıldığı bu derlemede, bu ilaçları reçete eden hekimlerin farkındalıkları ile ilgili tüm dünyada yapılmış çalışmalar gözden geçirilmiş ve Ankara şehrinde yapılmış bir çalışmanın sonuçları sunulmuştur.
Keywords: bifosfonat, denosumab, osteonekroz, farkındalık
Research Article
Sudem Mahmutoğlu Çolak, Fatma Yılmaz Karadağ, Mustafa Haluk Vahaboğlu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 477-483
ABSTRACT
Aim: To determine the risk factors of patients followed with recurrent lower extremity cellulitis and to find out the effect of clinical and laboratory findings on treatment response.
Material and Method: This retrospective study was conducted between September 2011 and June 2016 at Infectious Disease clinic of Istanbul Medeniyet University Education and Research Hospital and all hospitalized patients diagnosed as lower extremity cellulitis, aged between 18-91, were involved. Data of all patients was determined by searching patients files and epicrisis. Demographic features, accompanying disease, predisposing factors, last cellulitis attack and its features, patients symptoms at hospitalization day, physical examination findings, laboratory values, given antibiotics and control laboratory values at 72 h were investigated.
Results: Totally 93 patients with a diagnosis of lower extremity cellulitis, 40 (43%) of whom had recurrent cellulitis were included in the study, Patients with a history of recurrent cellulitis compared with patients with first attack. Patients having tinea pedis (p=0.038) and diagnosed as coronary artery disease (0.015) were found statistically significant for recurrent cellulitis. Patients white blood cell (WBC), c-reactive protein (CRP) value at hospitalization day and control laboratory values at 72 h were compared and no statistically significant data obtained. Treatment change has done after 48-72 hours on 28 of patients whom receiving antibiotherapy with the idea of treatment failure. Between patients considering unresponsiveness to antibiotic therapy and undergone treatment change, statistically significant differences were detected for WBC (p=0.016) and CRP (0.024) value at the day of hospitalization, control WBC (0.01) and CRP (0.001) value at 72 h. Similarly, statistically significant results for the patients had severe pain in lower extremity at the day of hospitalization were obtained (p=0.019).
Conclusion: Patients having tinea pedis and accompanying coronary artery disease are more probable to new cellulitis attack whose had a history of recurrent lower extremity cellulitis. The risk would be more through nonresponder patients whom WBC and CRP value were high at hospitalization day and the continuation of high WBC and CRP values at 72 h were detected. In patients undergone treatment change, statistically significant differences were detected between patients have severe pain in lower extremity at the day of hospitalization and patients not.
Keywords: cellulitis, recurrent cellulitis, erysipelas, lower extremity, risk factors
ÖZ
Amaç: Bu çalışmada rekürren alt ekstremite selüliti nedeniyle takip edilen hastalarda risk faktörlerinin değerlendirilmesi ve laboratuvar bulguları ile klinik bulguların tedavi yanıtı üzerine etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Eylül 2011 ve Ekim 2015 tarihleri arasında Sağlık Bakanlığı İstanbul Medeniyet Üniversitesi Göztepe Eğitim ve Araştırma Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları kliniğinde yatırılarak takip edilen alt ekstremite selüliti tanısı almış 18 ile 91 yaş arası tüm hastalar çalışmaya alınmıştır. Hasta dosyaları ve epikrizleri taranarak hasta bilgilerine ulaşılmıştır. Hastaların demografik özellikleri, eşlik eden hastalıkları, predispozan faktörleri, en son geçirdiği selülit atağı ve özellikleri, başvuru semptomları, fizik muayene bulguları, laboratuvar değerleri, verilen antibiyotik tedavisi, 72.saatteki kontrol laboratuvar değerleri incelenmiştir.
Bulgular: Bu çalışmaya 93 hasta dâhil edilmiştir ve 40’ında (%43) rekürrens saptanmıştır. Rekürrens öyküsü olan ve olmayan hastalar karşılaştırılmış; hastalarda risk faktörü olarak tinea pedisin (p=0.038) olması ve eşlik eden koroner arter hastalığının (p=0,015) olması rekürrens yönünden istatistiksel olarak anlamlı saptanmıştır. Rekürrens öyküsü olan ve olmayan hastaların başvuru lökosit sayısı (BK), CRP değerleri ile 72. saatteki laboratuvar değerleri karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır. Antibiyoterapi başlanan hastaların 28’inde tedavi yanıtsızlığı düşünülerek 48-72 saat sonra antibiyoterapi değişimi yapılmıştır. Antibiyoterapi değişimi ile laboratuvar bulguları karşılaştırıldığında; yatış BK (p=0,016), yatış CRP (p=0,024), 72. saatteki BK (p=0,01) ve 72. saatteki CRP (p=0,001) değerlerinde istatistiksel anlamlılık tespit edilmiştir. Aynı zamanda başvuru esnasında alt ekstremitede şiddetli ağrı yakınması olan hastalar ile antibiyotik tedavi değişim gerekliliği arasında ilişki olduğu gözlenmiştir (p=0,019).
Sonuç: Rekürren alt ekstremite selüliti öyküsü olan hastalarda eşlik eden tinea pedis ve koroner arter hastalığının olması yeni bir selülit atağı için risk faktörü olarak değerlendirilebilir. Başvuru esnasında yüksek BK ve CRP değeri olan ve 72. saatteki kontrol değerlerinin halen yüksek seyrettiği hastalarda tedavi yanıtsızlık riskinin daha fazla olacağı düşünülebilir. Başvuru esnasında şiddetli ağrı öyküsü olan hastalarda olmayanlara göre tedavi değişikliği ihtiyacı olma ihtimali daha fazladır.
Keywords: selülit, rekürren selülit, erizipel, alt ekstremite, risk faktörleri
Research Article
Nuri Havan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 484-489
ABSTRACT
Purpose: To determine the distribution of the types of variations in the portal vein and vena cava inferior and its branches using advanced image processing techniques in contrast enhanced abdominal multislice computed tomography (MSCT) examinations.
Methods: The study included 471 patients, comprising 254 males (53.9%) and 217 females (46.1%) with a median age of 53.7 ± 16.1 years, who underwent abdominal MSCT between April 2011 and December 2017.
Results: Of 471 patients, 2 patients (0.4%) had variation of the inferior vena cava, 122 patients (25.9 %) had variation of the hepatic vein, 162 patients (34.4%) had variation of the renal vein and 138 patients (29.3%) had variation of the portal vein.
Conclusion: It is of great importance to use MSCT prior to surgical procedures such as transplantation, in which vascular variations are predetermined, and to pay attention to variations during reporting of the examination.
Keywords: abdominal vein variation, anatomy, hepatic vein, renal vein
ÖZ
Amaç: Çalışmamızın amacı rutin intravenöz kontrastlı abdominal çok kesitli bilgisayarlı tomografi (ÇKBT) incelemelerinde portal venöz sistemde, vena kava inferior ve dallarında varyasyon tiplerinin dağılımını ileri görüntü işleme teknikleri kullanarak belirlemektir.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Nisan 2011-Aralık 2017 arasında abdominal ÇKBT çekilen ortalama yaşları 53,7 ± 16,1 olan 254 erkek (%53,9), ve 217 kadın (%46,1) olmak üzere toplam 471 hasta dahil edildi.
Bulgular: 471 hastanın 2’sinde (%0,4) inferior vena kana varyasyonu, 122’sinde (%25,9) hepatik ven varyasyonu, 162’sinde (%34,4) renal ven varyasyonu ve 138 hastada (%29,3) da portal ven varyasyonu mevcuttu.
Sonuç: Özellikle vasküler varyasyonların önceden bilinmesinin gerektiği transplantasyon gibi cerrahi işlemlerden önce abdominal ÇKBT çekilmesi ve raporlama sırasında varyasyonlara dikkat edilmesi çok önemlidir.
Keywords: abdominal venöz varyasyonlar, hepatik ven, portal ven, inferior vena kava, renal ven, çok kesitli bilgisayarlı tomografi
Research Article
Murat Tad, Sezer Kulaçoğlu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 490-496
ABSTRACT
Objective: Understanding proliferative activity and the changes in oncogenes and tumour supressor genes may be important to predict the ductal carsinoma in situ cases that have high probability of progression to invasive breast carcinoma. In this study the correlation between p53, HER2/neu, bcl-2 and PCNA overexpression and progression of ductal carsinoma in situ were evaluated.
Methods: We evaluated 20 ductal carsinoma in situ (group 1) and 20 ductal carsinoma in situ associated with invasive ductal carcinoma cases (group 2). We studied p53, HER2/neu, bcl-2 ve PCNA to cases immunohistochemically.
Results: P53, HER2/neu and PCNA overexpression were higher in group 2 cases. But differences were not significant statistically (p>0,05). Bcl-2 overexpression was seen 36.8% in group 1, 70% in group 2 cases. The difference between two groups was significant statistically (p<0,05). In our study, also one of the important finding was that p53, HER2/neu, bcl-2 and PCNA overexpression were revealed 3 cases in group 2 at the same time but was not seen in any of group 1 cases.
Conclusion: These findings showed that bcl-2 overexpression may be more important in progression of ductal carsinoma in situ to invasive ductal carcinoma, existing different pathways in development of invasive ductal carcinoma and revealing more than one of these changes in the same case may be more important in defining progression risk to invasive ductal carcinoma. These results contribute to define DCIS subtypes that have different biological behaviour.
Keywords: Ductal carcinoma in situ, p53, HER2/neu, bcl-2, PCNA
ÖZ
Amaç: Proliferatif aktivitenin, onkogenlerde ve tümör süpresör genlerdeki değişikliklerin anlaşılması, duktal karsinoma in situnun invaziv meme kanserine gelişme ihtimalinin yüksek olduğu olguları belirlemede önemli olabilir. Bu çalışmada p53, HER2/neu, bcl-2 ve PCNA overekspresyonunun duktal karsinoma in situnun progresyonu ile ilişkisi değerlendirildi.
Gereç ve Yöntem: Biz 20 duktal karsinoma in situ (grup 1) ve 20 invaziv duktal karsinoma birlikteliğinde duktal karsinoma in situ (grup 2) olgusunu değerlendirdik. Olgulara immünhistokimyasal yöntemler kullanılarak p53, HER2/neu, bcl-2 ve PCNA çalışıldı.
Bulgular: Grup 2 olgularında p53, HER2/neu ve PCNA overekspresyonu daha yüksekti. Ancak farklar istatistiksel olarak anlamlı değildi (p>0,05). Grup 1 olgularının %36,8’inde, grup 2 olgularının %70’inde bcl-2 overekspresyonu izlendi. İki grup arasındaki bu fark istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,05). Çalışmamızda önemli bulgulardan biri de, p53, HER2/neu, bcl-2 ve PCNA overekspresyonunun aynı anda grup 2 olgularının 3’ünde izlenirken grup 1 olgularının hiçbirinde gözlenmemesiydi.
Sonuç: Bulgular bize, bcl-2 overekspresyonunun duktal karsinoma in situnun invaziv duktal karsinomaya gelişim ihtimalinin yüksek olduğu olguları belirlemede daha değerli olabileceğini, invaziv duktal karsinoma gelişiminde farklı progresyon yollarının varolduğunu, preinvaziv evrede bu değişikliklerin birden fazlasının aynı olguda tespit edilmesinin invaziv duktal karsinomaya progresyon riskini belirlemede tek başlarına olduğundan daha değerli olabileceğini gösterdi. Bu sonuçlar farklı biyolojik davranışa sahip DKIS alt tiplerinin tanımlanmasına katkı sağlayacaktır.
Keywords: Duktal karsinoma in situ, p53, HER2/neu, bcl-2, PCNA
Research Article
Demet Hacıseyitoğlu, Bülent Sümerkan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 497-503
ABSTRACT
Aim: Haemophilus influenzae is an agent of severe pediatric infections, and a significant cause of mortality and morbidity in children. Its capsulated strains are grouped from ‘a’ to ‘f’ in six groups, the most invasive among which is Type B. The other serotypes are also capable of causing severe infections and invasive diseases. Antibiotic sensitivity testing proves to be useful in directing course of treatment in view of the beta-lactamase-negative and ampicillin-resistant strains as well as the ever-increasing production of beta-lactamase.
In this study it has been aimed to serotype Haemophilus influenzae strains isolated from various clinical specimens, and to investigate their status of beta-lactamase production and susceptibilities towards antimicrobials.
Materials and Methods: 100 samples of H. influenzae proliferating in various clinical specimens were included in the study. The bacteria were identified according to their requirements of X and V factors, or through the usage of API NH. Detection of beta-lactamase production was made with nitrocefin disks. Serotyping was performed via slide agglutination method with specific antiserums. Susceptibilities towards various antimicrobials were specified with gradient test in Haemophilus Test Medium.
Results: 59 of the specimens were sputum, 23 were nasotracheal aspirates, 3 were bronchoalveolar lavages, 7 were middle ear fluids, 3 were cerebrospinal fluids, 2 were eye fluids, 2 were pleural fluids, and 1 was a blood sample. The ranking was made without keeping age groups in regard and turned out as a>b>d>THi>c>e. Serotype f was not found among the strains. Type b was isolated from all of sterile body cavity fluids. Beta-lactamase positivity was found as 2% and the BLNAR ratio was found as 2%. All were found as susceptible towards cefotaxime and siprofloxacin while 66.6% were susceptible towards azithromycin, and 93% were susceptible towards TMP-SMX.
Conclusion: It will be appropriate to perform standardized susceptibility tests in routine in order to monitor antimicrobial resistance. Serotyping is important as inclusion of H. influenzae type b in vaccination programs may cause an increase in infections with non-Hib isolates.
Keywords: H.influenzae, serotyping, antimicrobial susceptibility
ÖZ
Amaç: Çocuklarda, ciddi enfeksiyonların etkeni olan Haemophilus influenzae, önemli bir mortalite ve morbidite nedenidir. Kapsüllü suşları a’dan f’ye kadar 6 gruptur. İçlerinde tip b en invaziv olanıdır. Diğer serotipler de ciddi enfeksiyonlar ve invaziv hastalıklara yol açabilir. Giderek artan beta laktamaz üretimi ve beta laktamaz negatif olup ampisilin dirençli suşlar nedeniyle antibiyotik duyarlılık testi tedavinin yönlendirilmesi açısından yararlı olmaktadır.
Bu çalışma ile çeşitli klinik örneklerden izole edilen H. influenzae suşlarının serotiplendirilmesi, beta laktamaz üretimi ve antimikrobiyallere duyarlılık durumunun araştırılması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntemler: Çeşitli klinik örneklerde üreyen 100 H. influenzae çalışmaya alındı. Bakteriler X ve V faktörü ihtiyacına bakılarak veya API NH kullanılarak tanımlandı. Beta laktamaz üretimi, nitrosefin diskleriyle araştırıldı. Serotiplendirme, spesifik antiserumlarla lam aglütinasyon yöntemiyle yapıldı. Çeşitli antimikrobiyallere duyarlılıkları, Haemophilus Test Medium’da gradient testle belirlendi.
Bulgular: Örneklerin 59’u balgam, 23’ü nazotrakeal aspirat, 3’ü bronkoalveoler lavaj, 7’si orta kulak sıvısı, 3’ü beyin omurilik sıvısı, 2’si göz, 2’si plevra sıvısı ve 1’i kan idi. Yaş grupları dikkate alınmaksızın yapılan sıralamada a> b> d> THi> c> e idi. Suşlar arasında serotip f bulunamadı. Steril vücut boşluğu sıvılarının hepsinden tip b izole edildi. Beta laktamaz pozitifliğinin %2 ve BLNAR oranının %2 olduğu bulundu. Hepsi sefotaksime ve siprofloksasine duyarlı, %66,6’sı azitromisine ve %93’ü TMP-SMX’e duyarlıydı.
Sonuçlar: Antimikrobiyal direnci izlemek amacıyla standardize duyarlılık testlerinin rutinde yapılması uygundur. H.influenzae tip b’nin aşılama programlarına alınması Hib dışı izolatlarla enfeksiyonlarda artışa yol açabileceğinden serotiplendirme yapılması önemlidir.
Keywords: H.influenzae, serotiplendirme, antimikrobiyal duyarlılık
Research Article
Mustafa Şentürk, Halil Özer, Yusuf Yavuz
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 504-508
ABSTRACT
Objective: The aim of this study is to reveal the clinical presentations and treatment approaches to the patients applied with foreign body ingestion and food residue accompanied by literature.
Materials and Methods: Patients who were admitted to the general surgery clinic of Ceylanpinar State Hospital between March 2018 and March 2019 with the suspicion of ingestion of foreign bodies in the upper gastrointestinal tract and food residue were evaluated retrospectively.
Findings: The mean age of our patients was 31.3 (min-max: 18-76). Endoscopy without sedation was performed to 3 patients (37.5%) due to the feeling of stuck. In 2 patients, the bone fragments detected in the esophagus were excised with the help of endoscopic forceps. One of the three endoscopic procedures have failed. Patient whose endoscopy was unsuccessful and five other patients were followed-up medically in order to let foreign bodies or food residues to leave the digestive tract spontaneously. None of the patients had esophageal disease or a known psychiatric disorder. The mean duration of admission to the hospital was 12.5 (min-max: 6-36) hours. Three patients (37.5%) had foreign body feeling and dysphagia. Four of the patients (50%) had foreign bodies and the rest of the patients had food residue. The localization of foreign bodies or food residues were detected as; stomach in 1 patient (12.5%), esophagus in 3 patients (37.5%) and intestines in other 4 patients (50%). None of the patients required surgical intervention.
Conclusion: In the early period, endoscopic procedures show a high success rate without complications in the treatment of foreign bodies in the upper gastrointestinal tract. However, it is an appropriate approach to wait for the spontaneous exit of the foreign body in cases that the foreign body have already passed the upper gastrointestinal system.
Keywords: endoscopy, foreign body, food residue
ÖZ
Amaç: Bu çalışma ile amacımız yabancı cisim yutulması ve gıda artığı ile başvuran hastalara kliniğimizin tedavi yaklaşımını ve klinik prezentasyonlarını literatür eşliğinde ortaya koymaktır.
Gereç ve Yöntem: Mart 2018 ve Mart 2019 tarihleri arasında Ceylanpınar Devlet Hastanesi genel cerrahi kliniğine üst gastrointestinal sistem yolunda yabancı cisim yutulması ve gıda artığı şüphesi ile başvuran hastalar retrospektif olarak değerlendirildi
Bulgular: Hastalarımızın ortalama yaşı 31,3 (min-max: 18-76) idi. 3 hastaya (%37,5) takılma hissi nedeniyle sedasyonsuz endoskopi yapıldı. 2 hastada özofagusta tespit edilen kemik parçası endoskopik foreps yardımıyla eksize edildi. Üç endoskopik işlemden biri başarısızlıkla sonuçlandı. Endoskopisi başarısızlıkla sonuçlanan hasta ile birlikte 6 hasta yabancı cisim veya gıda artıklarının sindirim kanalını spontan terk etmesi için medikal takip edildi. Hastaların hiçbirinde özofageal hastalık veya bilinen bir psikiyatrik hastalık yoktu. Hastaneye ortalama başvuru süresi 12,5 (min-max:6-36) saat olarak tespit edildi. 3 hastada (%37,5) yabancı cisim algısı ve disfaji mevcuttu. Hastaların 4’ünde (%50) yabancı cisim, geri kalanında ise gıda artığı izlendi. İlk başvuruda yabancı cisim veya gıda artıklarının lokalizasyonu 1 hastada midede (%12,5), 3 hastada özofagusta (%37,5), diğer 4 hasta ise bağırsaklarda (%50) tespit edildi. Hiçbir hastada cerrahi müdahale gerektirecek bir durum gelişmedi.
Sonuç: Erken dönemde başvurular endoskopik prosedürlerin, üst GI kanaldaki yabancı cisimlerin tedavisinde komplikasyonlar olmadan yüksek bir başarı oranı göstermektedir. Ancak üst gastrointestinal sistemi geçmiş olan yabancı cisim vakalarında yabancı cismin sponta çıkışını beklemek uygun bir yaklaşımdır.
Keywords: endoskopi, yabancı cisim, gıda artığı
Research Article
Mahmut Aslan, Serkan Kırık, Bilge Özgör, Neslihan Aslan, Serdal Güngör
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 509-516
ABSTRACT
Introduction: Brain death is defined as a status of apnea, coma and the absence of brainstem reflexes, in addition to the presence of electrocerebral silence (ECS) on an electroencephalography (EEG). Trauma and anoxic encephalopathy are the most common causes of brain death in children, with incidences of brain death reported to vary between 0.65–1.2 percent. A diagnosis of brain death can be made based on a detailed anamnesis, physical examination findings and supportive test results. When pediatric patients are being evaluated by EEG, they should also be assessed in terms of medications, metabolic encephalopathy, hypothermia, electrolyte imbalance and acid-base imbalance.
Patients and Methods: The present study included patients who suffered brain death during hospitalization in the pediatric intensive care unit of Inonu University Turgut Ozal Medical Center between 2010 and 2017. The medical files of the patients were reviewed retrospectively. All patients included in the study underwent an EEG and an apnea test was performed on all patients. The cerebral blood flow (CBF) measurement was obtained through a Computerized Tomography Angiography (CTA), and all patients underwent a Magnetic Resonance Angiography (MRA) and a Transcranial Doppler Ultrasonography (TCD).
Results: Of the 20 patients included in the study, nine (45%) were female and 11 (55%) were male, with a mean age of 8.47±5.73 years. Of the total, seven patients presented with fulminant hepatitis, three with trauma, three with sepsis, two with drowning, two with cerebrovaskuler disease (CVD), and one patient each with lymphoma, suicide and electric shock. The families of only two (10%) patients donated the organs of the deceased. Of the 20 patients, four were Syrian, and of which were being monitored with the diagnosis of liver failure. An apnea test was positive in all patients, and in all patients, the EEG findings supported brain death. Imaging methods were carried out to demonstrate the absence of CBF flow in 11 (55%) patients, and diabetes insipidus (DI) developed in nine (45%) of the patients with brain death.
Conclusion: In conclusion, a multidisciplinary approach is required for the diagnosis of brain death. An evaluation of laboratory findings and EEG results together with the findings of a physical examination is important, particularly in centers like our clinics where more than 50 pediatric transplantations are carried out each year. The development of hypernatremia in patients with DI is now an important parameter in the loss of brain function.
Keywords: Brain death, Childhood, EEG
ÖZ
Giriş ve Amaç: Beyin ölümü apne, koma ve beyin sapı reflekslerinin bulunmamasına ek olarak elektroserebral sessiz elektroensefalografi (EEG) bulunması durumudur. Çocuklarda beyin ölümü en sık travma ve anoksik ensefalopati sonucu ortaya çıkar. Beyin ölümü insidansının %0,65 ila %1,2 arasında değiştiğini bildirmiştir. Beyin ölümü tanısı iyi bir anamnez, fizik muayene ve yardımcı testler ile konulur. Pediatrik hastalar EEG açısından değerlendirilirken mutlaka medikasyon, metabolik ensefalopati, hipotermi, elektrolit dengesizliği, asit-baz dengesizliği açısında değerlendirilmelidir.
Hastalar ve Metod: Çalışmamıza 2010-2017 yılları arasında İnönü Üniversitesi Turgut Özal Tıp Merkezi çocuk yoğun bakım ünitesinde beyin ölümü gerçekleşen hastalar alınmıştır. Hastaların dosyaları retrospektif olarak tarandı. Çalışmamıza alınan hastaların tamamına EEG çekildi. Hastalarımızın tamamına apne testi yapıldı. Beyin kan akımı (CSF) akımı ölçümünde bilgisayarlı tomografi anjiyografi (BTA), manyetik rezonans anjiyografi (MRA), transkraniyal doppler ultranografi (TCD) yapıldı.
Sonuçlar: Çalışmamıza alınan 20 hastanın 9’u (%45) kız, 11’i (%55) erkekti. Yaş ortalaması ise 8,47±5,73 yaş idi. Hastalarımızın 7’si fulminan hepatit, 3’ü travma, 3’ü sepsis, 2’si suda boğulma, 2’si SVO tanısı, birer hasta ise lenfoma, suicide, elektrik çarpması ile takip edilmişti. Yirmi hastamızın sadece 2’si (%10) için aile organ bağışında bulunmuştu. Yirmi hastamızın 4’ü Suriyeli idi ve 4 hastanın tamımı da karaciğer yetmezliği ile takip edilmekteydi. Tüm hastaların apne testi pozitifti, hastalarımızın tamamında EEG bulguları beyin ölümünü destekleyici nitelikteydi. Hastalarımızın 11’ine (%55) CSF akımının yokluğunu gösterebilmek adına görüntüleme yöntemleri yapıldı. Beyin ölümü gerçekleşen hastalarımızın 9’unda (%45) DI gelişti.
Sonuç: Sonuç olarak beyin ölümü tanısı multidisipliner yaklaşım gerektirir. Fizik muayenenin yanında laboratuvar bulgularının EEG’nin birlikte değerlendirilmesi özellikle klinğimiz gibi 50’den fazla pediatrik transplantın yapıldığı merkezler açısından önemlidir. Hastalarda hipernatremi ve DI gelişimi beyin fonksiyonlarında kaybın bir göstergesidir.
Keywords: Beyin ölümü, Çocukluk çağı, EEG
Research Article
Süleyman Kutalmış Büyük, Sedanur Hatal
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 517-523
ABSTRACT
Objective: The clinical use of information technology in orthodontics has increased significantly in recent years. The aim of this systematic review is to perform a scientific analysis of artificial intelligence and machine learning in orthodontics.
Methods: An electronic search and manual search were performed on September 25, 2018 about using artificial intelligence and machine learning in orthodontics.
Results: A total of 107 studies were found. Nine studies were excluded because of duplication. After exclusion of all the irrelevant and non-English articles, 23 full-text articles remained to be included in this systematic review. 3 additional articles were included in this systematic review. Twelve automatic cephalometric landmark determination, 6 orthodontic diagnosis and treatment outcomes, 2 orthodontic tooth extraction decision, 3 facial attractiveness, 1 headgear selection, 1 touchless sterilisation system and 1 automatic skeletal age determination studies were included in this systematic review.
Conclusions: Artificial intelligence and machine learning are mainly focused on determination of automatic cephalometric points, facial attractiveness and tooth extraction decisions for orthodontic purposes. The use of artificial intelligence in orthodontics is important in terms of obtaining more accurate and rapid results clinically.
Keywords: artificial intelligence, machine learning, orthodontics
ÖZ
Amaç: Bilgi teknolojisinin ortodontide klinik kullanımı son yıllarda önemli ölçüde artmıştır. Bu sistematik derlemenin amacı, ortodonti alanındaki yapay zeka ve makine öğreniminin bilimsel bir analizini yapmaktır.
Gereç ve Yöntem: 25 Eylül 2018 tarihinde ortodonti yapay zeka ve makine öğrenimi hakkında elektronik arama ve el ile arama işlemleri gerçekleştirilmiştir.
Bulgular: Toplam 107 çalışma bulunmuştur. Dokuz çalışma, duplikasyon nedeniyle hariç tutulmuştur. Yazım dili İngilizce olmayan ve konuyla ilgisi olmayan makaleler hariç tutulduktan sonra, bu sistematik derleme için 23 tam metin makale incelenmiştir. Bu sistematik derlemeye 3 makale daha eklenmiştir. On iki otomatik sefalometrik işaret belirleme, 6 ortodontik tanı ve tedavi sonuçları, 2 ortodontik diş çekimi kararı, 3 yüz çekiciliği, 1 headgear seçimi, 1 dokunmatik sterilizasyon sistemi ve 1 otomatik iskelet yaşı tayini bu sistematik derlemede yer almıştır.
Sonuçlar: Yapay zeka ve makine öğrenimi, esas olarak otomatik sefalometrik nokta belirleme, yüz çekiciliği ve ortodontik amaç için diş çekimi kararlarının belirlenmesine odaklanmaktadır. Yapay zekanın ortodontide kullanılmasının klinik olarak daha doğru ve hızlı sonuçlar elde edilmesi açısından önem taşımaktadır.
Keywords: yapay zeka, makine öğrenmesi, ortodonti
Research Article
Mehmet Suat Yalçın, Fatih Kaya
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 524-528
ABSTRACT
Aim: Approximately 210 million peoples worldwide are estimated to be infected with chronic HCV. Nowadays, with the use of direct-acting antiviral agents, sustained viral response rates of more than 95% have been achieved in HCV. In our country, these drugs have been used for the last two years. The desired results could not be reached in the number of patients reaching treatment.
In this study, we investigated the prevalence of HBsAg and HCV in Aksaray. In addition, we aimed to reveal the demographic characteristics of patients infected with HCV, their awareness about the disease and the rates of access to treatment.
Material and methods: In this study, 11716 patients admitted to Aksaray Training and Research Hospital Gastroenterology, Infectious Diseases Outpatient Clinic and Endoscopy Unit between January 2016 and October 2018 were retrospectively screened. HCV positive patients were called from their contact numbers.
Results: HBsAg was detected in 244 (2.08%) and anti-HCV positivity in 71 (0.6%) of 11716 patients. Fifty-three patients with HCV were included in the study. 16 patients could not be reached. Nine of these patients were treated with new treatment regimens at the external center. Nine patients were reached during this study and were provided access to treatment. All of these patients were able to tolerate treatment and a permanent viral response was found.
Conclusion: Direct effective antiviral agents are effective and safe drugs in patients with HCV. Additional efforts and means of communication are needed to enable patients to access drugs.
Keywords: hepatitis C virus, direct effective antiviral agents, permanent viral response
ÖZ
Amaç: Tüm dünyada yaklaşık olarak 210 milyona yakın kişinin kronik HCV ile enfekte olduğu tahmin edilmektedir. Günümüzde doğrudan etkili antiviral ajanların kullanılmasıyla HCV’de tedavi başarısı %95’in üzerinde kalıcı viral yanıt oranlarına ulaşılmıştır. Ülkemizde de bu ilaçlar son iki yıldır kullanılmaktadır. Tedaviye ulaşan hasta sayılarında istenen sonuçlara ulaşılamamıştır.
Bu çalışmada Aksaray İlindeki HBsAg ve HCV prevalansını araştırdık. Ayrıca HCV ile enfekte olan hastaların demografik özellikleri, hastalıkla ilgili farkındalıklarını ve tedaviye ulaşım oranlarını ortaya çıkarmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada Ocak 2016 ile Ekim 2018 tarihleri arasında Aksaray Eğitim ve Araştırma Hastanesi Gastroenteroloji, Enfeksiyon hastalıkları polikliniği ve endoskopi ünitesine başvuran 11716 hasta geriye doğru tarandı. HCV pozitif hastalar iletişim numaralarından arandı.
Bulgular: 11716 hastanın 244’ünde (%2,08) HBsAg ve 71’inde (%0,6) anti-HCV pozitifliği saptandı. Ulaşılabilen elli üç HCV’li hasta çalışmaya alındı. 16 hastaya ulaşılamadı. Bu hastalardan 9’unun dış merkezde yeni tedavi rejimleri ile tedavi aldıkları saptandı. Dokuz hastaya bu çalışma sırasında ulaşılarak tedaviye ulaşmaları sağlandı. Bu hastaların tamamının tedaviyi tolere edebildiği ve kalıcı viral yanıt sağlandığı tespit edildi.
Sonuç: HCV’li hastalarda doğrudan etkili antiviral ajanlar etkili ve güvenilir ilaçlardır. Hastaların ilaçlara ulaşımını sağlamak için ek çabalara ve bilgilendirmelere ihtiyaç duyulmaktadır.
Keywords: hepatit C virüsü, direk etkili antiviral ilaçlar, kalıcı viral yanıt
Research Article
İlker Solmaz, Ayşegül Ceylan, Mehmet Burak Eşkin, Ahmet Coşar
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 529-534
ABSTRACT
Objective: CRBD is a condition that occurs commonly in postanesthetic patients who undergo intraoperative urinary catheterization. The aim of this study is to investigate and compare the effects of ketamine and tramadol on severity and incidence of CRBD. The patients that underwent elective percutaneous nephrolithotomy operations under general anesthesia were monitorized perioperatively.
Material and Method: After induction of anaesthesia Foley urinary catheters were introduced.
20 minutes before extubation placebo (0.9% NaCl), 250 µg/kg ketamine IV and 1.5 mg/kg tramadol IV were administered to the patients in the group S, K and T, respectively. VAS (Visual Analogue Scale), arterial blood pressure, heart rate, saturation of arterial oxygen are assessed and recorded at 5, 10, 15 and 30 minutes postoperatively. Severity of CRBD and incidence of nausea are assessed and recorded by an observer who was blind to the study at 0, 1, 4 and 6 hours postoperatively. If VAS 3, 0.5-1 mg/kg meperidine IV were administered to the patients as an urgent analgesia. Patients with 3rd degree nausea and vomiting were given anti-emetic and 4 mg iv ondansetron.
Results: In conclusion we have found that ketamine and tramadol which were given 20 minutes before extubation reduced the VAS and CRBD scores, and analgesic need in tramadol group was lesser than the other two groups.
Conclusion: We think that in patients who undergo elective percutaneous nefroliotomy under general anesthesia tramadol is a safe and effective method which reduces severity and incidence of postoperative CRBD.
Keywords: tramadol, ketamine, urinary catheter, bladder
ÖZ
Amaç: Kateter kaynaklı mesane rahatsızlığı (KKMR) post anestezik hastalarda yaygın görülen bir durumdur. Bu çalışmanın amacı tramadolün ve ketaminin KKMR bulgusunun azaltılmasındaki etkinliklerinin karşılaştırılmasıdır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamız Üroloji ameliyathanesinde genel anestezi altında peruktan nefrolitotomi ameliyatı olan 90 hasta ile yapılmıştır. Hastalara intraoperatif foley sonda takıldı. Uyandırma işleminden 20 dk önce grup K hastaya ketamin (250 ugr/kg) grup T hastaya tramadol (1,5 mg/kg) ve grup S hastaya plasebo (%0,9 sf) ilaç IV uygulandı.
Hastaların post op 5., 10., 15., 30. dk'da VAS değeri, hemodinamik parametreleri kaydedildi. VAS’ı 3 ve üzeri olan üç gruptaki hastalara, acil analjezi için meperidin 0.5-1 mg/kg IV meperidin verildi. KKMR nin seviyesi ve bulantı bağımsız bir gözlemci tarafından 0., 1., 4., 6. saatlerde ayrıca değerlendirildi. 3. derece bulantı - kusması olan hastalara anti-emetik olarak, 4mg iv ondansetron verildi.
Bulgular: Ekstübasyondan 20 dakika önce verilen, ketamin ve tramadolün, VAS değerlerini azalttığı, KKMR skorlarını düşürdüğü, ek analjezik gereksiniminin tramadol grubunda daha az olduğu sonuçlarına ulaşıldı.
Sonuç: Biz genel anestezi altında elektif perkütan nefrolitotomi operasyonu uygulanan hastalarda, tramadolün, postoperatif KKMR şiddeti ve insidansını azaltmada güvenli ve etkili bir yöntem olabileceği kanısındayız.
Keywords: tramadol, ketamin, üriner kateter
Research Article
Mehmet Burak Özkan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 535-541
ABSTRACT
Background: Hemodynamic changes in liver vascular structures of patients in the pediatric age group are evaluated by doppler ultrasonography.
Material: Fifty- nine hepatosteatosis patients, classified as mild, moderate or severe, and 23 healthy volunteers were included in this 82-person study. The height, weight, liver size tests of the subjects were measured. Those values were compared in the patient and control groups. In the patient and control groups, color duplex Doppler ultrasonography was used to examine portal vein peak velocity, portal vein flow volume, hepatic artery resistive index (RI), hepatic artery pulsatility index (PI) and hepatic artery flow volume.
Results: Similar to the degree of hepatosteatosis, increases in body mass index, liver size were statistically significant (p<0.05). The difference between portal vein peak velocity hepatosteatosis and control groups was found statistically significant. As the hepatosteatosis grade increased, there was no statistically significant decrease in hepatic arterial flow volume, portal vein flow volume, and total flow volume. Hepatic artery RI and PI values were statistically significantly lower in the control group than the other groups (p <0.05). There was a significant mild decrease in the mild stool group compared to the middle steat group. Although the hepatic artery RI and PI values did not differ statistically in the comparison of the hepatosteatosis group, there was a minimal increase in the RI and PI values as the steatosis grade increased.
Discussion: According to these results, as the level of steatosis increases, the changes in the portal venous structures become more prominent and the resistance increases in vascular structures.
Keywords: Doppler sonography, pediatric fatty liver
ÖZ
Giriş: Pediatrik yaş grubundaki hastaların karaciğer vasküler yapılarındaki hemodinamik değişikliklerin doppler ultrasonografi ile değerlendirilmesidir.
Materyal / Metot: Bu 82 kişilik çalışmada, hafif, orta veya şiddetli olarak sınıflandırılan 57 hepatosteatoz hastası ve 23 sağlıklı gönüllü çalışmaya dahil edildi. Deneklerin boy, kilo, karaciğer büyüklüğü testleri ölçüldü. Bu değerler hasta ve kontrol gruplarında karşılaştırıldı. Hasta ve kontrol gruplarında portal ven tepe hızını, portal ven akım hacmini, hepatik arter rezistif indeksi (Rİ), hepatik arter pulsatilite indeksini (PI) ve hepatik arter akım hacmini incelemek için renkli dupleks Doppler ultrasonografi kullanıldı.
Sonuçlar: Hepatosteatoz derecesine benzer şekilde, vücut kitle indeksindeki artışlar, karaciğer boyutu,istatistiksel olarak anlamlıydı (p<0,05). Portal ven tepe hızıi hepatosteatoz ve kontrol grupların arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur. Hepatosteatoz derecesi arttıkça hepatik arter akım hacminde, portal ven akım hacminde ve toplam akış hacminde istatistiksel olarak anlamlı bir azalma görülmemiştir. Hepatik arter RI ve PI değerleri kontrol grubunda diğer gruplara göre istatistiksel olarak anlamlı derecede düşüktü (p <0.05). Hafif şteatoz grubunda, orta steatoz grubuna göre anlamlı hafif oranda düşüklük vardı. Hepatosteatoz grubunun kendi içinde karşılaştırılmasında, hepatik arter RI ve PI değerleri istatistiksel olarak farklılık göstermese de steatos derecesi arttıkça RI ve PI değerlerinde minimal bir artış vardı.
Tartışma: Bu sonuçlara göre steatos derecesi arttıkça portal venöz yapılardaki değişiklikler daha ön planda olmakla birlikte vasküler yapılarda direnç artışı da meydana gelmektedir.
Keywords: Doppler sonografi, pediatrik dönem, yağlı karaciğer
Research Article
Halil Kocamaz
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 542-547
ABSTRACT
Vitamin D deficiency is common in gastrointestinal system disorders for various reasons. We aimed to evaluate Vitamin D levels of children who suffer from gastrointestinal system disorders and to identify disease which leads to Vitamin D deficiency commonly. The data and files of children on follow-up at least for 3 months on pediatric gastroenterology outpatient clinic were retrospectively screened between March 2015 and December 2016. Totally 294 patients were included to the study. 138 (47%) were male and 156 (53%) were female of patients. Mean age of patients was 80.04 ± 65.24 (1-225) months. Thirty one (10%) patients had Vitamin D deficiency (<12 ng/ml) and 57 (20%) patients had Vitamin D insufficiency (12-20 ng/ml). Vitamin D deficiency and insufficiency was mostly found in winter season (18% and 29% respectively) and was mostly seen in children with Inflammatory bowel disease, Gastroesophageal reflux disease and Celiac disease. According to the age groups vitamin D deficiency was lower in adolescent age group. In conclusion we emphasized that it would be logical to determine vitamin D levels in adolescent patients and for children with Inflammatory bowel disease, celiac disease and gastroesophageal reflux disease in pediatric gastroenterology outpatient clinic.
Keywords: child, gastroenterology, vitamin D
ÖZ
Gastrointestinal sistem hastalıklarında D vitamini eksikliğine farklı nedenlerle sık rastlanmaktadır. Bu çalışmanın amacı gastrointestinal sistemi ilgilendiren hastalıkları olan çocukların D vitamini düzeylerini incelemek ve D vitamini izlemi gerektiren hastalık gruplarını belirlemektir. Mart 2015–Aralık 2016 tarihlerinde Çocuk Gastroenterolojisi polikliniğinde en az 3 aydır izlenen ve D vitamini düzeyi belirlenen hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya toplam 294 hasta dâhil edildi. Hastaların 138’i (%47) erkek, 156’sı (%53) kız idi. Hastaların ortalama yaşı 80,04 ± 65,24 (1-225) ay idi. Otuz bir hastada (%10) D vitamini eksikliği (<12 ng/ml) ve 57 hastada (%20) D vitamini yetersizliği (12-20 ng/ml) tespit edildi. D vitamini eksikliği ve yetersizliği en fazla kış mevsiminde (sırasıyla %18 ve %29) yapılan analizlerde tespit edildi. D vitamini eksikliği ve yetersizliği en sık inflamatuvar bağırsak hastalığı, Gastroözofageal reflü hastalığı ve Çölyak hastalığı olan hastalarda tespit edildi. Yaş gruplarına göre en düşük D vitamini düzeyleri adolesan yaştaki hastalarda izlendi. Sonuç olarak çocuk gastroenterolojisi polikliniğinde adolesan yaştaki hastalar ile inflamatuvar bağırsak, çölyak ve gastroözofageal reflü hastalığı olan çocukların D vitamini eksikliği açısından izlenmesinin yararlı olacağı kanısına varıldı.
Keywords: çocuk, gastroenteroloji, vitamin D
Research Article
Fatma Nişancı kılınç, Biriz Çakır, Merve Ekici, Ahmet Temizhan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 548-554
ABSTRACT
Aim: This study was carried out to determine nutrition status, habits and the level of meeting daily nutrient requirements of individuals with metabolic syndrome.
Material and Methods: This study was conducted on 113 individuals, over 19 years old, with metabolic syndrome according to International Diabetes Federation criteria. Height, body weight, waist circumference were measured, body mass indexes were calculated, demographic characters, nutrition habits and food consumption status were asked and compared recommended values. All data was evaluated by using Nutrition Information System and Statistical Package for the Social Sciences 21.0 for Windows.
Results: In this study, 71.7% of the individuals were women, mean age was 47.54+10.14 years, 53.1% of them graduated from primary school, 2.6% were overweight, 71.7% were obese and 25.7% were morbid obese. Men had 2524.1±890.5 kcal/day energy, 52.9% of men met vitamin A, 35.3% of them met vitamin C, 35.3% of them met calcium and magnesium intake; women had 1999.0±615.9 kcal/day energy, 37.8% of them met energy from the protein, 33.3% of them met the vitamin B6, 11.1% of them met calcium, 44.4% of them met iron, 17.8% of them met magnesium intake according to the recommended values for Turkey.
Conclusion: It was determined that vitamin C intake in men, the energy ratio from protein, vitamin B6 and iron intake in women, and fiber, calcium and magnesium intake in both genders were low and the number of individuals meeting the recommended intake levels was low (<50%).
Keywords: food intake, nutritional status, metabolic syndrome
ÖZ
Amaç: Bu çalışma, metabolik sendromlu bireylerin beslenme alışkanlıkları, besin tüketimleri ve günlük besin ögesi gereksinimlerinin karşılanma düzeyinin belirlenmesi amacıyla yapılmıştır.
Gereç ve Yöntemler: Çalışma, 19 yaş üstü, Uluslararası Diyabet Federasyonu kriterlerine göre metabolik sendrom tanısı almış 113 bireyde yürütülmüştür. Bireylerin boy uzunlukları, vücut ağırlıkları, bel çevreleri ölçülmüş, beden kütle indeksleri hesaplanmış, demografik özellikleri, beslenme alışkanlıkları ile besin tüketim durumları sorgulanmış, elde edilen veriler önerilen değerler ile karşılaştırılmıştır. Verilerin değerlendirilmesinde Beslenme Bilgi Sistemi (BEBİS) ve SPSS 21.0 programı kullanılmıştır.
Bulgular: Bireylerin %71,7’si kadın, yaş ortalaması 47,54+10,14 yıl, %53,1’i ilköğretim mezunu olup %2,6’sı fazla kilolu, %71,7’si obez ve %25,7’si morbid obezdir. Erkeklerin diyetle 2524,1±890,5 kkal/gün enerji aldıkları, %52,9’nun A vitamini, %35,3’nün C vitamini, %35,3’nün kalsiyum ve magnezyum; kadınların ise 1999,0±615,9 kkal/gün enerji aldıkları, %37,8’inin proteinden gelen enerji oranı, %33,3’nün B6 vitamini, %11,1’inin kalsiyum, %44,4’nün demir, %17,8’nin magnezyum alımlarının önerilen miktarları karşıladığı görülmüştür.
Sonuçlar: Bu çalışmada, erkeklerde C vitamini, kadınlarda proteinden gelen enerji oranı, B6 vitamini ve demir, her iki cinsiyette ise posa, kalsiyum ve magnezyum alımının düşük olduğu, önerilen alım düzeylerini karşılayan birey sayısının düşük oranda olduğu (<%50) belirlenmiştir.
Keywords: besin alımı, besin öğesi, beslenme durumu, metabolik sendrom
Research Article
Funda Erdoğan, Cemile Dayangan Sayan, Mahmut İlkin Yeral, Zehra Sema Özkan, Nevin Sağsöz
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 555-560
ABSTRACT
Aim: The purpose of the research is evaluation of pre-operative white blood cell, neutrophil, lymphocyte, platelet, neutrophil/lymphocyte ratio, platelet/lymphocyte ratio, platelet distribution width, mean platelet volume and plateletcrit values of patients who diagnosed with adenomyosis or leiomyoma histopathologically.
Material and Method: The research group consist of 640 patients. For gathering data, we review the patients’ files retrospectively and we use patients’ complete blood count (CBC) results.
Results: The mean age of the patients are 54.89±5.11 years. 61.40% (n=393) of them are diagnosed with leiomyoma and 38.60% (n=247) of them are diagnosed with adenomyosis histopathologically. There was no difference between the groups in terms of white cell and platelet count, platelet distribution width, platelet crit, platelet / lymphocyte ratios, and neutrophil / lymphocyte ratios. Mean platelet volume and neutrophil counts in the leiomyoma group were significantly higher than in the adenomyosis group.
Conclusions: The mean platelet volume and neutrophilia percentage values are promising as an adjunctive method in differential diagnosis of leiomyoma and adenomyosis diseases, but these findings should be supported by prospective controlled studies.
Keywords: adenomyosis, leiomyoma, platelet/lymphocyte ratio, neutrophil/lymphocyte ratio
ÖZ
Amaç: Bu çalışmada histerektomi sonrası, adenomiyosis ya da leiomyoma histopatolojik tanısı alan hastaların pre-operatif beyaz küre ve platelet sayısı, nötrofili, nötrofil/lenfosit oranı, platelet/lenfosit oranı, platelet dağılım genişliği, ortalama platelet hacmi ve plateletcrit değerlerinin değerlendirilmesi ve iki hastalık arasında bu değerler açısından fark olup olmadığının araştırılması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Post-operatif histopatolojik tanıları leiomyoma ya da adenomyosis olan 640 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların demografik özellikleri ve hemogram testi sonuçları retrospektif olarak incelendi.
Bulgular: Toplam 640 hastanın, %61,40’ı (n=393) leiomyoma ve %38,60’ı (n=247) adenomyosis histopatolojik tanısı almıştı. Gruplar arasında beyaz küre ve platelet sayısı, platelet dağılım genişliği, platelet crit, platelet/lenfosit oranları ve nötrofil/lenfosit oranları açısından fark yoktu. Leiomyoma grubunda ortalama platelet hacmi değerleri ve nötrofil yüzdeleri anlamalı olarak adenomiyozis grubuna göre yüksekti.
Sonuçlar: Ortalama platelet hacmi ve nötrofili yüzdesi değerleri leiomyoma ve adenomyozis hastalıkları ayırıcı tanısında yardımcı bir yöntem olarak kullanılabileceği konusunda umut vericidir ancak bu bulguların prospektif kontrollü çalışmalarla desteklenmesi gerekmektedir.
Keywords: adenomyozis, leiomyoma, platelet/lenfosit oranı, nötrofil/lenfosit oranı
Review
Mustafa Taşdelen, Şenay Durmaz Ceylan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 561-576
ABSTRACT
Hyperprolactinemia, which is called as a normal release of prolactin hormone (PRL), is the most common pathological condition during endocrinological examinations. The most common type of pituitary adenomas that cause hormone hypersecretion is prolactinoma. Prolactinoma are almost always benign, but require treatment due to prolactin hypersecretion or gonadal dysfunction due to hypersecretion.
Keywords: Hyperprolactinemia, prolactinoma, dopamine agonist treatments
ÖZ
Prolaktin (PRL) hormonunun normalden daha yüksek miktarda salınımı olarak adlandırılan hiperprolaktinemi endokrinolojik tetkikler sırasında en sık rastlanılan patolojik durumdur. Hormon hipersekresyonuna neden olan hipofiz adenomlarının en sık karşılaşılan tipi prolaktinomalardır. Prolaktinomalar hemen her zaman benign olmalarına karşın, prolaktin hipersekresyonuna bağlı gonadal disfonksiyon yapmaları veya kitle etkisine bağlı çevre dokulara bası belirtileri oluşturmaları nedeni ile çoğunlukla tedavi gerektiren durumlardır.
Keywords: Hiperprolaktinemi, prolaktinoma, dopamin agonist tedaviler
Review
Emine Parlak
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 577-584
ABSTRACT
Chronic hepatitis C (CHC) infection is a significant health problem that affects 185 million people worldwide. Complications such as fibrosis, cirrhosis, liver failure and liver cancer may also develop. The hepatitis C virus (HCV) may also progress with non-hepatic involvement. At least one extrahepatic manifestation (EHM) is observed in two out of three of these patients. EHMs may not always be seen together with liver disease findings, and may even appear before clinical chronic viral hepatitis findings. HCV can be diagnosed earlier by means of careful systematic examination. EHMs such as kidney diseases, autoimmune diseases, hematological diseases, diabetes and cardiomyopathy may be encountered in chronic HCV. EHMs can cause morbidity and mortality. Contemporary effective, oral, direct-acting antiviral (DAA) drugs are the first-choice medications. Sustained virological response (SVR) and a high success rate can be achieved in HCV patients with access to these drugs. This report discusses the current status of HCV infection, EHMs, and the available therapeutic options in the treatment of renal failure.
Keywords: chronic hepatitis C, extrahepatic manifestation, direct-acting antiviral
ÖZ
Kronik Hepatit C (KHC) infeksiyonu önemli bir sağlık problemidir. Dünyada 185 milyon insanı etkilemiştir. Hastalarda fibroz, siroz, karaciğer yetmezliği, karaciğer kanseri gibi komplikasyonlar gelişebilir. Özellikle hepatit C virüsü (HCV) karaciğer dışı tutulumlarla da seyredebilir. Bu hastaların üçte ikisinde en az bir extrahepatik bulgu (EHB) izlenmektedir. EHB her zaman karaciğer hastalığı bulguları ile birlikte görülmez. Hatta kronik viral hepatit klinik bulgularından önce EHB çıkabilmektedir. Dikkatli yapılan sistematik muayene ile HCV tanısı daha erken konulabilir. Kronik HCV’de böbrek hastalıkları, otoimmun hastalıklar, hematolojik hastalıklar, diabet, kardiomyopati gibi EHB ile karşılaşabiliriz. EHB morbidite ve mortalite nedeni olabilir. Güncel etkili, oral, güvenilir direkt etkili antiviral (DEA) ilaçlar birincil tercih edilen ilaçlardır. Bu ilaçlara ulaşabilen HCV hastalarında sürekli virolojik yanıta (SVR) ulaşılabilmektedir. Yüksek başarı oranı sağlanmaktadır. Bu raporda HCV infeksiyonun güncel durumu, ekstrahepatik bulgular, renal yetmezlikte güncel yeni tedavi tercihlerine değinilecektir.
Keywords: kronik hepatit C, ekstrahepatik bulgular, direkt etkili antiviral
Review
Merve Günay Ay, Birim Günay Kılıç
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 585-595
ABSTRACT
A successful social interaction depends on the social cognitive traits that are defined as the ability to understand other people’s feelings and what goes through their minds. Inability to correctly assess the motivation of other’s feelings and behaviors, and anger control disorders are among the underlying causes of violent behaviors that have been escalating in our day. On the other hand, there is a negative relationship between empathy and criminal behavior. In this context, the role of neurodevelopmental disorders in the development of such behaviors have been discussed. It has been reported that neurodevelopmental disorders such as attention deficit hyperactivity disorder (ADHD), autism spectrum disorders (OSD), specific learning disabilities, and intellectual disability may have negative effects on empathy development. Children and adolescents with neurodevelopmental disorders, especially ADHD, are experiencing developmental difficulties in cognitive, emotional, academic, and social areas. However, in the research, inconsistent findings related to difficulties in interpreting social cues and empathy skills in ADHD have been found, and it has been suggested that this may be related to comorbid psychopathologies. It has been determined that cognitive impairment is deteriorated in OSD due to social cognitive problems. In this article, it is aimed to review the literature on development of empathy in neurodevelopmental disorders, especially ADHD. Key words such as ‘empathy’, ‘attention deficit hyperactivity disorder’, ‘autism’, ‘learning disabilities’ were entered in this direction and Medline, PSYCInfo and Turkish Medical Journal were scanned from 1990.
Keywords: empathy, attention deficit hyperactivity disorder, autism, learning disabilities
ÖZ
Başarılı bir sosyal etkileşim, diğer insanların duygularını ve zihninden geçenleri anlayabilme yeteneği olarak tanımlanan sosyal bilişsel özelliklere bağlıdır. Başkalarının duygularını ve davranışlarındaki motivasyonu doğru değerlendirememe ve öfke kontrol bozuklukları çağımızda tırmanışta olan şiddet davranışlarının altında yatan nedenler arasında sayılmaktadır. Öte yandan empati ve suç davranışları arasında olumsuz yönde bir ilişki olduğu üzerinde durulmaktadır. Bu bağlamda nörogelişimsel bozuklukların bu tip davranışların gelişiminde rolü tartışılmaktadır. Dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu (DEHB), otizm spektrum bozuklukları (OSB), özgül öğrenme bozukluğu, anlıksal yetiyitimi gibi nörogelişimsel bozuklukların empati gelişimi üzerine olumsuz etkileri olabileceği bildirilmektedir. Özellikle DEHB başta olmak üzere nörogelişimsel bozukluğu olan çocuk ve ergenler, bilişsel, duygusal, akademik ve sosyal alanlarda gelişimsel zorluklar yaşamaktadır. Ancak araştırmalarda DEHB’de sosyal ipuçlarını yorumlama güçlükleri ve empati becerileri ile ilgili tutarsız bulgular saptanmış ve bu durumun komorbid psikopatolojilerle ilişkili olabileceği ileri sürülmüştür. OSB’de de sosyal biliş sorunlarına bağlı olarak bilişsel empatide bozulmalar olduğu saptanmıştır. Bu yazıda, başta DEHB olmak üzere nörogelişimsel bozukluklarda empati gelişimi ile ilgili yazın bilgilerinin gözden geçirilmesi hedeflenmiştir. Bu doğrultuda ‘empati’, ‘dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu’, ‘otizm’, ‘disleksi’, gibi anahtar sözcükleri girilerek Medline, PSYCInfo ve Türk Tıp Dizini 1990 yılından itibaren taranmıştır.
Keywords: empati, dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu, otizm, disleksi
Review
Özgün Yıldırım, Mustafa Öztürk
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 596-601
ABSTRACT
Piezoelectric surgery is a relatively new technique that provides safe and effective osteotomies using piezoelectric ultrasonic vibrations, and every day new devices with new features are produced and marketed. Piezosurgery instruments have superior properties compared to conventional rotary surgical instruments. Because of its micrometric and selective cutting, the piezoelectric surgery device provides a safe and sensitive osteotomy without causing necrotic damage to the bone. Compared to conventional rotary instruments, the most important feature is that it works only on mineralized tissues while maintaining soft tissue and blood support. It does not damage the tissues in contact with soft tissues such as the bone and mucous membranes in and around the operation area. In this study, properties, usage areas, advantages and disadvantages of piezoelectric surgical instruments which are frequently preferred in Oral, Dental and Maxillofacial Surgery applications as in many fields of orthopedics and brain surgery of medicine are explained.
Keywords: dentistry, oral and maxillofacial surgery, piezoelectric surgery
ÖZ
Piezoelektrik cerrahi, piezoelektrik ultrasonik titreşimler kullanarak güvenli ve etkili osteotomiler yapılmasını sağlayan nispeten yeni bir tekniktir, her geçen gün yeni özelliklere sahip cihazlar üretilip piyasaya sürülmektedir. Piezocerrahi aletleri, konvansiyonel döner cerrahi aletlerine göre üstün özelliklere sahiptir. Mikrometrik ve seçici kesim yapabilmesinden dolayı piezoelektrik cerrahi cihazı, kemik üzerinde nekrotik hasarlar vermeden güvenli ve hassas bir osteotomi sağlar. Geleneksel döner aletlere kıyasla en önemli özelliği, yumuşak doku ve kan desteğini koruyarak sadece mineralize dokular üzerinde çalışmasıdır. Operasyon alanında ve çevresindeki kemik harici sinir ve mukoza gibi yumuşak dokularla teması halinde bu dokulara zarar vermemektedir. Bu çalışmada tıbbın ortopedi ve beyin cerrahisi gibi birçok alanında olduğu gibi Ağız, Diş ve Çene Cerrahisi uygulamalarında da sıklıkla tercih edilen piezoelektrik cerrahi aletlerinin özellikleri, kullanım alanları, avantaj ve dezavantajları anlatılmıştır.
Keywords: ağız diş ve çene cerrahisi, diş hekimliği, piezoelektrik cerrahi
Case Report
Mehtap Alev, Mustafa Duran, Sani Murat, Salih Cesur, Duygu Çerçioğlu, Şerife Altun Demircan, Sami Kınıklı, Büşra Çalışır
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 602-605
ABSTRACT
Pacemakers are foreign bodies which often used in the treatment of arrhythmias. Infection of pacemaker and the parts associated with pacemaker is extremely rare. The most important risk factors for development of infection; duration of the procedure, complications during operation and immunodeficiency of the patient. These infections are often seen when the pacemaker was inserted or removed as a result of the contamination. Although pacemaker infections are rare, the mortality rate is high. The most common causative agent is staphylococcus, gram negative bacteria and fungi may also be rarely causative agents. Ochrobactrum anthropi is a gram-negative, aerobic, oxidase positive, urease positive, motile and non-lactose-fermenting bacillus previously known as “Achromobacter group”. It is an opportunistic pathogen that can cause infection in especially immunosupressive patients with permanent central venous catheter. The main infections reported due to this agent; bacteremia, central venous catheter-related sepsis, endocarditis, endophthalmitis, pancreatic abscess, urinary tract infections, meningitis, pelvic abscess and osteomyelitis. In the literature, just one case has been reported which developed pacemaker infection due to this agent. In this manuscript, fifty-four-year-old Afghan nationality patient was presented with the diagnosis of pacemaker and pacemaker lead infections.
Keywords: pacemaker, infection, Ochrobactrum anthropi, case report
ÖZ
Pacemakerlar aritmi tedavisinde sıklıkla kullanılan yabancı cisimlerdir. Pacemaker ve pacemaker ile ilişkili kısımların enfeksiyonu oldukça nadir görülür. Enfeksiyon gelişmesi açısından en önemli risk faktörleri; işlemin süresi, işlem sırasında komplikasyon gelişmesi ve hastanın immün yetmezlik durumudur. Pacemaker enfeksiyonları nadir görülmekle birlikte, mortalite oranı yüksektir. Pacemaker enfeksiyonuna en sık neden olan etkenler Stafilokoklar olup, nadiren Gram-negatif bakteriler ve mantarlar da etken olabilir. Ochrobactrum anthropi (O. anthropi) daha önce Achromobacter cinsinde yer alan Gram-negatif, aerob, oksidaz pozitif, üreaz pozitif, hareketli ve non-fermantatif bir basildir. Özellikle kalıcı santral venöz kateteri olan immunsüpresif hastalarda enfeksiyona neden olabilen fırsatçı bir patojendir. Bu etkene bağlı olarak bildirilmiş başlıca enfeksiyonlar;bakteriyemi, santral venöz kateterle ilişkili sepsis, endokardit, endoftalmit, pankreatik apse, üriner sistem infeksiyonu, menejit, pelvik apse ve osteomyelittir. Literatürde bu etkene bağlı olarak pacemaker enfeksiyonu gelişen yalnızca bir olgu bildirilmiştir. Bu yazıda, O. anthropi’nin neden olduğu pacemaker ve pacemaker kablo enfeksiyonu olan 54 yaşında Afgan uyruklu erkek bir olgu sunuldu.
Keywords: pacemaker, enfeksiyon, Ochrobactrum anthropi, olgu sunumu
Case Report
Meltem Özdemir, Aynur Turan, Önder Eraslan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 606-609
ABSTRACT
Jugular foramen tumors are uncommon cranial base lesions that cause difficulties not only in diagnosis but in treatment as well. Paraganglioma is the most common tumor involving this region. Other common tumors arising in the jugular foramen are meningiomas, schwannomas and chondrosarcomas. Metastatic involvement of this location is rare. We present a case of metastasis of lung adenocarcinoma in jugular foramen presented with cranial neuropathy. Although it is rare, metastasis of a systemic malignancy should always be considered in the differential diagnosis of a mass involving jugular foramen.
Keywords: Jugular foramen tumor, Jugular foramen metastasis, lung cancer
ÖZ
Jugular foramen tümörleri, sadece tanı için değil aynı zamanda tedavide de zorluklara neden olan nadir kafa tabanı lezyonlardır. Paraganglioma bu bölgede görülen en yaygın tümördür. Jugular foramende diğer sık görülen tümörler meningioma, schwannoma ve kondrosarkomlardır. Bu bölgenin metastatik tutulumu nadirdir. Burada kraniyal sinir tutulumu ile başvuran juguler foramende akciğer adenokarsinomu metastazı olgusu sunulmaktadır. Nadir olmasına rağmen, sistemik bir malignitenin metastazı her zaman juguler foramen kitlelerinin ayırıcı tanısında düşünülmelidir.
Keywords: Jugular foramen tümörü, Jugular foramen metastazı, akciğer kanseri
Case Report
Mehmet Coşkun
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 610-614
ABSTRACT
Relapsing polychondritis (RP) is a chronic inflammatory disease that affects cartilage and connective tissue, the cause of which is unknown. Antibodies against type 2 collagen and matrilin-1 protein are responsible for the pathogenesis of the disease. Ocular involvement initially occurs in 19% of patients and in 50% of disease course. Periorbital edema, tarsitis, chemosis and propitis, extraocular involvements such as muscle palsy, local or diffuse episcleritis, anterior and posterior scleritis occur at the onset or course of the disease. A 36-year-old male patient who was admitted to the outpatient clinic with complaints of pain, burning, stinging, redness in the eye was being treated for RP. On the ophthalmologic evaluation, open angle glaucoma was diagnosed and the treatment started. In this case report, the aim is to emphasize that glaucoma in RP patients can also manifest itself as an open glaucoma not previously defined.
Keywords: relapsing polychondritis, open angle glaucoma
ÖZ
Tekrarlayan polikondrit (TP) nedeni tam olarak bilinmeyen, kıkırdak ve bağ dokunun etkilendiği kronik inflamatuar bir hastalıktır. Tip 2 kollajen ve matrilin-1 proteinine karşı gelişen antikorlar hastalığın patogenezinden sorumlu tutulmaktadır. Göz tutulumu başlangıçta hastaların %19’unda, hastalık seyrinde %50’inde görülür. Periorbital ödem, tarsit, kemozis ve propitozis, kas felci gibi ekstraoküler tutulumlar, lokal veya diffüz episklerit, ön ve arka sklerit hastalık başlangıcında veya seyrinde ortaya çıkar. Polikliniğimize gözde ağrı, yanma, batma, kızarıklık şikayeti ile başvuran 36 yaşında erkek hastanın TP nedeniyle tedavi aldığı öğrenildi. Yapılan oftalmolojik değerlendirilmesinde açık açılı glokom tanısı konulmuş ve tedavisi başlanmıştır. Bu olgu sunumunda amaç TP hastasında glokomun daha önce tanımlanmamış açık açılı glokom şeklinde de kendini gösterebileceğini vurgulamaktır.
Keywords: tekrarlayıcı polikondrit, açık açılı glokom
Case Report
Görker Sel, Müge Harma, Tuba Zengin, Dilara Özaydın, Mehmet Harma
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 615-617
ABSTRACT
Objective: Contraception prevents unintended pregnancy. Birth control has been used since ancient times. In this case report, we will discuss an old-fashioned method of contraception mimicking a cervical mass.
Case report: A 100-year-old, according to her relatives but according to her identity card 96-year-old, woman was admitted to Zonguldak Bülent Ecevit University Health Application and Research Center Gynecology Clinic with a complaint of tenesmus. Under general anesthesia gently, a 4x4x3 cm cervical mass was extracted. It was grey in color, round and composed of a firm material. It was a piece of beeswax that had been inserted probably 60 years ago, used for contraception.
Conclusion: In the Ottoman era, several plant roots, such as hibiscus root, were used as a as a contraceptive barrier method. However, some Turkish women still use traditional methods as seen in our patient. It is important to provide public education about safe contraceptive methods, especially before marriage to prevent unintended pregnancies.
Keywords: contraception, beeswax
ÖZ
Amaç: Kontrasepsiyon istenmeyen gebeliği önler. Doğum kontrolü eski zamanlardan beri kullanılmaktadır. Bu olgu sunumunda servikal kitleyi taklit eden eski moda bir doğum kontrol yöntemini tartışacağız.
Olgu sunumu: Akrabalarına göre 100 yaşında, ancak kimlik kartına göre 96 yaşındaki, bir kadın tenesmus şikayeti ile Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Sağlık Uygulama ve Araştırma Hastanesi Jinekoloji Kliniğine kabul edildi. Genel anestezi altında kontrollü bir şekilde 4x4x3 cm servikal kitle ekstrakte edildi. Rengi gri, yuvarlak ve sert natürdeydi. Muhtemelen 60 yıl önce doğum kontrolü için kullanılan bir balmumu parçasıydı.
Sonuç: Osmanlı döneminde, hibiscus kökü gibi bazı bitki kökleri kontraseptif bariyer yöntemi olarak kullanılmıştır. Ancak bazı Türk kadınları hala hastamızda görüldüğü gibi geleneksel yöntemleri kullanmaktadır. İstenmeyen gebeliklerin önlenmesi için, özellikle evlilik öncesi, güvenli doğum kontrol yöntemleri hakkında halk eğitimi verilmesi önemlidir.
Keywords: kontrasepsiyon, balmumu
Case Report
Şahin Bodur, Hesna Gul, Burcu Ersöz Alan, Ozgun Ture Tekin, Mehmet Ayhan Congologlu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 618-620
ABSTRACT
Autism spectrum disorder is characterized by patterns of delay and deviance in the development of social, communicative, and cognitive skills that arise in the first years of life. Although many approaches were investigated for the behavioral problems in ASD, investigations of the treatment of inappropriate sexual behaviors (ISB) were still so rare. Mirtazapine has been a promising intervention for the ISB which do not decrease with behavioral interventions recently. In this case, we aimed to present the dramatic benefit of mirtazapine in a 14-year-old autistic boy with inappropriate sexual behaviors.
Keywords: sexual behaviors, autism, mirtazapine
ÖZ
Otizm spektrum bozukluğu, yaşamın ilk yıllarında ortaya çıkan sosyal, iletişimsel ve bilişsel becerilerin gelişiminde gecikme ve sapma ile karakterize bir bozukluktur. OSB'deki davranışsal problemler için birçok yaklaşım araştırılmış olmasına rağmen, uygunsuz cinsel davranışların (UCD) tedavisine ilişkin araştırmalar hala çok nadirdir. Mirtazapin, son zamanlarda davranışsal müdahalelerle azalmayan UCD için umut verici bir müdahale olmuştur. Bu yazıda, uygunsuz cinsel davranışları olan 14 yaşındaki otistik bir çocukta mirtazapinin dramatik faydasını sunmayı amaçladık.
Keywords: cinsel davranışlar, otizm, mirtazapin
Case Report
Pınar Gürkaynak, Salih Cesur, Şerife Altun Demircan, Şükran Sevim, Çiğdem Ataman Hatipoğlu, Sami Kınıklı, Gül Gürsoy
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 621-625
ABSTRACT
Carbapenems resistant, multi drug resistant Acinetobacter baumannii (A.baumannii) infections are important health-care-associated infections and cause mortality and morbidity.
Peritonitis due to multidrug resistant A.baumannii is rarely reported. Treatment of peritonitis due to multidrug resistant A.baumannii is difficult. In this article, peritonitis due to A.baumannii following the polymicrobial infective endocarditis in a female patient who underwent peritoneal dialysis due to chronic renal insufficiency at the age of 60 years has been reported and the literature has been reviewed.
Keywords: Acinetobacter baumannii, peritonitis, multi-drug resistance, treatment
ÖZ
Karbapeneme dirençli, çoklu ilaca diençli Acinetobacter baumannii (A.baumannii) infeksiyonları sağlık bakımı ile ilişkili infeksiyonların önemli bir etkeni olup, mortalite ve morbidite nedenidir.
Çoklu ilaca dirençli A.baumannii’ye bağlı peritonit nadiren bildirilmektedir. Çoklu ilaca dirençli A.baumannii’ye bağlı olarak gelişen peritoniterin tedavisi güçtür.Bu yazıda, 60 yaşında kronik böbrek yetmezliği nedeniyle periton diyalizi uygulanan bir kadın hastada polimikrobiyal infektif endokarditi takiben A.baumannii’ye bağlı olarak gelişen ve mortal seyreden peritonit bildirilmiş ve literatür gözden geçirilmiştir.
Keywords: Acinetobacter baumannii, peritonit, çoklu ilaca direnç, tedavi
Case Report
Emre Emekli, Uğur Toprak, Suzan Şaylısoy, Lütfiye Demir
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 626-630
ABSTRACT
Ewing sarcoma is classified as Ewing’s sarcoma of the bone tissue, extraskeletal Ewing’s sarcoma, peripheral primitive neuroendocrine tumor, malignant small cell tumor of the thoracopulmonary region (Askin) and non-typical Ewing’s sarcoma. Extraosseous Ewing’s sarcoma may be seen throughout the body, however only reported at 4% in the neck. In our case patient has a painless mass growing on his posterior neck for 3 months.On the magnetic resonance imaging, a well-defined, encapsulated, well-demarcated mass lesion between the perivertebral muscles and the subcutaneus fat tissue was detected. Tumor was surgically resected and diagnosis was pathologically Ewing’s sarcoma. 22q11 translocation was detected in the molecular examination. Extraosseous Ewing sarcomas are rarely seen soft tissue masses. Although imaging features are not sufficient to make a specific diagnosis, it is important take the biopsy from the appropriate place and staging the tumor. In addition, complete surgical resection has been shown to associated with better survival rates compared to other Ewing sarcoma family. For this reason, imaging has an important role in the guidance of surgery and resectability of the tumor. Young patients with a fast growing, palpable mass should be evaluated carefully. Although the tumor is thought to be morphologically benign in the first, ekstraosseous Ewing’s sarcoma must be considered in the differential diagnosis of head and neck soft tissue masses.
Keywords: Extraosseous Ewing’s sarcoma, head and neck tumor, magnetic resonance imaging
ÖZ
Ewing sarkomu, kemik dokusunun Ewing sarkomu, iskelet sistemi dışındaki Ewing sarkomu, periferik primitif nöroendokrin tümör, torakopulmoner bölgenin malign küçük hücreli tümörü (Askin) ve tipik olmayan Ewing sarkomu olarak sınıflandırılır. Ekstraosseöz Ewing sarkomu tüm vücutta görülebilir ancak boyunda %4 oranında bildirilmiştir. Olgumuzda, ensesinde 3 aydır giderek büyüyen ağrısız kitlesi olan hastada; manyetrik rezonans görütülemede perivertebral kasların arasında, yağ planlarının arasında büyüyen, kapsüllü, düzgün sınırlı kitle lezyonu saptandı. Cerrahi olarak çıkarılan tümörde patolojik olarak Ewing sarkomu tanısı koyuldu. Moleküler incelemede 22q11 translokasyonu tespit edildi. Ekstraosseöz Ewing sarkomları nadir olarak görülen yumuşak doku kitleleridir. Görüntüleme özellikleri özgün veya tanı koymada yeterli olmasa da, biyopsi için dokunun uygun yerden alınması ve tümörün evrelendirilmesi açısından önemli yer tutar. Ayrıca iskelet dışındaki Ewing sarkomunda, tam cerrahi rezeksiyonun diğer Ewing sarkomu ailesi tümörlerine kıyasla daha iyi sağkalım oranları ile ilişkili olduğu gösterilmiştir. Bu nedenle cerrahiye yön gösterme ve tümörün çıkarılabilirliğinin değerlendirilmesinde görüntüleme önemli yer tutmaktadır. Hızlı büyüyen, ele gelen kitlesi olan genç hastalarda, ilk planda morfolojik olarak benign izlenimi verse de dikkatle değerlendirip baş-boyun yumuşak doku kitlelerinin ayırıcı tanısında düşünülmelidir.
Keywords: Ekstraosseöz Ewins sarkomu, baş boyun kitlesi, manyetik rezonans görüntüleme
Case Report
Murat Kaya, Mustafa Doğan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 631-633
ABSTRACT
Turner syndrome is one of the most common sex chromosomal abnormalities. The incidence of Turner’s syndrome is higher in conception, but the majority of these conceptions result in mortality in intrauterine period. Alopecia areata meaning hair loss is a disease that can affect both sexes, and its prevalence is around 1-2% in the world. Alopecia universalis is an advanced form of alopecia areata and it is characterized by the complete loss of hair on the scalp and body. The association of Turner syndrome and alopecia universalis has been reported rarely in the literature. In this case report, a case with alopecia universalis and Turner syndrome whose karyotype is 45, X / 46, X, i (X) (q10) was discussed.
Keywords: alopecia areata, alopecia universalis, Turner syndrome
ÖZ
Turner sendromu en sık görülen cinsiyet kromozom anomalilerinden biridir. Turner sendromunun, konsepsiyondaki sıklığı yüksektir ancak bu konsepsiyonların çok büyük bir kısmı intrauterin dönemde mortalite ile sonuçlanmaktadır. Alopesi areata saç dökülmesi anlamına gelen her iki cinsiyeti de etkileyebilen bir hastalıktır ve dünya genelinde görülme sıklığı yaklaşık %1-2’dir. Alopesi areatanın bütün saç ve vücut kıllarındaki dökülmeler ile oluşan formu alopesi universalis olarak adlandırılır. Turner sendromu ve alopesi universalis birlikteliği literatürde nadir olarak bildirilmiştir. Bu olgu sunumunda Turner sendromu ve alopesi universalisin birlikte görüldüğü 45,X/46,X,i(X)(q10) karyotipli olgu tartışılmıştır.
Keywords: alopesi areata, alopesi universalis, Turner sendromu