Research Article
Hüseyin Yıldıran, Tuba Şahinoğlu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 1, pp. 1-5
ABSTRACT
Aim: There is air in the pleural space without an external effect in the case of spontaneous pneumothorax, and it is important in terms of treatment, clinic, and underlying diseases in thoracic surgery. In this study, it was aimed to present the approach to the patients with spontaneous pneumothorax in the period of compulsory public service.
Material and Methods: The patients who were treated with spontaneous pneumothorax between June 2017 and January 2018 in our clinic were included in this study. Gender, age, smoking status, type of treatment and length of hospital stay were recorded.
Result: 18 patients (2 female, 16 male) were included in the study. Eleven of the patients (61.1%) were smoking. Surgical treatment was applied to 7 (38.8%) of the patients. As a surgical approach, videothoracoscopic wedge resection and partial pleural decortication in 5 patients, videothoracoscopic bulla ligation and partial pleural decortication in 1 patient and thoracotomy bulla ligation in 1 patient were applied. Ten patients were treated with tube thoracostomy and one patient was treated with nasal oxygen. Complications did not occur in the patients.
Conlusion: Spontaneous pneumothorax is a disease requiring urgent diagnosis and treatment. The purpose of the treatment is to provide the lung totally expanded and to prevent recurrence of pneumothorax. Tube thoracostomy is usually the first approach, but we recommend that the videothoracoscopic surgery can be used in the conditions of the public hospital because of its advantages for the patients who have surgical indications.
Keywords: surgical approach, spontaneuos pneumothorax, videothoracoscopy
ÖZ
Amaç: Spontan pnömotoraks dışarıdan bir etki olmadan plevral aralığa hava geçişidir ve göğüs cerrahi acilleri içinde tedavisi, kliniği ve altta yatan hastalıklar açısından önemlidir. Bu çalışmada devlet hizmet yükümlülüğü süresinde, spontan pnömotoraks tanılı hastalara devlet hastanesi şartlarında yaklaşımın sunulması amaçlandı.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya, kliniğimizde Haziran 2017 ve Ocak 2018 tarihleri arasında spontan pnömotoraks tanısıyla tedavi edilen hastalar dahil edildi. Hastaların cinsiyet, yaş, sigara kullanım durumu, tedavi şekli ve hastanede yatış süreleri kaydedildi.
Bulgular: Çalışmaya 18 (2’si kadın, 16’sı erkek) hasta dahil edildi. Hastaların 11’i (%61,1) sigara kullanıyordu. Hastaların 7’sine (%38,8) cerrahi tedavi uygulandı. Cerrahi yaklaşım olarak, 5 hastada videotorakoskopik wedge rezeksiyon ve parsiyel plevral dekortikasyon, 1 hastada videotorakoskopik bül ligasyonu ve parsiyel plevral dekortikasyon ve 1 hastada torakotomi bül ligasyonu uygulandı. On hasta tüp torakostomi ile, 1 hasta ise nazal oksijen ile tedavi edildi. Hastalarda komplikasyon görülmedi.
Sonuç: Spontan pnömotoraks, acil tanı ve tedavi gerektiren bir durumdur. Tedavisinde amaç akciğerin tam ekspansiyonunu sağlamak ve tekrarlamasının önlenmesidir. Tüp torakostomi çoğunlukla ilk yaklaşımdır, ancak ameliyat endikasyonu sağlayan hastalarda avantajları nedeniyle videotorakoskopik cerrahinin devlet hastanesi şartlarında da uygulanmasını öneriyoruz.
Keywords: Cerrahi yaklaşım, spontan pnömotoraks, videotorakoskopi
Research Article
Hamza Çınar, Ali Aygün
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 1, pp. 6-9
ABSTRACT
Aim: Most of the patients presenting to the emergency department with an preliminary diagnosis of acute appendicitis (AA) are undergoing standing plain abdominal radiography (SPAR), but SPAR's contribution to the diagnosis of AA is being questioned today. The aim of our study is to evaluate the importance of SPAR in the diagnosis of AA to elucidate this controversial issue.
Material and Methods: We evaluated preoperative SPAR findings and pathology results of patients who were operated with the diagnosis of AA between 2014 and 2017 at General Surgery Department of Ordu University Training and Research Hospital. The relationship between the presence/absence of the SPAR findings and the diagnosis of AA were analyzed.
Results: 140 (77.8%) of 180 patients who were operated for suspicion of AA underwent SPAR. Of the 105 patients with SPAR findings, 90 (85.7%) had AA and 15 (14.3%) were no. No findings were found in the 35 of patients who underwent SPAR, 25 (71.4%) had AA and 10 (28.6%) did not. There was no statistically significant difference in the diagnosis of AA in patients with and without SPAR findings (p = 0.098). Of the 140 patients undergoing SPAR, 115 (82.1%) had AA, and 25 (17.9%) were no. Of the 40 patients without SPAR, 27 (67.5%) had AA and 13 (32.5%) did not. Whether or not SPAR was performed did not affect the diagnosis of AA (p = 0.07).
Conclusion: SPAR rarely helps in diagnosis of AA. SPAR should not be routinely taken to every patient considered AA. If there is another cause of acute abdomen other than AA as a pre-diagnosis in the physician's mind, SPAR may be taken because it is cheap, accessible and easily interpretable.
Keywords: appendicitis, plain abdominal radiographs, diagnosis
ÖZ
Amaç: Akut apandisit (AA) ön tanısıyla acile başvuran hastaların çoğuna ayakta düz batın grafisi (ADBG) çekilmektedir; fakat ADBG’nin AA tanısına katkısı günümüzde sorgulanmaktadır. Çalışmamızın amacı tartışmalı olan bu konuyu aydınlatmak için ADBG’nin AA tanısındaki önemini irdelemektir.
Gereç ve Yöntemler: Ordu Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Genel Cerrahi Bölümünde 2014 ve 2017 yılları arasında AA ön tanısıyla ameliyat edilen hastaların preoperatif çekilen ADBG bulguları ile patoloji sonuçları kıyaslandı. ADBG bulguları ile AA tanısı arasındaki ilişki irdelendi.
Bulgular: AA şüphesi nedeniyle ameliyat edilen 180 hastanın 140 (%77,8)’ına ADBG çekildi. ADBG de bulguya rastlanan 105 hastanın 90’nın (%85,7) da AA varken 15’ inde (%14,3) yoktu. ADBG’de herhangi bir bulguya rastlanmayan 35 hastanın ise 25’ inde (%71,4) AA varken 10’ unda (%28,6) yoktu. ADBG bulgusu olan ve olmayan hastalar da AA tanısı koyma açısından istatistiksel olarak bir fark yoktu(p=0,098). ADBG çekimi yapılan hastaların 115’ inde (%82,1) AA varken 25’ inde (%17,9) yoktu. ADBG çekimi yapılmayan hastaların ise 27’ sinde (%67,5) AA varken 13’ ünde (%32,5) yoktu. ADBG çekimi yapılıp yapılmaması AA tanısına etki etmemektedir (p=0,07).
Sonuç: ADBG, AA tanısını koymada nadiren yardımcı olur. AA düşünülen her hastaya ADBG çekmektense hekimin aklında ön tanı olarak AA dışında başka bir akut batın nedeni daha varsa ucuz, erişilebilir ve kolay yorumlanabilir olması nedeniyle ADBG çekilebilir.
Keywords: apandisit, karın radyografisi, teşhis
Research Article
Çağlayan Geredeli
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 1, pp. 10-14
ABSTRACT
Aim: The microtubule inhibitor eribulin mesylate anthracycline and taxane resistance have been accepted for use in patients with metastatic breast cancer. The goal is to investigate the efficacy of eribulin mesylate.
Material and Methods: Retrospective study was carried out in Istanbul Okmeydanı educational and research hospital medical oncology clinic patients who were treated for metastatic breast cancer and who had received at least 2 serial chemotherapy including anthracycline and taksan.
Results: A total of 25 patients were included in the study. Median age was 54.9 (range 36-73). Median follow-up time is 11.6 months. 68% of the patients were ER positive, 68% were Pr positive, 8.3% were HER2 positive and 6.2% were triple negative. 78% of the patients had liver, 64% had bone, and 36% had lung metastases. The treatement line number was 4.4 (min3-max6). The number of cycles of Eribulin was 6.6 (min 1-max 33). Median PFS is 6.6 (0-26) months and median OS is 17 (0-30). There were 8% complete response (2 patients), 12% (3 patients) partial response, 52% (13 patients) stable response and 28% (7 patients) progressive disease. there was no difference in survival according to patients' hormone receptor status and HER2 status (P = 0.187). There was no difference in survival according to the metastatic sites in the patients (P = 0.875). Grade 3 to 4 hematologic toxicity in 12% (3 patients) and grade 3-4 neuropathy in 4% (1 patient) in the patient,40% (10 patients) grade 1-2 hematologic toxicity in the patient, grade 1-2 neuropathies were seen
Conclusion: Eribulin mesylate have been found to be effective and tolerable in line 3 and more than subsequent line in the treatment of patients with metastatic breast cancer who anthracycline and taksan resistance and previously received multiple line chemotherapy.
Keywords: metastatic breast cancer, chemotherapy, eribulin mesylate
ÖZ
Amaç: Mikrotübül inhibitörü olan eribulin mesilat antrasiklin ve taksana rezistant metastatik meme kanserli hastalarda kullanımı kabul edilmiştir. Amaç eribulin mesilatın etkinliğini araştırmak.
Gereç ve Yöntemler: Retrospektif çalışmada İstanbul Okmeydanı eğitim ve araştırma hastanesi tıbbi onkoloji kliniğinde metastatik meme kanseri nedeniyle tedavi görmekte olan ve öncesinde antrasiklin ve taksan dahil olmak üzere en az 2 seri kemoterapi almış olan hastalar alındı.
Bulgular: Çalışmaya toplam 25 hasta alındı. Median yaş 54,9 (range 36-73) idi. median takip süresi 11.6 aydı. Hastaların %68 ER pozitif, %68 Pr pozitif, %8,3 HER2 pozitif ve %6,2 triple negatifti. Hastalardan %78 inde karaciğer, %64 ünde kemik,%36sında akciğer metastazı mevcuttu. Eribuli seri sayısı 4,4 (min3-max6) idi. Eribulin kür sayısı 6,6 (min 1-max 33) idi. Median PFS 6,6 (0-26) ay olup median OS 17 (0-30) aydı. %8 inde tam yanıt (2 hasta), %12 (3hasta) sinde parsiyel yanıt,%52 (13 hasta) stabil yanıt ve %28 (7 hasta ) progresif hastalık mevcuttu. Hastaların hormon reseptör durumu ve HER2 durumuna göre sağ kalımda farklılık yoktu(P=0,187). Hastalardaki metastaz bölgelerine göre de sağ kalım da farklılık tespit edilmedi(P=0,875). %12 (3 hasta) hastada grade 3-4 hematolojik toksisite ve %4( 1 hasta )hastada grade 3-4 nöropati görülmüşken %40 (10 hasta ) hastada grade 1-2 hematolojik toksisite, %24 (6hasta ) hastada grade 1-2 nöropati görülmüştür.
Sonuç: Eribulin mesilat antrasiklin ve taksan rezistans önceden çoklu seri kemoterapi almış metastatik meme kanserli hastaların tedavisinde 3. Seri ve daha sonraki serilerde etkin ve tolerabl bulunmuştur.
Keywords: metastatik meme kanseri, kemoterapi, eribulin mesilat
Research Article
Burhan Fatih Koçyiğit, Tuba Tulay Koca
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 1, pp. 15-21
ABSTRACT
Aim: The aim of our study was to determine the existence of neuropathic pain (NP) in knee OA and its association with risk factors, functional status, quality of life, and depression.
Material and Methods: This was a descriptive study. A total of 100 patients (90 female, 10 male) with knee OA were enrolled. Data including age, gender, educational status, working status, body mass index, and symptom duration were obtained from patients. Patients were divided into three groups according to the PainDETECT scores: likely NP, possible NP, unlikely NP. Patients' pain severity was assessed using visual analogue scale (VAS). For the presence of NP, PainDETECT scale was used. Functional status was evaluated by Western Ontario and McMaster University Osteoarthritis Index (WOMAC). Quality of life was assessed using Short Form-36 questionnaire (SF-36) and depression level was evaluated using Hamilton Depression Scale (HAM-D). Kellgren-Lawrence grading system was used to determine the radiologic severity. Pain, functional status, quality of life and depression were compared among the groups.
Results: Of the total, 18 patients (18%) were in the likely NP group; 23 patients (23%) were in the possible NP group and 59 (59%) patients were in the unlikely NP group. No significant differences were detected between the groups in sociodemographic data (p > 0.05). Significant differences were detected in symptom duration, VAS, WOMAC, SF-36 physical functioning subscale, physical role functioning subscale, social role functioning subscale, vitality subscale, bodily pain subscale, general health perceptions subscale and HAM-D scores among the groups (p < 0.05). PainDETECT scores were significantly correlated with VAS, WOMAC, SF-36 subscales, and HAM-D (p < 0.05).
Conclusion: This study revealed that NP is associated with severe pain, reduced functionality, impairment in quality of life, and higher depression scores in patients with knee OA.
Keywords: knee osteoarthritis, neuropathic pain, functional status, quality of life, depression
ÖZ
Amaç: Çalışmamızın amacı, diz OA'da nöropatik ağrı (NA) varlığını ve risk faktörleri, fonksiyonel durum, yaşam kalitesi ve depresyon ile ilişkisini belirlemektir.
Gereç ve Yöntemler: Bu tanımlayıcı bir çalışmadır. Diz OA’i tanılı toplam 100 hasta (90 kadın, 10 erkek) çalışmaya alındı. Hastalardan yaş, cinsiyet, eğitim durumu, çalışma durumu, vücut kütle indeksi ve semptom süresini içeren veriler elde edildi. PainDETECT skorlarına göre hastalar üç gruba ayrıldı: pozitif NA, muhtemel NA, negatif NA. Hastaların ağrı şiddeti görsel analog skala (GAS) ile değerlendirildi. NA varlığı için PainDETECT ölçeği kullanıldı. Fonksiyonel durum Western Ontario ve McMaster Üniversitesi Osteoartrit İndeksi (WOMAC) ile değerlendirildi. Yaşam kalitesi Kısa Form-36 anketi (KF-36), depresyon düzeyi Hamilton Depresyon Skalası (HAM-D) kullanılarak değerlendirildi. Radyolojik değerlendirme için Kellgren-Lawrence evreleme sistemi kullanıldı. Gruplar arasında ağrı, fonksiyonel durum, yaşam kalitesi ve depresyon karşılaştırıldı.
Bulgular: Toplam 18 hasta (%18) pozitif NA grubunda, 23 hasta (%23) muhtemel NA grubunda, 59 hasta negatif NA grubundaydı. Sosyodemografik verilerde gruplar arasında anlamlı fark saptanmadı (p > 0.05). Semptom süresi, GAS, WOMAC, KF-36 fiziksel fonksiyon alt ölçeği, fiziksel rol işleyişi alt ölçeği, sosyal fonksiyon alt ölçeği, canlılık alt ölçeği, ağrı alt ölçeği, genel sağlık durumu alt ölçeği ve HAM-D skorları arasında gruplar arasında anlamlı fark bulundu (p < 0.05). PainDETECT skorları GAS, WOMAC, KF-36 alt ölçekleri ve HAM-D ile anlamlı olarak koreleydi (p < 0.05).
Sonuç: Bu çalışma diz OA hastalarında NA'nın şiddetli ağrı, azalmış işlevsellik, yaşam kalitesinde bozulma ve daha yüksek depresyon skorları ile ilişkili olduğunu ortaya koymuştur.
Keywords: diz osteoartriti, nöropatik ağrı, fonksiyonel durum, yaşam kalitesi, depresyon
Research Article
Hayriye Şahinli, Mustafa Gökhan Vural, Göksal Keskin
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 1, pp. 22-26
ABSTRACT
Aim: Behçet's disease is a systemic vasculitis affecting arteries and veins in every dimension. Aortic and pulmonary artery aneurysms are the most important causes of mortality in Behçet's disease. In the histopathology of the aneurysm, full-thickness irregular fibrous thickening plays a role in the vessel wall. Cardiovascular mortality and morbidity were found to increase with increasing stiffness in the large vessels.
We aimed to evaluate the pulmonary artery elasticity in patients with BD with Echocardiography (ECO) which is one of the non-invasive methods.
Material and Methods: Twenty seven (18 female, 9 male) Behcet’ patients and twenty one healthy controls (9 female, 12 male) are included to the study. Pulmonary artery is evaluated with ECO. Pulmonary strain, beta index, distensibility are used as pulmonary elasticity parameters.
Results: Twenty seven Behcet’ patients and twenty one healthy controls are included to the study. Pulmonary artery strain and pulmonary artery distensibility values of the Behcet’s group were observed to be significantly lower than the control group (p<0,001, p<0,001); where as pulmonary artery beta index was significantly higher ( p=0,022).
Conclusion: Pulmonary stiffness is significantly increased in patients with Behcet’s disease compaired to healty control group.for identification of pulmonary artery aneurizm in an early echocardiographic examination of pulmoner artery stiffness can be used.
Keywords: Behcet's disease, pulmonary artery aneurysm, pulmoner artery stiffness
ÖZ
Amaç: Behçet hastalığı her boyda arter ve venleri etkileyen sistemik bir vaskülittir. Behçet hastalığında, aort ve pulmoner arter anevrizması en önemli mortalite nedenlerindendir. Anevrizmanın histopatolojisinde, damar duvarında tam kat düzensiz fibröz kalınlaşma rol oynamaktadır. Büyük damarlardaki sertliğin artmasıyla kardiovasküler mortalite ve morbiditenin arttığı bulunmuştur. Behçet hastalarında pulmoner arter elastisite özelliklerini invaziv olmayan yöntemlerden biri olan ekokardiografi (EKO) ile değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya 27 Behçet hastası (18 kadın, 9 erkek) ve 21 sağlıklı kontrol grubu (9 kadın, 12 erkek) alındı. Pulmoner arter, ekokardiografi ile değerlendirildi. Pulmoner elastisite parametreleri olarak pulmoner strain, beta indeksi ve distensibilite alındı.
Bulgular: Çalışmaya 27 Behçet olgusu ile 21 sağlıklı kontrol grubu alındı. Kontrol grubuna göre, Behçet hastalığı grubunda pulmoner arter strain ve pulmoner arter distensibilite değeri anlamlı olarak daha düşük bulundu (p<0,001, p<0,001). Pulmoner arter beta indeksi ise anlamlı olarak daha yüksek bulundu (p=0,022).
Sonuç: Behçetli hasta grubunda pulmoner sertliğin, sağlıklı kontrol grubuna göre anlamlı olarak arttığı sonucuna varılmıştır. Erken dönemde, pulmoner arter anevrizmasının tesbitinde, pulmoner arter sertliğinin ekokardiografi ile değerlendirilmesi kullanılabilir bir yöntemdir.
Keywords: Behçet hastalığı, pulmoner arter anevrizması, pulmoner arter sertliği
Research Article
Belgin Yıldırım, Nükhet Bağsürer
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 1, pp. 27-33
ABSTRACT
Aim: The study is a descriptive-cross-sectional study planned to determine the problem solving skills of nurses.
Material and Methods: The study was performed between 15.12.2015-15.05.2016. The sample was not selected. The entire universe is planned to be reached. The sample of the study consisted of 405 nurses.
Results: The mean score of the nurses in the problem solving trust sub-dimension was 32.15 ± 8.40, the mean of the points taken in the approach avoidance sub-dimension was 49.60 ± 7.73, and the mean score of the scores in the personal control sub-dimension was 15.80 ± 3.53 from the inventory of problem solving. The mean score of the patients was 97.54 ± 15.53.
Conclusion: In the study, problem solving skills of nurses were found to be close to medium level. It is recommended that continuous training programs should be organized on what kind of an approach to nurses should face when they encounter a problematic situation. In addition, we believe that experimental studies can be carried out to develop problem solving skills of nurses in future studies.
Keywords: nurse, hospital, problem, problem solving process
ÖZ
Amaç: Araştırma, hemşirelerin problem çözme becerilerini belirlemek amacıyla planlanmış tanımlayıcı bir çalışmadır.
Gereç ve Yöntemler: Çalışma, 15.12.2015-15.05.2016 tarihleri arasında yapılmıştır. Araştırmanın örneklemini, 405 hemşire oluşturmuştur. Veri toplama aracı, araştırmacılar tarafından geliştirilen “Sosyo demografik özellikler veri formu” ve “Problem çözme envanteri”dir.
Bulgular: Hemşireler, problem çözme güveni alt boyutunda aldığı puanların ortalaması 32,15±8,40, yaklaşma kaçınma alt boyutunda aldığı puanların ortalaması 49,60±7,73, kişisel kontrol alt boyutunda aldığı puanların ortalaması 15,80±3,53 problem çözme envanterinden aldığı puanların ortalaması 97,54±15,53’dür.
Sonuç: Çalışmada hemşirelerin problem çözme becerilerinin orta düzeye yakın olduğu belirlenmiştir. Hemşirelere yönelik problemli bir durumla karşılaştıklarında nasıl bir yaklaşım izlemeleri gerektiğine dair sürekli eğitim programlarının düzenlenmesi önerilmektedir. Ayrıca gelecekte yapılacak çalışmalarda hemşirelerin problem çözme becerilerinin geliştirilmesine yönelik deneysel çalışmalar yapılabileceğini düşünmekteyiz.
Keywords: hemşire, hastane, problem, problem çözme süreci
Research Article
Demet Kokanali, Meryem Kuru Pekcan, Yasemin Tasci
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 1, pp. 34-39
ABSTRACT
Aim: To determine the characteristics and experiences of Etonogestrel-releasing implant users in Turkish women cohort.
Material and Methods: A retrospective cohort study carried out in a tertiary referral public hospital. The charts of ninety-one women who had Etonogestrel-releasing implant inserted between January 2014, and April 2016 were reviewed.
Results: Of ninety-one women, over half (52.8 %) were aged ≥ thirty and a few were < twenty-five (5.5%). Only three (3.3%) women were nulliparous. Over half were university or higher graduated (54.9%) and employed (58.2%). Efficacy was the most commonly cited reasons to choose the method. Overall continuation rates were 75.0 % at twenty-five months and 50.0% at thirty-four months. Twenty-nine women removed implant before the period of use expired. Eighteen of these wanted to conceive and the other eleven discontinued because of side effects they experienced. Irregular menstrual bleeding was the most frequent side effect for removal. No woman conceived while using the method.
Conclusion: Etonogestrel-releasing implant is used for its efficacy by a range of Turkish women who are especially parous, well-educated and employed. While it has high continuation rates, irregular menstrual bleeding is the commonest side effect for early removal.
Keywords: contraception, etonogestrel, implant
ÖZ
Amaç: Türk kadın kohortunda etonogestrel salan implant kullanıcılarının özelliklerini ve deneyimlerini belirlemek.
Gereç ve Yöntemler: Bu retrospektif kohort çalışma, tersiyer bir referans devlet hastanesinde gerçekleştirildi. Ocak 2014 ile Nisan 2016 arasında Etonogestrel salan implant yerleştirilmiş 91 kadının verileri gözden geçirildi.
Bulgular: Doksan bir kadının yarısından fazlası (%52,8) ≥30 ve birkaçı< 25 (%5,5) yaştaydı. Sadece 3 (%3,3) kadın nullipardı. Yarısından fazlası universite ve üstü okullardan mezundu (%54,9) ve bir işte çalışmaktaydı (%58,2). Etkinlik en fazla tercih edilme nedeniydi. Yöntemi kullanmaya devam etme oranı yirmi beş ayda %75,0 ve otuz dört ayda %50,0 idi. Yirmi dokuz kadın, kullanım süresi dolmadan implantı çıkardı. Bunların 18'i gebe kalmak istedi ve diğer 11’i yaşadıkları yan etkiler nedeniyle implant kullanmayı bıraktı. Düzensiz adet kanaması, en sık görülen yan etkiydi. Bu yöntemi kullanırken hiçbir kadında gebelik oluşmadı.
Sonuç: Etonogestrel salan implant, özellikle doğum yapmış, iyi eğitimli ve bir işte çalışan Türk kadını tarafından etkinliği için kullanılmaktadır. Kullanımına devam etme oranları yüksek olmasına rağmen, düzensiz adet kanaması erken çıkartma nedeni olan en sık yan etkisidir.
Keywords: kontrasepsiyon, etonogestrel, implant
Research Article
Semiha Urvay, Birsen Yücel
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 1, pp. 40-46
ABSTRACT
Aim: The objective of this study is to demonstrate the efficacy of induction or consolidation chemotherapy on survival in locally advanced non-small cell lung cancer ( NSCLC) patients who were treated by curative concurrent chemoradiotherapy (CCRT).
Material and Methods: Patients were randomised to CCRT, induction chemotherapy followed by CCRT or CCRT followed by consalidation chemotherapy retrospectively. A platinum-based doub-let cytotoxic chemotherapy regimen used as induction/consalidation. Patients who received 60 Gy or more were included in the study. These patients had received two or more cycles of platinum-based chemotherapy concurrently with definitive radiation therapy.
Results: A total of 114 patients were included in the study. 32 (28%) patients were in CCRT arm; 54 (47%) patients were in induction arm and 28 (25%) patients were in consalidation arm.Median overall survival (OS) was found as 21.9±14.0 months and 2 year and 3-year survival as %46 and 33% in all patients. Median OS did not differ between arms; with a median OS of 29.7±8.8 months, 23±2.9 months and 16.8±3.5 months in the CCRT arm, in the induction arm and in the consolidation arm (p:0.54). The 2 years OS was 53%, 50% and 32% (p:0.48) and 3 years OS was 40%, 33% and 25% ( p:0.40) in the CCRT arm, the induction arm in the consalidation arm without a significiant difference.
Conclusion: In this retrospective study, platin-based chemotherapy as induction or consolidation with concurrent chemoradiotherapy failed to further prolong OS. The standart of care for unresectable stage III NSCLC is still concurrent chemoradiotherapy.
Keywords: non small cell lung canser, chemoradiotherapy, induction, consalidation
ÖZ
Amaç: Bu çalışmanın amacı eşzamanlı kemoradyoterapi ile tedavi edilen küçük hücreli dışı akciğer kanserinde (KHDAK) indüksiyon veya konsalidasyon kemoterapilerinin yalnızca kemoradyoterapi (KRT) ile karşılaştırıldığında sağkalıma etkinliğinin araştırılmasıdır.
Gereç ve Yöntemler: Lokal ileri evre KHDAK tanısı ile eşzamanlı kemoradyoterapi ± indüksiyon/konsalidasyon tedavisi alan 114 hastanın dosyaları retrospektif olarak incelendi. İndüksiyon veya konsalidasyon tedavisi olarak platin temelli ikili kemoterapi rejimi kullanıldı. 60-66 Gy torasik radyoterapi ile eşzamanlı tek ajan platin( sisplatin veya karboplatin), platin+etoposid veya platin+taksan içeren kemoterapi protokolleri uygulandı.
Sonuçlar: Çalışmaya dahil edilen 114 hastanın 32 (28%)'si KRT; 54 (47%) 'si indüksiyon ve 28 (25%)' si konsalidasyon kolundaydı. Tüm hastalar için ortanca sağkalım 21,9±14.0 ay; 2 ve 3 yıllık sağkalım oranları ise %46 ve %33 olarak bulundu. KRT; indüksiyon ve konsolidasyon kemoterapisi alan hastaların ortanca sağkalımları sırası ile 29,7±8,8 ay; 23±2,9 ay ve 16,8±3,5 ay olarak saptanmış olup anlamlı farklılık yoktu( p=0,54). 2 yıllık sağkalım oranları KRT kolu için 53%; indüksiyon kolu için 50% ve konsalidasyon kolu için 32% ( p=0,48) ; 3 yıllık sağkalım oranları ise sırası ile 40%, 33% ve 25% ( p=0,40) olarak saptanmış olup benzerdi.
Sonuç: Bu retrospektif çalışmada, eşzamanlı kemoradyoterapiye eklenen indüksiyon veya konsolidasyon kemoterapisinin genel sağkalımı uzatmadığı gösterilmiştir. Rezeke edilemeyen evre III KHDAK için standart tedavi hala eş zamanlı kemoradyoterapidir.
Keywords: küçük hücreli dışı akciğer kanseri, kemoradyoterapi, indüksiyon, konsalidasyon
Research Article
Gül Kanyılmaz, Meryem Aktan, Berrin Benli Yavuz, Lütfi Saltuk Demir
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 1, pp. 47-53
ABSTRACT
Aim: The eighth tumour, node and metastasis (TNM) staging system for lung cancer was published in January 2017. To compare the newly released 8thversion of TNM staging system with 7th version of TNM staging system in stage III non-small cell lung cancer patients (NSCLC) treated with curative chemo-radiotherapy (CRT) and to evaluate the survival differences between the groups were the aims of this study.
Material and Methods: Between January 2010 and January 2017, stage III NSCLC patients who were treated with curative CRT were identified retrospectively. Changes in T-stage and TNM-stage were according to 8thstaging system were recorded. Survival analysis were performed by using T-stage, N-stage and TNM stage in each staging system, respectively.
Results: One hundred and twelve patients were included in this study. Of these 33 patients (30%) showed change in T-stage, whereas 47 patients (42%) had change in TNM stage. Advanced age, distant organ metastasis during follow-up, TNM stage and N-stage progression was found as independent prognostic factors affecting survival.
Conclusion: According to 8th TNM staging system, subdivision of T-stage by tumour size did not affect the survival parameters in locally advanced NSCLC patients. On the other hand, we found significant survival difference between stage IIIa and IIIc. In regards of survival, although there was a significant difference between patients with IIIa and IIIc, and almost significance between patients with IIIa and IIIb, there was no significance between stage IIIb and IIIc patients. Having N3 nodal disease was found to be an independent prognostic factor of survival.
Keywords: non-small cell lung cancer, prognostic factors, radiotherapy, staging
ÖZ
Amaç: Ocak 2017’ de akciğer kanserinin tümör, nod ve metastaz (TNM) evreleme sınıflamasının 8. versiyonu yayımlanmıştır. Bu araştırmada evre III küçük hücreli dışı akciğer kanseri (KHDAK) tanısıyla küratif kemoradyoterapi (KRT) uygulanan hastalarda 7. ve 8. evreleme sisteminin etkilerini karşılaştırmak ve gruplar arasındaki sağkalım farkını incelemek amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntemler: Ocak 2010 ve Ocak 2017 tarihleri arasında KHDAK tanısıyla başvuran hastalardan klinik evre III kabul edilerek küratif KRT uygulanan hasta verileri geriye dönük incelendi. 8. versiyona göre olan T-evre ve TNM evre değişimleri kaydedildi. Eski ve yeni T-evre, N-evre ve TNM evre kategorilerine göre sağkalım analizleri yapıldı.
Bulgular: Toplam 112 evre III KHDAK’li hastanın değerlendirildiği çalışmada 33 hastanın (%30) T-evresinde değişme saptanırken, 47 (%42) hastanın TNM evresinde değişiklik olmuştur. İleri yaş, takip sırasında uzak organ metastazı gelişmesi, TNM evresi ve N-evresi sağkalımı etkileyen bağımsız prognostik faktörler olarak bulunmuştur.
Sonuç: Sekizinci TNM evreleme sınıflamasına göre tümör boyutu alt gruplara bölünerek T-evresinin yeniden sınıflandırılması lokal ileri evre KHDAK’li hastalarda sağkalımı etkileyen bir parametre olarak bulunmamıştır. Evre IIIa ve IIIc hastalar arasında anlamlı, evre IIIa ve IIIb hastalar arasında anlamlılığa yakın bir sağkalım farkı bulunmasına rağmen evre IIIb ve IIIc hastalar arasında anlamlı sağkalım farkı bulunamamıştır. N3 hastalığa sahip olmak tek başına sağ kalımı öngörecek bağımsız prognostik bir faktör olarak saptanmıştır.
Keywords: küçük hücreli dışı akciğer kanseri, prognostik faktörler, radyoterapi, evreleme
Research Article
Serkan Kırık
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 1, pp. 54-57
ABSTRACT
Aim: Breath-holding spells are non-epileptic condition that occurs frequently during childhood and cause anxiety for their families. In this study, we investigated the clinical and laboratory findings of patients who admitted to our pediatric neurology department.
Material and Methods: This is a retrospective study of the evaluated files of 48 patients who were diagnosed as breathholding spell. Gender of the patients, age at onset of seizures, types of seizures, triggering factors and frequencies were determined. Complete blood count, serum iron level, electroencephalography and electrocardiography results were evaluated. The parents were informed about the factors that provacated the seizure. Iron deficiency anemia has been diagnosed and iron replacement therapy has begun. All patients were re-evaluated after two months.
Results: The mean age of the patients in the study was 18.65 ± 13.15 years old. Twenty-six (%54,1) of the patients were male and 22 (%45,8) were female. In %84 of the patients, the duration of seizure was shorter than 2 minutes. Iron deficiency anemia was detected in %75 of the patients and most of the patients number and duration of spells decreased after the iron replacement therapy.
Conclusion: Iron deficiency anemia is frequently observed in patients with breath holding spells. Iron replacement treatment reduces seizure frequency is important.
Keywords: iron deficiency anemia, breath holding spell, paroxismal
ÖZ
Amaç: Katılma nöbeti çocukluk çağında sık karşılaşılan ve ailelerin tedirgin olduğu önemli bir non-epileptik bir durumdur. Bu çalışmada çocuk nöroloji klinğimize başvuran hastaların klinik ve laboratuvar bulgularını araştırdık.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışma, katılma nöbeti tanısı alan 48 hastanın dosyalarının incelendiği retrospektif bir çalışmadır. Hastaların cinsiyetleri, nöbet başlangıç yaşları, nöbet tipleri, tetikleyen faktörler ve sıklıkları belirlendi. Tam kan sayımı, serum demir düzeyi, elektroensefalografi ve elektrokardiyografi sonuçları değerlendirildi. Ailelere nöbeti tetikleyen faktörler konusunda bilgi verildi. Demir eksikliği anemisi belirlenen hastalara demir replasmanı tedavisi başlandı. Tüm hastalar iki ay sonra tekrar değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 48 hastanın yaş ortalamaları 18,65±13,15 aydı. Hastaların 26’ sı (%54,1) erkek, 22’ si (%45,8) kız bireylerden oluşmaktaydı. Hastaların %84 ‘ünde nöbet süresi 2 dakikadan kısa süreliydi. Hastaların %75’ inde demir eksikliği anemisi saptandı ve hastaların büyük kısmında demir replasmanı tedavisi sonrası şikayetlerde gerileme görüldü.
Sonuç: Katılma nöbetinin sık olarak görülmesi ve bu hastalarda demir eksikliği anemisinin karşımıza sıkça çıkması önemlidir. Demir replasmanı sonrası şikayetlerin gerilemesi yüz güldürücüdür.
Keywords: demir eksikliği anemisi, katılma nöbeti, paroksismal
Research Article
Mehmet Hamdi Şahan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 1, pp. 58-62
ABSTRACT
Aim: The aim was to investigate the relationship between the location of the humeral head tubercle cysts and the rotator cuff, biceps long head tendon pathologies.
Material and Methods: Magnetic resonance imaging of shoulder in our clinic between February 2014 and March 2018 was retrospectively reviewed. Three hundred patients with the cyst in the humeral head tubercle cysts were included in the study. The greater tubercle was divided into anterior and posterior lines with a parallel line drawn on the humerus shaft in sagittal images. The anterior greater tubercle, the posterior greater tubercle and the lesser tubercle were divided into three groups of cysts. Also according to the size of the cyst, it was divided into 5 mm small and 5 mm large. Pathologies in the rotator cuff tendons were examined as full thickness and partial tears. Pathologies in the long head of the biceps tendon were examined as full-thickness/partial tear and tendonitis-tendinosis.
Results: A total of 123 patients were 57 male (mean age 50.49±11.8) and 66 female (mean age 56.2 ± 11.9). The anterior greater tubercle cysts were found in 50 patients and 41 (82%) of these patients had tears in the supraspinatus tendon. Supraspinatus tendon tear were observed all patients with the anterior greater tubercle cyst larger than 5 mm in cyst size. There were 64 (52%) cysts in the posterior greater tubercle and no significant association with infraspinatus tendon was detected. In lesser tubercle, 22 (18%) patients had cysts, and 10 (45%) of them had tears in subscapularis tendon, 19 (86%) patients observed the long head of the biceps tendon pathology. Thirteen (10.5%) patients had cysts in different tubercles.
Conclusion: In the study, the posterior greater tubercle cysts are the most common cysts, and no significant a relationship was found with age and tendon pathology. The anterior greater tubercle cysts were observed widely torn in the supraspinatus tendon. The lesser tubercle cysts are seen less frequently and are associated with subscapularis tendon and the long head of the biceps tendon pathologies.
Keywords: humerus head, cyst, rotator cuff, biceps tendon, magnetic resonance imaging
ÖZ
Amaç: Humerus başı tüberkül kistlerin lokalizasyonu ile rotator manşet ve biseps uzun başı tendonu patolojileri arasındaki ilişkinin araştırılması amaçlandı.
Gereç ve Yöntemler: Şubat 2014-Mart 2018 tarihleri arasında kliniğimizde çekilen omuz manyetik rezonans görüntüleri retrospektif olarak incelendi. Humerus başı tuberkül kisti olan 123 hasta çalışmaya dahil edildi. Büyük tüberkül, sagital görüntülerde humerus şaftına çizilen paralel çizgi ile ön ve arka olarak ayrıldı. Ön büyük tüberkül, arka büyük tüberkül ve küçük tüberkül olarak kistler üç gruba ayrıldı. Ayrıca kist boyutlarına göre 5 mm küçük ve 5 mm büyük olmak üzere ayrıldı. Rotator manşet tendonlarındaki patolojiler tam kat ve parsiyel yırtık olarak incelendi. Biseps uzun başı tendonundaki patolojiler tam kat/parsiyel yırtık ve tendinit-tendinozis olarak incelendi.
Bulgular: Toplam 123 hastanın 57’si erkek (yaş ortalaması 50,49±11,8), 66’sı kadındı (yaş ortalaması 56,2±11,9). Ön büyük tüberkülde 50 (%40) hastada kist tespit edildi ve bu hastaların 41 (%82)’inde supraspinatus tendonunda yırtık mevcuttu. Ön büyük tüberküldeki kist boyutu 5 mm’den büyük olanların hepsinde supraspinatus tendonunda yırtık izlendi. Arka büyük tüberkülde 64 (%52) hastada kist mevcut olup infraspinatus tendonu ile anlamlı bir birliktelik saptanmadı. Küçük tüberkülde 22 (%18) hastada kist mevcuttu, bunlardan 10 (%45) hastada subskapularis tendonunda yırtık, 19 (%86) hastada biseps uzun başı tendonu patolojisi izlendi. 13 (%10,5) hastada farklı tuberküllerde kistler mevcuttu.
Sonuç: Çalışmamızda, arka büyük tüberkül kistleri en sık görülen kistler olup yaş ve tendon patolojisi ile anlamlı bir ilişki bulunmadı. Ön büyük tüberkül kistleri olanlarda supraspinatus tendonunda yaygın olarak yırtık izlendi. Küçük tüberkül kistleri daha az sıklıkta görülmekte olup subskapularis tendon ve biseps uzun başı tendonu patolojileri ile birliktelik göstermektedir.
Keywords: humerus başı, kist, rotator manşet, biseps tendon, manyetik rezonans görüntüleme
Research Article
Okan Dikker, Sembol Yildirmak, Mustafa Sahin, Murat Usta, Muberra Vardar, Eren Vurgun, Yuksel Cicek, Mustafa Durmuscan, Zeynep Altun, Fehmi Baran
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 1, pp. 63-72
ABSTRACT
Aim: This study aims to evaluate the alteration of hepcidin synthesis in response to inflammation and to reveal the relationship between hepcidin and acute phase reactants in Behcet’s disease (BD) which is also an inflammatory disease.
Material and Methods: That was included 52 BD patients (15 with active, 37 with inactive disease), 13 isolated iron deficiency anemia patients and 13 healthy controls; totally 78 individuals to the study. Patients with chronic disease anemia had 3 active and 1 inactive Behcet's disease. Levels of bioactive hepcidin-25 were measured by ELISA method.
Result: Low hepcidin levels were found significantly in inactive BD and the main BD groups comparing to healthy controls (p=0.015, p=0.014, respectively); in BD with anemia of chronic disease group comparing to healthy controls and isolated iron deficiency anemia group (p=0.007, p=0.003, respectively). Besides it was not found any significant difference between hepcidin levels of active BD group and healthy controls (p>0.05).
Conclusion: Contrary to its increment pattern in inflammation, increased hepcidin levels in Behcet’s patients were not detected. Alternation of serum Interleukin-6 (IL-6) levels with anti-inflammatory treatments affecting hepcidin levels necessitate hepcidin measurement only in Behcet’s patients who have been recently diagnosed and/or haven't received a treatment before and evaluation of the measurement together with IL-6 levels.
Keywords: Behcet’s disease, anemia of chronic disease, hepcidin
ÖZ
Amaç: Bu çalışmada, inflamasyona yanıt olarak hepsidin sentezindeki değişimin değerlendirilmesi ve inflamatuar bir hastalık olan Behçet hastalığında (BH) hepsidin ve akut faz reaktanları arasındaki ilişkiyi ortaya koymak amaçlandı.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya 52 BH (15 aktif, 37 inaktif hasta) 13 izole demir eksikliği anemisi hastası, 13 sağlıklı kontrol, toplamda 78 katılımcı dâhil edildi. Kronik hastalık anemili hastaların 3'ü aktif, 1'i inaktif behçet hastasıydı. ELISA yöntemiyle biyoaktif hepsidin-25 düzeylerini ölçüldü.
Bulgular: İnaktif BH ve ana BH gruplarında sağlıklı kontrollere göre anlamlı derecede düşük hepsidin düzeyleri saptandı (sırasıyla p=0.015, p=0.014); hepsidin düzeylerini, kronik hastalık anemisi olan BH grubu ile sağlıklı kontroller ve izole demir eksikliği anemisi grubu karşılaştırıldığında ve istatistiksel olarak anlamlı sonuç elde edildi. (sırasıyla p=0.007, p=0.003). Ayrıca aktif BD grubunun hepcidin düzeyleri ile sağlıklı kontroller arasında anlamlı bir fark bulunamadı (p> 0.05).
Sonuç: İnflamasyondaki artış paterninin aksine, Behçet hastalarında artmış hepsidin seviyelerini tespit edilmedi. Hepsidin seviyelerini etkileyen antiinflamatuar tedavilerin serum İnterlökin-6 (IL-6) düzeylerini değiştirdiğinden, daha önce teşhis edilmiş ve/veya daha önce tedavi almayan Behçet hastalarının IL-6 düzeyleri ile birlikte hepsidin düzeylerinin ölçümü ve değerlendirilmesi gerekmektedir.
Keywords: Behçet hastalığı, kronik hastalık anemisi, hepsidin
Research Article
Celal Ayaz, Tuğba Sarı
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 1, pp. 73-77
ABSTRACT
Aim: Chronic delta hepatitis has been reported in 2,3-2,7% of studies in our country. Chronic delta hepatitis cases progress rapidly and show poor prognosis and the rate of developing cirrhosis are 70% in 5-10 years. The success of interferon (IFN) based treatment regimens for the treatment of delta hepatitis is about 30%. However, there is frequent relapse at the end of therapy, unless HBsAg seroconversion is developed.
Material and Methods: In this study, patients with chronic Delta hepatitis were evaluated retrospectively and the patients who were treated successfully were reviewed by reviewing the literature. Anti-HDV was positive in 243 (4.44%) of 5471 HBsAg positive patients who applied between 2012-2017. Peg-IFN alpha 2a was given if dominated by HDV and Peg-IFN alpha 2a and tenofovir disoproksil were given if dominant by HBV.
Results: The patients who were treated were evaluated and at the end of the treatment 10 of the patients had HBs Ag seroconversion and anti-HBs were positive.
Conclusion: Effective and timely treatment of chronic hepatic hepatitis cases will prevent the complications related to liver failure and prevent death.
Keywords: delta hepatitis, hepatitis B, treatment
ÖZ
Amaç: Kronik delta hepatiti ülkemizde yapılan çalışmalarda %2,3-2,7 oranında bildirilmektedir. Kronik Delta hepatitli olgular hızlı ilerleyerek ve kötü prognoz gösterir ve 5-10 yıl içinde %70 oranında siroz gelişir. Delta hepatiti tedavisinde interferon (IFN) temelli tedavi rejimlerinin başarısı %30 civarındadır. Ancak tedaviyi sonlandırdıktan sonra HBsAg serokonversiyonu gelişmediği sürece sık relaps görülmektedir. Bu çalışmada kronik Delta hepatitli olgular retrospektif olarak incelenmiş ve tedavi başarısı sağlanan hastalar tartışılmıştır.
Gereç ve Yöntemler: 2012-2017 tarihleri arasında başvuran 5471 HBsAg pozitif hastanın 243’ünde (%4,44) Anti-HDV pozitifliği saptandı. Hastalara HDV dominant virüs ise Peg-IFN alfa 2a, HBV enfeksiyonu dominant ise Peg-IFN alfa 2a ve tenofovir disoproksil kombinasyonu verildi.
Bulgular: Tedavi verilen hastalar değerlendirildiğinde, tedavi sonrası 10’unda (%4,11) HBs Ag serokonversiyonu geliştiği ve Anti-HBs’nin pozitifleştiği görüldü.
Sonuç: kronik Delta hepatit olgularında etkili ve zamanında tedavi sağlanması ile karaciğer yetmezliğine bağlı komplikasyonları önleyebilir.
Keywords: delta hepatit, hepatit B, tedavi
Review
Hamed Deveci, Dilek Aynur Uğar Çankal
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 1, pp. 78-84
ABSTRACT
Cancer is one of the social health problems in Turkey. Oral and pharyngeal cancer, grouped together, is the sixth most common cancer in the world. Most of the oral cancers occur in men aged 50 years and older; however, during last 3 decades, the number of patients worldwide is being diagnosed with head and neck squamous cell carcinoma at a younger age (<45 years old) to be encountered more frequently. Main treatment options for oral and oropharyngeal cancers are surgery, radiotherapy and chemotherapy. Head and neck radiation, chemotherapy, and blood and marrow transplantation can cause oral complications ranging from dry mouth to life-threatening infections. The aim of this review is to update our knowledge on oropharyngeal cancer, to evaluate the effects of cancer therapies on oral region and to emphasize the important role of dentists in diagnosis and treatment planning of cancer.
Keywords: oropharyngeal cancer, incidence, dentists
ÖZ
Kanser, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de en önemli toplumsal sağlık problemlerinden biridir. Ağız ve yutak kanserleri, dünyada en sık izlenen altıncı kanser türüdür. 50 yaş üzeri erkeklerde ağız kanseri görülme riski diğerlerine göre daha fazladır, ancak son 30 yılda dünya çapında baş ve boyun bölgesinde skuamöz hücreli karsinom teşhisi konan genç (45 yaş altında) hasta sayısında artış görülmektedir. Ağız ve yutak kanserlerinin tedavisinde ana seçenekler cerrahi, radyoterapi ve kemoterapidir. Tedavi amacıyla baş boyun bölgesine uygulanan radyoterapi, kemik iliği transplantasyonu ve kemoterapi; ağız kuruluğundan hayatı tehdit eden enfeksiyonlara kadar değişen oral komplikasyonlara yol açabilmektedir. Bu derlemenin amacı ağız ve yutak kanseri ile ilgili bilgilerimizi güncellemek, kanser tedavilerinin ağız bölgesindeki etkisini ve kanser hastalarının tedavisinde diş hekimlerinin rolünün önemini değerlendirmektir.
Keywords: orofarengeal kanser, insidans, diş hekimleri
Case Report
Duygu Çerçioğlu, Süleyman Karaköse, Ayşe Zeynep Bal, Esra Kaya Kılıç, Mehtap Alev, Salih Cesur, Çiğdem Ataman Hatipoğlu, Sami Kınıklı
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 1, pp. 85-87
ABSTRACT
Peritonitis is one of the most common and important complications in patients on continuous ambulatory peritoneal dialysis (CAPD), that is associated with significant morbidity and mortality. Gram negative bacteria are the causative agents in % 20-30 of peritoneal dialysis related peritonitis case. Moellerella winconsensis is a recently-identified member of the Enterobacteriaceae family. Although pathogenicity of M.wisconsensis remains unclear in humans, it is found associated with diarrhea and acute cholecystitis with or without secondary bacteremia only in a few cases. In this report, a case of peritoneal dialysis-related peritonitis caused by M. wisconsensis is presented.
Keywords: Moellerella wisconsensis, continuous ambulatory peritoneal dialysis, peritonitis
ÖZ
Peritonit, sürekli ayaktan periton diyalizi (SAPD) yapılan hastalarda yaygın ve önemli bir komplikasyon olup, anlamlı oranda morbidite ve mortalite ile ilişkilidir. Gram negatif bakteriler, periton diyalizi ile ilişkili peritonitlerin %20-30’undan sorumlu etkenlerdir. Moellerella wisconsensis (M.wisconsensis), yakın zamanda izole edilmiş bir Enterobacteriaceae ailesi üyesidir. Bakterinin insanlardaki patojenitesi tam olarak bilinmemesine rağmen; birkaç olguda, diyare ve bazılarında sekonder bakteriyeminin eşlik ettiği akut kolesistit olguları raporlanmıştır. Bu çalışmada, M.wisconsensis’e bağlı olarak gelişen periton diyalizi ile ilişkili peritonit gelişen bir olgu sunulmuştur.
Keywords: Moellerella wisconsensis, ayaktan sürekli periton diyalizi, peritonit
Case Report
Hatice Kaplanoğlu, Osman Beton, Baki Hekioğlu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 1, pp. 88-90
ABSTRACT
Persistent left superior vena cava is a rare but important vascular abnormality. It occurs when the left superior cardinal vein does not regress and reaches innominate vein. It often present as an isolated condition. However, it might be associated to cardiovascular anomalies such as atrial septal defect, bicuspid aortic valve, aortic coarctation, coronary sinus anomalies or cor triatrium. A patient presenting with shortness of breath and atypical chest pain had been diagnosed with left persistent superior vena cava (LPSVC) on echocardiography. Agitated salin contrast echocardiography was performed and the LPSVC confirmed. Coronary CT angiography was performed in order to check for additional anomalies. It was seen that the LPSVC opens to the left atrium and the coronary sinus was patent. We aimed to present this case in the light of literature and radiological images.
Keywords: persistent superior vena cava, echocardiography, computed tomography
ÖZ
Persistan sol süperiyor vena kava nadir fakat önemli bir vasküler anomalidir. Sol süperiyor kardinal venin regrese olmayıp innominate vene uzanması ile oluşur. Sıklıkla izole olarak görülür. Fakat atriyal septal defekt, bikuspit aortik kapak, aort koarktasyonu, koroner sinüs anomalileri veya kortriatrium gibi diğer kardiyovasküler anomalilerle ilişkili olabilir. Nefes darlığı ve atipik göğüs ağrısı şikayeti ile bize başvuran, ekokardiyografide sol persistan superior vena kava (PSSVK) olduğu saptanan olguya, ajite salin kontrast ekokardiyografi yapıldı ve PSSVK anomalisi dogrulandı. İlave anomali yönünden ileri tetkik amaçlı koroner bilgisayarlı tomografi (BT) anjiyografi incelemesi yapıldı. PSSVK’ nın sol atriuma açıldığı ve koroner sinüsün patent olduğu izlendi. Olguyu literatür ve radyolojik görüntüler ışığında sunmayı amaçladık.
Keywords: persistan süperior vena kava, ekokardiyografi, bilgisayarlı tomografi
Case Report
Sami Çifçi, Hüseyin Ataseven
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 1, pp. 91-93
ABSTRACT
Pancreatic duct stent placement is a procedure which is performed in chronic pancreatitis in order to palliation of pain. In patients with dilate pancreatic ducts and stones, migrations or fractures of the stents may rarely ocur. In such cases endoscopic methods can be used as first plan treatment. However, in case of failure serious problems can be confront. Here, we presented a case in which stent was inserted into pancreatic canal. The stent was broken in the lumen and then removed with a balloon catheter.
Keywords: abdominal pain, pancreatitis, stent
ÖZ
Kronik pankreatitde ağrı palyasyonu amacı ile pankreatik kanala stent yerleştirilmesi uygulanan bir yöntemdir. Özellikle dilate pankreatik kanalı ve taşı bulunan hastalarda yeterli drenajı sağlamak amacı ile takılmak istenen stentlerde migrasyon veya kırılma nadirde olsa rastlanılabilen durumlardır. Bu gibi durumlarda endoskopik tedavi yöntemleri ilk planda kullanılmakla beraber başarısızlık durumlarında ciddi sorunlar ile karşılaşılabilinmektedir. Biz burada ağrı palyasyonu amacı ile pankreatik kanala taktığımız ve lümen içerisinde kırılmış olan stentin balon kateter ile çıkartıldığı bir vakayı sunduk.
Keywords: karın ağrısı, pankreatit, stent