Research Article
Mehmet Suat Yalçın, Serhat Sayın, Burak Bursalı
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 219-223
ABSTRACT
Aim: In our study we scanned the polyps detected during the colonoscopic procedures performed in our endoscopy unit. We aimed to compare the polypectomy results with the literature.
Material and Method: In Aksaray University Training and Research Hospital Gastroenterology Endoscopy Unit 1806 colonoscopies performed between January 2016 and June 2018 were retrospectively reviewed. Patients’ gender, age and indications for colonoscopy were recorded. In addition, localization, size, number and histopathological features of polyps were recorded.
Results: A total of 341 polyps were detected in 224 (12.4%) of 1806 patients who underwent colonoscopy in our study. 95 of the patients were female (42.4%) and the mean age was 59.2 ± 11.9, while 195 were male (57.6%) and the mean age of the male was 57.4 ± 13.0. The most frequent indication for colonoscopy was constipation (35.7%). 74.3% of polyps were in the left colon. 77.4% of polyps were adenomatosis. Of 224 patients, 60 (26.7%) were in the high-risk group. Our rate of detection of adenocarcinoma was 4.9%.
Conclusion: In our study, we found that findings related to polyps detected as a result of endoscopic unit operations were generally consistent with the literature. Unlike previous studies, there was no statistically significant difference between the ages of high and low risk patients.
Keywords: colonoscopy, colorectal polyps, adenomatosis
ÖZ
Amaç: Çalışmamızda Endoskopi Ünitesinde yapılan kolonoskopik işlemler sırasında tespit edilen polipleri geriye doğru taradık. Polipektomi sonuçlarımızı literatür ile karşılaştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Aksaray Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Gastroenteroloji Endoskopi Ünitesi’nde Ocak 2016 ile Haziran 2018 tarihleri arasında yapılan 1806 kolonoskopi işlemi retrospektif olarak incelendi. Polip saptanan hastaların cinsiyet, yaş, kolonoskopi endikasyonu ve poliplerin lokalizasyon, boyut, sayı ve histopatolojik özellikleri kayıt edildi.
Bulgular: Çalışmamızda kolonoskopi yapılmış 1806 hastanın 224 (%12,4) tanesinde toplam 341 adet polip saptandı. Hastaların 95’i kadın (%42,4) ve yaş ortalamaları 59,2±11,9 iken 195’i erkek (%57,6), erkeklerin yaş ortalaması 57,4±13,0 idi. Kolonoskopi için en sık endikasyon kabızlıktı (%35,7). Poliplerin %74,3’ü sol kolonda bulunuyordu. Poliplerin %77,4’ü adenomdu. 224 polip saptanan hastamızın 60 tanesi (%26,7) yüksek risk grubunda bulunuyordu. Adenokarsinom saptanma oranımız %4,9 idi.
Sonuç: Çalışmamızda endoskopi ünitemizde yapılan işlemler sonucunda tespit edilen polipler ile ilgili bulguların genel olarak literatür ile uyumlu olduğunu saptadık. Daha önceki çalışmalardan farklı olarak yüksek ve düşük riskli hastaların yaşları arasında istatistiksel anlamlı farklılık saptanmadı.
Keywords: kolonoskopi, kolorektal polipler, adenom
Research Article
Mehmet Hüseyin Akgül, Veysel Burulday, Mustafa Öğden, Ulaş Yüksel
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 224-230
ABSTRACT
Background: The aim of this study was to investigate the anthropometry of the posterior superior iliac spine (PSIS) types in the Turkish population and to determine the safe limits of the length and angle of the sacrum by the posterior lumber approach in lumbosacral instrumentation surgery.
Material and Method: Sacral regions (left and right pedicle lengths and pedicle angles) and PSIS types of healthy subjects were evaluated using 3D images.
Results: A total of 111 patients (58 males and 53 females) were included in the study. The mean age was 46.9 ± 14.8 in males and 44.3 ± 16.4 in females. In men, the right pedicle length was 52.83 mm, the left pedicle length was 53.81 mm, the right pedicle angle was 35.84, the left pedicle angle was 35.13, and the caudal angle was 39.24 degrees. In females, right pedicle length was 48.88 mm, left pedicle length was 49.28 mm, right and left pedicle angle was 35.83, and caudal angle was 39.24 degrees. PSIS type 1 was found to be 58.6%, type 2 32.4% and type 3 9%.
Conclusion: Optimal screw lengths, angles and proper screw orientations can be easily and safely operated in posterior stabilization. In this study, morphometric and anthropometric information related to sacral screw orientation were also determined. These data may help to prevent surgical complications by contributing to the surgeon about preoperative anatomical structure in lumbosacral surgery stabilization procedures.
Keywords: bone, screw, sacroiliac joint, sacrum
ÖZ
Amaç: Bu çalışmanın amacı posterior superior iliak omurga (PSIO) tiplerinin antropometrisini Türk toplumunda araştırmak ve lumbosakral enstrümantasyon cerrahisinde posterior lumber yaklaşım ile sakrumun uzunluğunun ve açısının güvenli sınırlarını saptamaktır.
Gereç ve Yöntem: Sağlıklı bireylerde sakrum’un sol-sağ pedikül uzunlukları, pedikül açıları ve PSIS tipleri 3 boyutlu görüntüler kullanılarak değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya 58’i erkek, 53’ü bayan toplam 111 kişi alındı. Ortalama yaş erkeklerde 46,9 ± 14,8, kadınlarda 44,3 ± 16,4 idi. Erkeklerde sağ pedikül uzunluğu 52,83 mm, sol pedikül uzunluğu 53,81 mm, sağ pedikül açısı 35,84, sol pedikül açısı 35,13, kaudal açı 39,24 derece olarak saptandı. Kadınlarda ise sağ pedikül uzunluğu 48,88 mm, sol pedikül uzunluğu 49,28 mm, sağ ve sol pedikül açısı 35.83, kaudal açı 39,24 derece idi. PSIO tip 1 % 58,6, tip 2 %32,4, tip 3 %9 oranında saptandı.
Sonuç: Posterior stabilizasyonda sakral vidalamada optimal vida uzunlukları, açıları ve uygun vida oryantasyonlarının preop yapılması ile operasyon kolay ve güvenli olabilir. Bu çalışma ile aynı zamanda sakral vida oryantasyonu ile ilgili morfometrik ve antropometrik bilgiler de saptanmıştır. Bu veriler lumbosakral cerrahi stabilizasyon işlemlerinde preop anatomik yapı hakkında cerraha katkı sağlayarak cerrahi komplikasyonları önlemede yardımcı olabilecektir.
Keywords: kemik, vida, sakroiliak eklem, sakrum
Research Article
Serkan Kayabaşı, Fatih Gül
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 231-234
ABSTRACT
Objective: This study aims to investigate the correlations between Pfapa (Pf) syndrome or following with Pfapa syndrome diagnosed with neutrophil to lymphocyt ratio (NLR) and platelet to lymphocyte ratio (PLR).
Material and Method: The study included 30 patients (16 males, 14 females; mean age 3.33 years; range 1 to 21 years) diagnosed as Pfapa (Pf group) and 30 healthy individuals (15 males, 15 females; mean age 4.01 years; range 1 to 23 years) (control group). Neutrophil to lymphocyte and PLR ratio values of Pf and control groups were calculated and statistically compared.
Results: Mean NLR value was 2.21 in the Pf group and 1.75 in the control group with a statistically significant difference (p=0.001). Mean PLR value was 120.76 in the Pf group and 109.82 in the control group with a statistically insignificant difference (p=0.073).
Conclusion: Neutrophil to lymphocyte ratio value may be used as a novel marker that is easily administered in patients with Pfapa Syndrome and obtained with low-cost tests. New studies with larger patient series are needed for the value of PLR.
Keywords: Pfapa syndrome, neutrophil to lymphocyte ratio, platelet to lymphocyte ratio
ÖZ
Amaç: Bu çalışmada Pfapa sendromu tanısı konulan ya da Pfapa sendromu ön tanısıyla takip edilen hastalarda nötrofil lenfosit oranı (NLO) ve trombosit lenfosit oranı (TLO) değerleri arasındaki ilişki araştırıldı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Pfapa sendromu tanısı konulmuş ya da Pfapa sendromu ön tanısıyla takip edilen 30 hasta (Pf grup) (16 erkek, 14 kadın; ort. yaş 3,33; dağılım 1-21 yıl) ile 30 sağlıklı birey (15 erkek, 15 kadın; ort. yaş 4,01 yıl; dağılım 1-23 yıl) (kontrol grubu) dahil edildi. Pfapa ve kontrol grubunun NLO ve TLO değerleri hesaplandı ve istatistiksel olarak karşılaştırıldı.
Bulgular: Ortalama NLO değeri Pf grubunda 2,21, kontrol grubunda ise 1,75 idi ve bu farklılık istatistiksel olarak anlamlıydı (p=0,001). Ortalama TLO değeri Pf grubunda 120,76, kontrol grubunda ise 109,82 idi fakat bu farklılık istatistiksel olarak anlamlı değildi (p=0,073).
Sonuç: Pfapa sendromu tanısı konulan hastalarda kolay uygulanabilen ve düşük maliyetli testler ile elde edilen NLO değeri yeni bir belirteç olarak kullanılabilir. Trombosit lenfosit oranı değeri için ise daha geniş hasta serili yeni çalışmalara ihtiyaç vardır.
Keywords: PFAPA sendromu, nötrofil lenfosit oranı, trombosit lenfosit oranı
Research Article
Esma Altınel Açoğlu, Emine Polat
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 235-238
ABSTRACT
Aim: Pulmonary hypertension is a major cause of morbidity and mortality among Down syndrome patients with congenital heart disease. Asymmethric dimethyl arginine (ADMA) is an endogenous inhibitor of nitric oxide synthesis. Increased plasma levels of ADMA may be related with pulmonary hypertension. The aim of this study was to evaluate the relationship between ADMA and pulmonary hypertension in Down syndrome patients with congenital heart disease.
Material and Method: The study group consisted of 21 children with Down syndrome with congenital heart disease. Plasma ADMA concentrations were analyzed according to the presence or absence of pulmonary hypertension.
Results: The mean age of the 21 patients was 29.7±23.5 months (range: 3-88 months). Six patients with congenital heart disease had accompanied with pulmonary hypertension. Fifteen patients had no pulmonary hypertension. The levels of ADMA showed no statistically significant difference between the groups (p >0.05).
Conclusion: No correlation was shown between ADMA levels and pulmonary hypertension in children with Down syndrome with congenital heart disease. However, multicenter prospective studies with enlarged sample sized are needed to provide more realistic results about the connection between ADMA and pulmonary hypertension in Down syndrome children.
Keywords: asymmethric dimethyl arginine, ADMA, Down syndrome, pulmonary hypertension
ÖZ
Amaç: Konjenital kalp hastalığı bulunan Down sendromlu hastalarda pulmoner hipertansiyon önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Asimetrik dimetil arjinin (ADMA) nitrik oksit sentezinin endojen inhibitörüdür. Artmış plazma ADMA seviyeleri pulmoner hipertansiyonla ilişkili olabilir. Bu çalışmanın amacı konjenital kalp hastalığı bulunan Down sendromlu hastalarda pulmoner hipertansiyon ve ADMA arasındaki ilişkinin değerlendirilmesidir.
Gereç ve Yöntem: Çalışma grubunu konjenital kalp hastalığı bulunan 21 Down sendromlu çocuk oluşturmaktadır. Plazma ADMA konsantrasyonları pulmoner hipertansiyon olup olmamasına göre analiz edildi.
Bulgular: 21 hastanın ortalama yaşı 29,7±23,5 ay (3-88 ay) idi. Konjenital kalp hastalıklı altı hastaya pulmoner hipertansiyon eşlik etmekte idi. On beş hastada pulmoner hipertansiyon yoktu. ADMA seviyeleri açısından gruplar arasında istatistiksel olarak fark saptanmadı (p >0,05).
Sonuçlar: Konjenital kalp hastalığı bulunan Down sendromlu çocuklarda pulmoner hipertansiyon ile ADMA seviyeleri arasında ilişki görülmedi. Bununla birlikte, Down sendromlu çocuklarda ADMA ve pulmoner hipertansiyon arasındaki ilişkinin saptanmasında daha gerçekçi sonuçlar elde etmek için geniş örneklem içeren prospektif, çok merkezli çalışmalara ihtiyaç vardır.
Keywords: asimetrik dimetil arjinin, ADMA, down sendromu, pulmoner hipertansiyon
Research Article
Osman Kukula
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 239-243
ABSTRACT
Aim: Antibiotics are substances that kill microorganisms without harming humans or prevent the growth of microorganisms. In which patients these side effects may be more visible or the factors that may produce side effects should be determined in advance. The pharmacological properties of the antibiotic to be given to a patient for successful antibiotic treatment should be well known.
Material and Methods: The study was a descriptive study conducted in Samsun Ondokuzmayıs University site on March-April 2018. The study was conducted with the aim of assessing the use of antibiotics by medical school students. The prepared questionnaire was applied at 640 medical school students who agreed to participate in the study with face-to-face interview technique. There were questions about the use of antibiotics in the questionnaire. Descriptive statistics were used in the evaluation of data.
Results: The study group stated that 80.3% (n = 514) used antibiotics with a physician’s prescription and 26.2% (n = 168) used antibiotics for the period recommended by the physician. They stated that 14.5% (n = 93) of the participants used cigarettes and 17.5% (n = 112) had a chronic disease. 40.9% (n = 262) reported using antibiotics in the last 1 month. 51.5% (n = 330) of participants stated that they used other drugs together with antibiotics.
Conclusion: As in the whole world, the use of wrong and unnecessary drugs in our country is a serious problem affecting public health. Immunity to antibiotics occurs when the medication no longer works against bacteria. In such conditions, treatment is difficult, the healing period is long, and you may need to apply for longer and more expensive treatments. Raising awareness of the need to increase training programs for the use of antibiotics can be said to be important and necessary.
Keywords: antibiotic use, information, student
ÖZ
Amaç: Antibiyotikler, mikroorganizmaları insanlara zarar vermeden öldüren veya mikroorganizmaların çoğalmasını önleyen maddelerdir. Hangi hastalarda bu yan tesirlerin daha fazla görülebileceği veya yan tesirleri ortaya çıkarabilecek faktörlerin neler olabileceği önceden saptanmalıdır. Başarılı bir antibiyotik tedavisi için hastaya verilecek antibiyotiğin farmakolojik özelliklerinin çok iyi bilinmesi gerekmektedir.
Gereç ve Yöntemler: Çalışma Mart-Nisan 2018 tarihinde Samsun Ondokuzmayıs Üniversitesinde yapılan tanımlayıcı tipte bir araştırmadır. Çalışma, tıp fakültesi öğrencilerinin antibiyotik kullanma durumlarının değerlendirilmesi amacı ile yapıldı. Hazırlanan anket yüz-yüze görüşme tekniği ile çalışmaya katılmayı kabul eden 640 Tıp Fakültesi öğrencisinde uygulandı. Ankette kişilerin antibiyotik kullanma durumlarının değerlendirilmesine yönelik sorular yer aldı. Verilerin değerlendirilmesinde tanımlayıcı istatistikler kullanıldı.
Bulgular: Çalışma grubunun %80,3’si (n=514) hekim reçetesi ile antibiyotik kullandıklarını, %26,2 si (n=168) hekimin önerdiği süre antibiyotiği kullandıklarını ifade etmişlerdir. Katılımcıların %14,5’i (n=93) sigara kullandığını ve %17,5’i (n=112) kronik bir hastalığı bulunduğunu belirtmişlerdir. %40,9 u (n=262) ise son 1 ay içinde antibiyotik kullandıklarını bildirmişlerdir. Katılımcıların %51,5’i (n=330) antibiyotiklerle beraber başka ilaç kullandıklarını ifade etmişlerdir.
Sonuçlar: Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de yanlış ve gereksiz ilaç kullanımı halk sağlığını etkileyen ciddi bir sorundur. Antibiyotiğe karşı oluşan bağışıklık, ilaç artık bakterilere karşı işe yaramamaya başladığında ortaya çıkar. Bu gibi rahatsızlıklarda tedavi zorlaşır, iyileşme süresi uzar ve daha uzun ve pahalı tedavilere başvurmanız gerekebilir. Antibiyotik kullanımına yönelik eğitim programlarının artırılması farkındalığın oluşturulmasının önemli ve gerekli olduğu söylenebilir.
Keywords: antibiyotik kullanımı, bilgi, öğrenci
Research Article
Tarık Eren Yılmaz, Şükran Ceyhan, Tuğba Yılmaz, İsmail Kasım
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 244-251
ABSTRACT
Aim: In our study caregivers of geriatric home health care patients who registered in The Home Health Services Unit of Ankara Numune Training and Research Hospital, University of Health Sciences with chronic disease states investigated for managing their chronic diseases and caregiver profile.
Material and Method: This is a cross-sectional, descriptive, observational study. Caregivers of geriatric patients (65 yrs. and older) who registered in the Home Health Services Unit of Health Sciences University Ankara Numune Training and Research Hospital and volunteered to participate were included. Our sample is the whole of our study universe. Suitable information about patients and caregivers obtained from patient files. In addition, a structured questionnaire, which search the status of caregivers, was prepared by the researchers in the academic councils of Department of Family Medicine. Information about caregivers was obtained from interviews in routine home health services using this questionnaire.
Results: 350 caregivers determined and 213 of them agreed to participate in the study. The mean age of these patients was 58.2 ± 12.4 years (min 24, max 95 yrs.). 81% of the caregivers were family relatives, 13% were paid careers with foreign nationality and 6% were paid caregiver from Turkish nationality. 41% of them were university graduates, 23% were high school graduates, 31% were primary school graduates and 5% were not literate. Almost all caregivers were women. 51% of caregivers had at least one chronic disease (n = 109). The maximum number of chronic diseases was 5. Sixty-six had hypertension, 28 had diabetes mellitus, 21 had thyroid disease, 12 had coronary artery disease and 8 had cancer. 95% of patients with chronic disease were taking regular treatment; 77% said that they had regular medical checks, 36% of those who did not have medical checks regularly. Sixty percent of them said that they could not attend their controls because of caregiving. The average number of chronic diseases in patients who received care was 3.1 ± 1.3. When we looked at dependency of patients; 39% were fully dependent, 49% were half dependent and 12% were independent. All of the caregivers who were unable to take regular treatment cared fully dependent patients. 92% of caregivers who couldn’t attain controls had fully or partially dependent patients.
Conclusion: In our study, most of the caregivers are family member and half of them had at least one chronic disease. Over time, the caregivers who started this service could disrupt the control of their own diseases as the burden of care was worsened. However, even if they did not control their own medication, they did not interfere with the medication of the person they care for. When planning home health services, these individuals should not be forgotten and their health status should be considered.
Keywords: caregivers, home care services, family medicine, geriatrics
ÖZ
Amaç: Çalışmamızda Sağlık Bilimleri Üniversitesi Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi Evde Sağlık Hizmetleri Birimi’ne kayıtlı geriatrik hasta grubuna bakım veren (BV) kişilerin kronik hastalık durumlarının, eğer bir hastalığı varsa kendi kronik hastalıklarını yönetebilme durumlarının ve BV profilinin ortaya konulması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Araştırmamız kesitsel, tanımlayıcı, gözlemsel tipte bir araştırmadır. Çalışmamıza Evde Sağlık Hizmetleri Birimi’ne kayıtlı 65 yaş ve üstü halen aktif hizmet alan tüm hastaların, çalışmaya katılmaya gönüllü olan bakım verenleri dahil edilmiştir. Örneklemimiz çalışma evrenimizin tamamıdır. Evde Sağlık Hizmetleri Birimi’ne kayıtlı bakım verilen geriatrik hasta grubunun sosyodemografik, kronik hastalık ve klinik durumları ile ilgili bilgileri Aile Hekimliği Kliniği tarafından oluşturulmuş olan hasta dosyası arşivinden alınmıştır. Ayrıca BV’lerin durumunu sorgulayan çalışmaya özgü yapılandırılmış bir anket formu araştırmacılar tarafından Aile Hekimliği Kliniğinde yapılan akademik konseylerde tartışılarak hazırlanmıştır. BV kişiler hakkındaki bilgiler bu anket formu kullanılarak rutin evde sağlık hizmetleri kapsamındaki görüşmelerden elde edilmiştir.
Bulgular: Evde sağlık hizmetleri birimine kayıtlı 65 yaş ve üstü hasta sayısı 350 olarak belirlenmiş olup çalışmaya katılmayı kabul eden 213 BV çalışmaya dahil edildi. Bunların yaş ortalaması 58,2±12,4’tür. En küçük BV’nin yaşı 24 iken en büyük 95’ti. BV’lerin %81’i aileden bir akraba, %13’ü yabancı uyruklu ücretli bakıcı ve %6’sı da T.C. vatandaşı olan ücretli bakıcıydı. Eğitim durumları ise %41’i üniversite, %23’ü lise, %31’i ilkokul mezunuydu ve %5’inin okuma yazması yoktu. BV’lerin tamamına yakını kadındı.
BV’nin %51’inde en az bir kronik hastalık vardı (n=109). En fazla kronik hastalık sayısı 5’ti. Bunların 66’sında hipertansiyon, 28’inde diabetes mellitus, 21’inde guatr, 12’sinde koroner arter hastalığı, 8’inde kanser vardı. Kronik hastalığı olanların %95’i tedavisini düzenli alıyordu. BV’lerin kronik hastalığı olanların %77’si tıbbi kontrollerine düzenli gittiğini belirtti. Düzenli gitmeyenlerin %36’sı kendi ihmali olduğunu, %60’ı ise hasta bakımı ile ilgilendiği için kontrollerine düzenli gidemediğini belirtti. Baktıkları hastaların sahip olduğu kronik hastalık sayısı ortalaması ise 3,1±1,3’tü. Bakım verilen hastaların %39’u tam bağımlı, %49’u yarı bağımlı, %12’sinin ise bağımsız olduğu saptandı. Tedavisini düzenli alamayan BV’lerin hepsinin baktığı hastası tam bağımlıydı. Kontrollerine düzenli gitmeyenlerin %92’sinin hastasının yatağa tam veya yarı bağımlı olduğu görüldü.
Sonuç: Çalışmamızda BV’lerin çoğu aileden biriydi ve BV’lerin yarısında en az bir kronik hastalık mevcuttu. Bu hizmete başlayan BV’lerin zamanla bakım hizmeti yükü ağırlaştıkça kendi kontrollerini aksatabilmekteydi. Ancak kendi kontrol ve ilaçlarını aksatsalar bile bakım verdikleri kişinin ilaçlarını aksatmamaktaydılar. Evde sağlık hizmetleri planlanırken bu kişiler de unutulmamalı ve sağlık durumları önemsenmelidir.
Keywords: bakım veren, evde sağlık hizmetleri, aile hekimliği, geriatri
Research Article
Ahmet Akyol, Burhan Fatih Koçyiğit, Osman Konukoğlu, Ali Gür, Özlem Altındağ, Ali Aydeniz, Müzeyyen Günay Örkmez, Mehmet Tarakçıoğlu, Hasan Ulusal, Savaş Gürsoy
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 252-258
ABSTRACT
Aim: The primary aim of the study was to compare the serum levels of Dickkopf-1 (DKK-1) and sclerostin in patients with ankylosing spondylitis (AS) and healthy controls. The secondary aim was to evaluate the effects of anti-tumor necrosis factor alpha (TNF-α) treatments on levels of DKK-1 and sclerostin. The last aim was to evaluate any relationship between DKK-1, sclerostin, and radiologic progression in AS.
Material and Method: We included 70 patients with AS (35 anti-TNF-α treated, 35 anti-TNF-α naïve) and 31 healthy controls in this study. Serum DKK-1, sclerostin, C reactive protein, and erythrocyte sedimentation rate (ESR) were assessed in patients and healthy controls. The Ankylosing Spondylitis Disease Activity Score (ASDAS), Bath Ankylosing Spondylitis Disease Activity Index (BASDAI), Bath Ankylosing Spondylitis Metrology Index (BASMI), and Bath Ankylosing Spondylitis Functional Index (BASFI) were calculated for the patients. Radiographs were scored according to the modified Stoke AS Spine Score (mSASSS) by an experienced radiologist who was blinded to the patients’ identity.
Results: Patients with AS who were treated with anti-TNF-α agent had higher scores of BASMI and mSASSS compared with the anti-TNF-α naïve patients. Serum levels of DKK-1 and sclerostin were significantly lower in patients with AS than in healthy controls. There was a negative correlation between DKK-1 levels with ASDAS and BASMI in patients with AS. There was no correlation between DKK-1 or sclerostin levels with mSASSS. There was a positive correlation between BASMI score with mSASSS in patients with AS.
Conclusion: DKK-1 levels in patients with AS were negatively correlated with BASMI, on the other hand, BASMI had a strong positive correlation with mSASSS. Therefore, these findings suggest that lower DKK-1 levels in patients with AS may play a role in new bone formation.
Keywords: ankylosing spondylitis, dickkopf-1, sclerostin, anti-tumor necrosis factor alpha
ÖZ
Amaç: Bu çalışmadaki öncelikli amacımız ankilozan spondilit (AS) hastalarında ve sağlıklı kontrollerde Dickkopf-1 (DKK-1) ve sklerostinin serum düzeylerini karşılaştırmaktı. İkincil amacımız anti-tümör nekrozis faktör alfa (anti-TNF-a) tedavilerinin DKK-1 ve sklerostinin serum düzeylerine olan etkisini değerlendirmekti. Son olarak AS hastalarında DKK-1, sklerostin düzeyleri ile radyolojik progresyon arasında ilişki olup olmadığını değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza 70 AS (35 anti-TNF tedavi alan, 35 anti-TNF almayan) hastası ve 31 sağlıklı kontrol alındı. Hastalarda ve sağlıklı kontrollerde serum DKK-1, sklerostin, C-reaktif protein ve eritrosit sedimentasyon hızı ölçüldü. Ankilozan spondilit hastalık aktivite skoru (ASDAS), Bath ankilozan spondilit hastalık aktivite indeksi (BASDAİ), Bath ankilozan spondilit metroloji indeksi (BASMİ), Bath ankilozan spondilit fonksiyonel indeksi (BASFİ) hesaplandı. Radyografiler hasta bilgilerine körleştirilmiş deneyimli bir radyolog tarafından modifiye stoke ankilozan spondilit spinal skoru (mSASSS) yöntemine göre skorlandı.
Bulgular: Anti-TNF-a tedavi alan AS hastalarında BASMI ve mSASSS skorları anti-TNF-a tedavi almayan hastalara göre daha yüksekti. AS hastalarında serum DKK-1 ve sklerostin düzeyleri sağlıklı kontrollere göre daha düşüktü. AS hastalarında DKK-1 düzeyleri ile ASDAS ve BASMİ arasında ters yönlü bir korelasyon vardı. DKK-1 ve sklerostin düzeyleri ile mSASSS arasında korelasyon yoktu. AS hastalarında BASMİ skoru ile mSASSS arasında anlamlı korelasyon vardı.
Sonuç: AS hastalarındaki DKK-1 düzeyleri ile BASMİ arasında ters yönlü bir korelasyon vardı, diğer yandan BASMİ ve mSASSS skorları arasında güçlü bir korelasyon vardı. Bu nedenler, bu bulgular AS hastalarındaki düşük DKK-1 seviyelerinin yeni kemik oluşumunda rol oynayabileceğini düşündürmektedir.
Keywords: ankilozan spondilit, Dickkopf-1, sklerostin, anti-tümör nekrozis faktör alfa
Research Article
Emine Vildan Şahin, Didem Sunay, Nurgül Balcı, Murat Parbucu, Ayşe Mıdık Özpak, İsmail Arslan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 259-262
ABSTRACT
Purpose: Smoking addiction is still a common health problem all over the world and in our country. Recently, the action plans related to cigarette addiction in the world and our country have created awareness smoking cessation clinics were opened. Society showed great interest to these outpatient clinics. The purpose of this study is to determine the socio-demographic characteristics of the patients referred to smoking cessation outpatient clinics.
Material and Method: This descriptive, cross sectional and prospective study was conducted between January 2012 and March 2012 at Ankara Education and Research hospital family medicine smoking cessation clinic. Survey questions including socio-demographic characteristics of participants were asked. Also Fagerström test was applied. The collected data was analyzed by SPSS 16.0 program.
Results: A total of 126 people were participated. 61.9% of the participants were female and 38.1% were male. The average age was 39.3. The average Fagerström scores were 7.51. The average amount of smoking period and amount is 13.46 packets / year. More than half of the patients had tried to quit smoking before. Also, only three of the patients were confident that they could quit smoking. Most of patients frequently started cigarette smoking because of attention, and most wanted reason for quit smoking was health concerns.
Conclusion: Most of patients frequently started cigarette smoking because of attention mostly wanted reason for quitting smoking is due to negative effects on health. Most of the patients who applied to smoking cessation clinics were female and had high degree of addiction. The policy to be developed by going out of this data in the fight with the cigarette will be effective.
Keywords: smoking cessation, public health, preventive medicine
ÖZ
Amaç: Sigara bağımlılığı tüm dünyada ve ülkemizde halen yaygın bir sağlık sorunudur. Son zamanlarda dünyada ve ülkemizde sigara bağımlılığı ile ilgili yürütülen eylem planları farkındalık yaratmış ve sigara bırakma poliklinikleri açılmıştır. Bu poliklinikler toplum tarafından büyük ilgi görmektedir. Bu çalışmanın amacı sigara bırakma polikliniklerine başvuran hastaların sosyodemografik özelliklerini belirlemektir. Hedef kitlenin özelliklerinin bilinmesi sigarayla mücadelede gerçekleştirilecek eylem planlarında işe yarayabilir.
Gereç ve Yöntem: Tanımlayıcı, kesitsel ve prospektif nitelikteki bu çalışma Ocak 2012-Mart 2012 tarihleri arasında Ankara Eğitim ve Araştırma Hastanesi Aile Hekimliği Sigara Bırakma Polikliniği’nde yapıldı. Katılımcılara sosyodemografik özellikleri içeren anket soruları soruldu. Ayrıca katılımcılara Fagerström nikotin bağımlılık testi uygulandı. Toplanan verilen SPSS 16.0 programıyla analiz edildi.
Bulgular: Toplam 126 kişi çalışmaya alındı. Katılımcıların %61,9’u kadın %38,1’i erkekti. Yaş ortalaması 39,3’dü. Fagerström puanları ortalama 7,51’di. Ortalama sigara kullanma miktar ve süresi 13,46 paket/yıldı. Hastaların yarısından fazlası daha önce sigara bırakmayı denemiş başarılı olamamışlardı. Ayrıca hastaların sadece üçte biri sigarayı bırakabileceği konusunda kendine güveniyordu. Hastalar en sık özenti nedeniyle sigara başlamışlar ve en çok da sağlık endişesi nedeniyle sigarayı bırakmak istiyorlardı.
Sonuç: Özenti nedeniyle başlanan ve yüksek derecede bağımlılık yapan sigara en çok sağlık üzerine olumsuz etkisi nedeniyle bırakılmak istenmektedir. Sigara bırakma polikliniklerine daha çok bağımlılık düzeyi yüksek kadın hastalar başvurmaktadır. Sigarayla mücadelede bu bilgiler ışığında bir politika izlenmesi yararlı olacaktır.
Keywords: sigarayı bırakma, halk sağlığı, koruyucu hekimlik
Research Article
Gürbüz Akçay, Ulviye Kırlı, Hatice Topal, Yaşar Topal, Nilay Hakan, Esra Arun Özer
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 263-270
ABSTRACT
Traditions are cultural heritages, habits, information, customs and behaviors that pass from generation to generation and from society to society. Some traditions related to infant care have conflicting practices such as swaddling. It is observed that such traditional practices have been greatly reduced after training. On the other hand, it is known that traditional applications which cause serious problems such as baby salting in our country are still widely used in many regions. It is important for the pediatricians to recognize the traditions of the people in the regions where they work and to take the role of educators. In our study, we aimed to investigate the traditional practices of baby care in Muğla. The questionnaire was applied to 305 mothers who applied to the pediatric outpatient clinic of our hospital. The most common traditional practice was the baby salting with 59.9%. It was found that there was a significant relationship between mothers’ education duration and traditional practices. As a result, it has been concluded that training of mothers may reduce the traditional practices that have the potential to be harmful in baby care.
Keywords: infant care, traditional medicine, baby salting, swaddling, breastfeeding
ÖZ
Gelenekler, kuşaktan kuşağa ve toplumdan topluma geçen kültür mirasları, alışkanlıklar, bilgiler, töreler ve davranışlardır. Bebek bakımıyla ilgili bazı geleneklerde kundaklama gibi güncel tıbbi bilgiyle çelişen uygulamalar bulunmaktadır. Bu tür geleneksel uygulamaların eğitim sonrası büyük ölçüde azaldığı gözlenmektedir. Buna karşılık, ülkemizde bebek tuzlama gibi bazı yan etkileri ciddi sorunlara neden olan geleneksel uygulamaların pek çok yörede hala yaygın olarak uygulandığı bilinmektedir. Çocuk hekimlerinin görev yaptıkları bölgelerdeki halkın geleneklerini tanıması ve eğitici rol üstlenmesi çocuk sağlığının geliştirilmesi açısından önem arz etmektedir. Çalışmamızda Muğla ilimizde bebek bakımındaki geleneksel uygulamaların araştırılması amaçlanmıştır. Hastanemiz Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları polikliniğine başvuran 305 anneye bebek bakımındaki geleneksel uygulamalara yönelik olarak anket uygulanmıştır. En sık gözlenen geleneksel uygulama %59,9 ile bebek tuzlama olmuştur. Annelerin eğitim süresiyle geleneksel uygulamalar arasında anlamlı ilişki olduğu görülmüştür. Sonuç olarak annelerin eğitilmesinin bebek bakımında zararlı olma potansiyeli olan geleneksel uygulamaları azaltabileceği kanısına varılmıştır.
Keywords: bebek bakımı, geleneksel tıp, bebek tuzlama, kundaklama, bebek emzirme
Research Article
Yeliz Kılınç, Deniz Yaman, Aslı Ayaz, Sara Samur Ergüven, Nur Mollaoğlu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 271-276
ABSTRACT
Aim: Undergraduate dental education has been an important issue on oral surgery and there have been many tools to improve the skills of dental students. The aim of this study was to assess two different teaching methods on oral surgery for undergraduate dental education.
Material and Methods: A total of 84 third-year dental students without any declared previous experience on surgery were divided into two groups. Group 1 was given a lecture and slide presentation regarding the extraction of teeth 17 and 37. Group 2 received a demonstration of tooth extraction performed on the plastic skull model in addition to lecture and slide presentation. Baseline knowledge was measured using a questionnaire that consisted of 14-item check list. Data analysis was carried out using the SPSS (version 15) statistical software package. One-Sample Kolmogorov-Smirnov test and Kruskal Wallis test were performed for the statistical assessment.
Results: Group 2 presented statistically significant better learning scores. Demonstration was determined to be related with higher scores.
Conclusions: The present study reveals that demonstration is more beneficial in teaching basic surgical skills for tooth extraction. Thus, teaching methods are suggested to be performed with demonstration in the preclinical educational programs.
Keywords: dental education, dental students, oral surgery, teaching
ÖZ
Amaç: Diş hekimliği eğitiminde oral cerrahinin yeri önemlidir ve diş hekimliği öğrencilerinin becerilerini geliştirmek için pek çok yöntem mevcuttur. Bu çalışmanın amacı diş hekimliği eğitiminde oral cerrahide iki farklı öğretim yönteminin değerlendirilmesidir.
Gereç ve Yöntemler: Daha önce oral cerrahi deneyimi olmayan toplam 84 üçüncü sınıf öğrencisi iki gruba ayrıldı. Grup 1’e 17 ve 37 nolu dişlerin çekimi ile ilgili bir ders ve slayt sunumu yapıldı. Grup 2’ye ders ve slayt sunumuna ek olarak kafatası modeli üzerinde diş çekimi demonstrasyonu yapıldı. Temel bilgi kazanımı 14 maddelik kontrol listesinden oluşan bir anket kullanılarak ölçüldü. Veri analizi SPSS (Sürüm 15) istatistik yazılım paketi kullanılarak gerçekleştirildi. İstatistiksel değerlendirme için Kolmogorov Smirnov tek örnek testi ve Kruskal Wallis testi kullanıldı.
Bulgular: Grup 2’de istatistiksel olarak daha anlamlı öğrenme skorları gözlendi. Demonstrasyonun daha yüksek öğrenme skorları ile ilişkili olduğu belirlendi.
Sonuçlar: Bu çalışma diş çekimi için temel cerrahi becerilerin öğretilmesinde model üzerinde yapılan demonstrasyonun daha yararlı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu nedenle, öğretim yöntemlerinin klinik öncesi eğitim programlarında demonstrasyon ile gerçekleştirilmesi önerilmektedir.
Keywords: diş hekimliği eğitimi, diş hekimliği öğrencileri, oral cerrahi, öğretme
Research Article
Adnan Özdemir, Yunus Yılmazsoy, Serdar Arslan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 277-282
ABSTRACT
Aim: The purpose of this study is to present superficial venous vascular anatomic variations of the saphenofemoral junction, which is a very important region in variceal treatment, by ultrasonography technique.
Material and Method: Seventy nine patients who were referred to our radiology department and pre-diagnosed for venous insufficiency between February 2017 and July 2018 were included in the study and a total number of 158 venous vascular anatomy of saphenofemoral regions were evaluated by B- mode and color doppler ultrasonography. The superficial venous vascular anatomy of the saphenofemoral regions were evaluated in detail, classified according to the anatomical classifications of Glasser and Daseler, and the frequencies of variations were calculated.
Results: In our study, the most common group according to the Glasser classification was type 2C observed in 30 (19%) saphenofemoral regions followed by type 2B and 2C. Type H (VIII) was the most common type of saphenofemoral region according to the Daseler classification followed by Type F (VI) and type E (V). Between 1 to 5 superficial venous branches draining to saphena magna were observed at the level of saphenofemoral junction. Three venous branches draining to the saphena magna were observed in 78 (49%) saphenofemoral junctions followed by two venous branches in 50 (32%) saphenofemoral junctions, four venous branches in 25 (16%) saphenofemoral junctions, one venous branch in 3 (2%) saphenofemoral junctions and five venous branches in 1 (1%) saphenofemoral junction, respectively.
Conclusion: We think the assessment of the detailed anatomy of the major superficial venous structures at the level of the saphenofemoral junction by doppler ultrasonography will help to elucidate the etiopathogenesis of the varicose veins as well as contribute to the selective treatment planning and consequently the treatment results.
Keywords: saphenofemoral junction, superficial venous variations, ultrasonography, doppler, anatomic classification
ÖZ
Amaç: Bu çalışmanın amacı varis tedavisinde oldukça önemli bir bölge olan safenofemoral bileşke düzeyinin yüzeyel venöz vasküler anatomik varyasyonlarının ultrasonografi ile ortaya konulmasıdır.
Gereç ve Yöntem: Hastanemiz radyoloji bölümüne Şubat 2017 – Temmuz 2018 tarihleri arasında venöz yetmezlik ön tanısıyla yönlendirilen 79 hasta çalışmaya dâhil edildi ve toplam 158 safenofemoral bölge venöz vasküler anatomisi B-mod ve renkli doppler ultrasonografi ile değerlendirdi. Safenofemoral bölge yüzeyel venöz vasküler anatomisi detaylı olarak incelendi, Glasser ve Daseler anatomik sınıflandırmalarına göre sınıflandırıldı ve varyasyon sıklıkları hesaplandı.
Bulgular: Çalışmamızda Glasser sınıflandırmasına göre en sık görülen grup 30 (%19) safenofemoral bölgede izlenen tip 2C olurken, bunu tip 2B ve 2C takip etti. Daseler sınıflandırmasına göre en sık izlenen safenofemoral bölge varyasyonu tip H (VIII) olurken bunu tip F (VI) ve tip E (V) takip etti. Safenofemoral bileşke düzeyinde safena magnaya açılan süperfisiyal venöz dal sayıları değerlendirildiğinde, 1 ile 5 arasında süperfisiyal venöz dalın açıldığı izlendi. Bunlardan en sık 78 (%49) olguda izlenen üç venöz dalın açıldığı tespit edildi. Bunu sırasıyla iki venöz dalın açıldığı 50 (%32) olgu, dört venöz dalın açıldığı 25 (%16) olgu, bir venöz dalın açıldığı 3 (%2) olgu ve beş venöz dalın açıldığı 1 (%1) olgu takip etti.
Sonuç: Safenofemoral bileşke düzeyinde major süperfisiyal venöz yapıların ayrıntılı anatomisinin ultrasonografi ile ortaya konulması, variköz venlerin etiyopatogenezinin ayrıntılı bir şekilde ortaya konmasına yardımcı olmasının yanı sıra selektif tedavi planlanmasına ve dolayısıyla tedavi sonuçlarına katkı sağlayacağı kanaatindeyiz.
Keywords: safenofemoral bileşke, yüzeyel venöz varyasyonlar, ultrasonografi, doppler, anatomik sınıflandırma
Research Article
Savaş Karpuz
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 283-287
ABSTRACT
Aim: The aim of our study was to determine the levels of information and awareness of the nurses who work on neuropathic pain in the departments of physical medicine and rehabilitation, neurology and neurosurgery.
Material and Method: A total of 90 nurses (30 per each department) who work in the physical medicine and rehabilitation, neurology and neurosurgery departments of Necmettin Erbakan University Meram Medical Faculty, Selcuk University Selcuklu Medical Faculty, Konya Numune Hospital took part in the study. The level of information and awareness of the nurses on neuropathic pain were assessed via a questionnaire prepared by specialists in the light of recent literature. The questionnaire was composed of 30 questions including the definition, symptoms, treatment and management of neuropathic pain.
Results: None of 90 nurses participating in the study were given any previous in-service training on neuropathic pain. According to the assessments, 80% of nurses (n=72) were found not to have sufficient knowledge about definition of neuropathic pain; 83.3% (n=75) about diseases causing neuropathic pain; 83.3% (n=75) about symptoms of neuropathic pain; and 90% (n=81) about management of neuropathic pain. The findings obtained from the nurses of these three departments showed no statistically significant relation.
Conclusion: Our findings indicated that the knowledge of participants’ about neuropathic pain who work in these three departments seriously lack of information. Informing nurses about neuropathic pain during in-service training will be an important step towards improving the quality of services provided.
Keywords: nurse, neuropathic pain, knowledge
ÖZ
Amaç: Çalışmamızın amacı, fiziksel tıp ve rehabilitasyon, nöroloji ve nöroşirürji bölümlerinde nöropatik ağrı üzerine çalışan hemşirelerin bilgi düzeylerini ve farkındalıklarını belirlemektir.
Gereç ve Yöntem: Necmettin Erbakan Üniversitesi Meram Tıp Fakültesi, Selçuk Üniversitesi Selçuklu Tıp Fakültesi, Konya Numune Hastanesi Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon, Nöroloji ve Nöroşirürji bölümlerinde çalışan 90 hemşire (her bölüm için 30 hemşire) çalışmaya katılmıştır. Hemşirelerin nöropatik ağrı hakkındaki bilgi düzeyi ve farkındalığı, uzmanlar tarafından son literatür ışığında hazırlanan anket formu ile değerlendirildi. Anket, nöropatik ağrının tanımı, semptomları ve tedavisi dahil 30 sorudan oluşuyordu.
Bulgular: Çalışmaya katılan 90 hemşirenin hiçbirine nöropatik ağrı konusunda herhangi bir hizmet içi eğitim verilmemişti. Değerlendirmelere göre, hemşirelerin %80’inin (n=72) nöropatik ağrının tanımı hakkında; %83,3 (n=75) nöropatik ağrıya yol açan hastalıklar hakkında; %83,3 (n=75) nöropatik ağrının semptomları hakkında; ve %90 (n=81) nöropatik ağrının tedavisi hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığı tespit edilmiştir. Hemşirelerin bölümleri ile bilgi düzeyleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir ilişki göstermedi.
Sonuç: Bulgularımız, her bu üç bölümde çalışan katılımcıların nöropatik ağrı hakkındaki bilgilerinin ciddi bir şekilde eksik olduğunu gösterdi. Hemşirelere nöropatik ağrı hakkında hizmet içi eğitim verilmesi, sunulan hizmetlerin kalitesinin artırılması yönünde önemli bir adım olacaktır.
Keywords: hemşire, nöropatik ağrı, bilgi düzeyi
Research Article
Esra Tanyel, Tülay Ünver Ulusoy, Melda Dilek, Yarkın Kamil Yakupoğlu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 288-293
ABSTRACT
Aim: Infections developing in the early phase of post transplant period may be life- threatening for patient under intense immunosuppression. Although urinary infections are the most frequently observed type of infections in this phase, infections in other systems are also needed to be evaluated in detail. In this study, we examined infections developing in the post- transplant period.
Material and Method: In 306 patients who underwent renal transplantation, infections requiring hospitalization were retrospectively evaluated. These infections were studied in two periods.
Results: In both periods, female patients (55.3%) developed infectious diseases more frequently compared to male patients. The median age of the patients is 35 (18-66) years. In the first period, surgical infections (25.9%), clinical sepsis (10.3%) and catheter infections (6.4%) were more frequently observed while urinary infections (46.7%), lower respiratory tract infections (16.1%), acute gastroenteritis (%16.1) and CMV infections (4.8%) were more frequently observed in the second period. Urinary infections were the most frequently observed type of infections in both periods (41.5% - 46.7%). The most common infectious factor was E.coli (64%) and GSBL synthesis rate was 51.4%.
Conclusion: This study may contribute to the planning of empiric treatments in our hospital where post- transplant infections and their factors are observed.
Keywords: renal transplantation, infection, risk factors
ÖZ
Amaç: Böbrek nakli sonrası erken dönemde gelişen infeksiyonlar yoğun immunsupresyon varlığında kişinin hayatını tehdit edebilmektedir. Bu dönemde en sık üriner sistem infeksiyonları görülmekle birlikte diğer sistemlerin de detaylı bir şekilde değerlendirilmesi gerekir. Çalışmamızda böbrek nakli sonrası gelişen infeksiyonlar irdelenmiştir.
Gereç ve Yöntem: Böbrek nakli yapılan 306 hastada gelişen ve hastaneye yatmayı gerektirecek infeksiyonlar retrospektif olarak, iki dönemde irdelenmiştir.
Bulgular: Her iki dönemde de kadınlarda (%55,3) erkeklerden (%44,6) daha yüksek oranda infeksiyon hastalığı gelişmiştir. Hastaların yaş ortanca değeri 35 (18-66)’dir. Birinci dönemde cerrahi alan infeksiyonları (%25,9), klinik sepsis (%10,3) ve kateter infeksiyonları (%6,4) daha yüksek oranda görülürken, üriner sistem infeksiyonu (%46,7), alt solunum yolu infeksiyonları (%16,1), akut gastroenteritler (%16,1) ve CMV infeksiyonları (%4,8) 2. dönemde daha yüksek oranda görülmüştür. Her iki dönemde de en sık üriner sistem infeksiyonu gelişmiştir (%41,5-%46,7). Gelişen infeksiyonlarda en sık infeksiyon etkeni E.coli (%64) iken üreyen mikroorganizmalarda GSBL sentezleme oranı %51,4 olarak bulunmuştur.
Sonuçlar: Bu çalışma hastanemizde böbrek nakli sonrası görülen infeksiyonların ve etkenlerinin bilinmesi dolayısıyla ampirik tedavinin planlanabilmesi açısından önemlidir.
Keywords: böbrek nakli, infeksiyon, risk faktörleri
Research Article
Ayşe Köroğlu, Çiçek Hocaoğlu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 294-302
ABSTRACT
Aim: Chronic diseases increase family burden and affect family functioning. The aim of this study was to investigate the relationship between family burden and socio-demographic characteristics, clinical findings, family functioning and coping attitudes in schizophrenia patients and caregivers.
Material and Method: The study include, DSM-IV TR diagnosed 100 schizophrenic patients and 100 of their caregivers who admitted with sequential order to Recep Tayyip Erdoğan University Psychiatric outpatient clinic. The subjects were assessed by using a sociodemographic data form, Positive and Negative Syndrome Scale (PANSS), and Social Functioning Scale (SFS). Their primary caregivers were assessed using the Coping Attitudes Scale (COPE), the Perceived Family Burden Scale (PFBS) and the Family Assessment Scale (FAD).
Results: According to our findings, patients were 57 % of women (n = 57), 43 % of male (n = 43) and the mean age was 37.4 ± 10. Mean illness duration was 14.9 ± 8. The majority of caregivers (63%) were women. The mean age was 47.5 ± 11 years. The mean age of caregiving was 11.4 ± 7 years and the mean time was 12.8 ± 8 hours. Symptoms of the patients, duration of disease, degree of impairment in the functionality of the patients and impaired family functions were found to be related to family burden (p<0.05).
Conclusion: In this study, as the severity of positive and negative symptoms of patients with schizophrenia increases, subjective family burden, objective family burden and total burden increase; family burden increases with decreasing social functioning level, positive reinterpretation and development, active coping and plan coping methods they use. In order to reduce family burden in caregivers who are diagnosed with schizophrenia, control of symptoms, improved social functioning of patients, education of caregivers about disease and family functions, positive coping attitudes that caregivers apply to stressful situations, determining treatment target and monitoring the effectiveness of treatment will help.
Keywords: schizophrenia, coping attitudes, family functions, family burden
ÖZ
Amaç: Kronik hastalıklar aile yükünü arttırır, aile işlevlerini etkiler. Bu çalışmada, şizofreni hastaları ve bakım verenlerde aile yükünün düzeyi ile sosyodemografik özellikler, klinik bulgular, aile işlevleri ve başa çıkma tutumları arasındaki ilişkinin incelenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Psikiyatri Polikliniğine ardışık sıra ile başvuran, 100 şizofreni tanılı hasta ve 100 hasta yakını dahil edildi. Hastalara Pozitif ve Negatif Sendrom Ölçeği (PNSÖ), Sosyal İşlevsellik Ölçeği (SİÖ) uygulanırken; hasta yakınlarına Başa Çıkma Tutumlarını Değerlendirme Ölçeği (COPE), Algılanan Aile Yükü Ölçeği (AAYÖ) ve Aile Değerlendirme Ölçeği (ADÖ) uygulandı.
Bulgular: Hasta grubunun %57’si kadın (n:57), %43’ü erkek (n: 43) olup, yaş ortalaması 37,4±10’dur. Ortalama hastalık süresi 14,9±8 yıl olarak bulunmuştur. Bakım verenlerin çoğunluğunu (%63’ünü) kadınlar oluşturmuştur. Yaş ortalaması 47,5± 11’dir. Hastaya bakım verme süreleri 11,4 ±7 yıl, birlikte geçirdikleri ortalama zaman 12,8 ±8 saat olarak belirlenmiştir. Hastaların semptomları, hastalık süreleri, hastaların işlevselliklerindeki bozulma derecesi ve bozulmuş aile işlevlerinin aile yükü ile ilişkili olduğu saptanmıştır (p<0,05).
Sonuç: Bu çalışmada şizofreni tanılı hastaların pozitif ve negatif belirtilerinin şiddeti arttıkça öznel aile yükü, nesnel aile yükü ve toplam yükün arttığı, sosyal işlevsellik düzeyi azaldıkça aile yükünün arttığı, hasta yakınlarının en sık pozitif yeniden yorumlama ve gelişme, aktif başa çıkma, plan yapma başa çıkma yöntemlerini kullandıkları belirlenmiştir. Şizofreni tanılı hastalara bakım verenlerde aile yükünü azaltmak için semptomların kontrol altına alınması, hastaların sosyal işlevselliklerinin iyileştirilmesi, bakım vermekte olan kişilerin hastalık ve aile işlevleri hakkında eğitilmesi hastalara bakım verenlerin stresli durumlar karşısında başvurdukları olumlu baş etme tutumları, tedavi hedefini belirlemede ve tedavinin etkinliğinin izlenmesi sürecinde yardımcı olacaktır.
Keywords: şizofreni, başa çıkma, aile işlevleri, aile yükü
Research Article
Mahmut Aslan, Ünsal Özgen, Neslian Aslan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 303-308
ABSTRACT
Objective: One of the most common causes for acquired thrombocytopenia in childhood is immune thrombocytopenic purpura (ITP) which is an autoimmune disease characterized by decreased platelet counts and inhibition of platelet production due to antibody-mediated destruction of platelets by macrophages in the reticulo endothelial system. In this study, we aimed to compare high-dose methylprednisolone (HDMP) and intravenous immunoglobulin (IVIG) in the treatment ITP.
Materials and Methods: The medical records of 160 patients who were admitted to our Pediatric Hematology Department with the diagnosis of acute ITP between January 2010 and August 2014 were retrospectively analyzed. Treatment responses to HDMP and IVIG were compared.
Results: Of the patients, 91 (56.9%) were males. A total of 48.13% of them had a previous history of infection for one to four weeks before admission. The mean platelet count was 12.081±11.912 /mm3. A total of 105 patients received HDMP, while 55 patients received IVIG. There was no statistically significant difference in the treatment response to HDMP or IVIG on the 10th day of the treatment (p=0.732). At the end of six months, there was no significant difference between the patients receiving HDMP and IVDG in terms of progression to chronicity (p=0.468). The rate of chronicity and relapses was found to be statistically significantly higher in 15% of the patients with a bleeding time of more than 7 minute at the time of arrival (p=0.031).
Conclusion: Based on our study results, we suggest that HDMP and IVIG treatments have similar effects on disease progression to chronicity.
Keywords: Childhood, Immune Thrombocytopenic Purpura, Intravenous Immunoglobulin, Methylprednisolon
ÖZ
Amaç: Çocukluk çağında en sık görülen edinsel trombositopeni nedenlerinden birisi immün trombositopenik purpuradır. İmmün trombositopenik purpura (İTP), otoantikorla kaplı trombositlerin retiküloendotelyal sistemde doku makrofajları aracılığıyla yıkılarak dolaşımdaki trombosit sayısının azalması ve bu otoantikorların trombosit üretimini inhibe etmesi ile seyreden otoimmün bir hastalıktır. Bu çalışmada akut immün trombositopenik purpura tanısı almış hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Hastaların başvuru sırasındaki klinik özellikleri ve tedavi seçiminin etkinlikleri belirlenmeye çalışıldı.
Gereç ve Yöntemler: Hastanemiz Çocuk Hematoloji Kliniğinde, Ocak 2010 - Ağustos 2014 tarihleri arasında akut immün trombositopenik purpura tanısı alan hastalar çalışmaya dâhil edildi. Hasta dosyaları retrospektif olarak incelendi. Yüksek doz metilprednizolon ve intravenöz immunglobulin (İVİG) tedavileri alan hastaların tedaviye yanıtları karşılaştırıldı.
Bulgular: Çalışmamıza alınan hastaların 91’i (%56,9) erkek idi. Hastaların %48,13’ünde başvurudan 1-4 hafta öncesinde geçirilmiş enfeksiyon öyküsü mevcuttu. Hastaların ortalama trombosit sayısı 12081±11912 /mm3 idi. Yüz beş (%65,6) hastaya yüksek doz metilprednizolon, 55 (%34,4) hastaya İVİG tedavileri verilmişti ve tedavinin 10. gününde, tedaviye yanıt açısından istatistiksel olarak yüksek doz metilprednizolon ile intravenöz immunglobulin arasında anlamlı fark saptanmadı (p=0,732). Altı ayın sonunda yüksek doz metilprednizolon verilen hastalar ile intravenöz immunglobulin verilen hastalar arasında kronikleşme açısından anlamlı ilişki saptanmadı (p=0,468). Başvuru anında bakılan kanama zamanı 7 dakikanın üzerinde olan %15 hastanın kronikleşme gelişme oranı daha yüksek saptandı (p=0,031).
Sonuç: İmmün trombositopenik purpura çocukluk çağında sık görülen bir hastalık olup hastaların %20-30’u kronikleşmektedir. Yüksek doz metilprednizolon ile intravenöz immunglobulin tedavilerinin kronikleşme üzerine etkisi açısından aralarında fark saptanmamıştır.
Keywords: Çocukluk, İmmün Trombositopenik Purpura, İntravenöz İmmunglobulin, Metilprednizolon
Research Article
Hakan Tapar, İlhan Bahri Delibaş, Serkan Doğru, Tuğba Karaman, Serkan Karaman, Hatice Yılmaz Doğru, Olcayto Uysal, Mustafa Süren, Gülşen Genç Tapar
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 309-314
ABSTRACT
Aim: After spinal anesthesia, there are studies investigating the hypotension, ephedrine need and sensory block level according to the weight or abdominal circumference of the pregnant woman. Pregnant’s weight or abdominal circumference is a rough description of the uterine content (the weight of the fetus, the weight of the placenta and amount of the amniotic fluid). The aim of this study was to investigate the relationship between weight of the fetus, weight of the placenta and amount of the amniotic fluid and the ephedrine need after spinal anesthesia.
Material and Method: Fifty-one parturients who underwent cesarean section with spinal anesthesia were included in the study. 12.5 mg hyperbaric bupivacaine was injected into the subarachnoid space at the L3-4 intervertebral level. After spinal anesthesia, hypotension was defined as systolic blood pressure <100 mmHg or 30% decrease compared to baseline. Ephedrine (5 mg) was administered when hypotension was present. Bradycardia was defined as heart beat <60 beats / min. Atropine (0.5 mg) was made when bradycardia was present. Before spinal anesthesia and after spinal anesthesia, blood pressure values at 2, 5, 10, 20 and 30th minutes were recorded. At the end of the study, blood pressure variation, ephedrine and atropine requirement were evaluated according to fetus weight, placenta weight and amnion fluid amount.
Result: No significant correlation was found between fetal weight, placenta weight, amniotic fluid index and ephedrine requirement (r = 0.063, p = 0.660; r = 0.093, p = 0.518; r = 0.162, p = 0.257, respectively).
Conclusion: After spinal anesthesia, there are no relation between amount of the ephedrine used and fetal weight, placenta weight, amniotic fluid amount in pregnant women.
Keywords: cesarean section, spinal anesthesia, ephedrine, fetus, placenta, amniotic fluid
ÖZ
Amaç: Spinal anestezi sonrası gebenin kilosu veya karın çevresine göre hipotansiyon, efedrin ihtiyacı ve duysal blok seviyesini araştıran çalışmalar vardır. Gebenin kilosu veya karın çevresi uterus içeriğinin (fetüs ağırlığı, plesenta ağırlığı ve amniyon sıvı miktarı) kaba bir tasviridir. Bu çalışma ile amacımız fetüs ağırlığı, plesanta ağırlığı ve amnion sıvı miktarı ile spinal anestezi sonrası hipotansiyon ve efedrin ihtiyacı arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Elektif şartlarda spinal anestezi ile sezaryen planlanan 51 gebe çalışmaya alındı. Gebelere standart dozda L3-4 intervertebral aralıktan 12,5 mg hiperbarik bupivakain uygulandı. Spinal anestezi sonrası hipotansiyon sistolik kan basıncı <100 mmHg veya bazal değere göre %30 azalma olarak tanımlandı. Hipotansiyon olduğunda efedrin (5 mg) yapıldı. Bradikardi kalp tepe atımı <60 atım/dakika olarak tanımlandı. Bradikardi olduğunda atropin (0,5 mg) yapıldı. Spinal anestezi öncesi ve spinal anestezi sonrası 2, 5, 10, 20 ve 30’uncu dakika kan basıncı değerleri kaydedildi. Çalışma sonunda fetüs ağırlığı, plesenta ağırlığı ve amniyon sıvı miktarına göre kan basıncı değişikliği, efedrin ve atropin ihtiyacı değerlendirildi.
Bulgular: Fetüs ağırlığı, plesenta ağırlığı ve amnion sıvı indeksi ile efedrin ihtiyacı arasında önemli bir korelasyon bulunmadı (sırasıyla r =0,063, p =0,660; r =0,093, p =0,518; r =0,162, p =0,257).
Sonuç: Gebelerde spinal anestezi sonrası hemodinamik değişiklikler, kullanılan efedrin ve atropin miktarı ile fetüs ağırlığı, plesenta ağırlığı ve amnion sıvı miktarı arasında bir ilişki yoktur.
Keywords: sezaryen, spinal anestezi, efedrin, fetüs, plesenta, amniyon sıvı
Research Article
Aliseydi Bozkurt, Cebrail Gürsul, Merve Aydin, İlyas Sayar, Mehmet Karabakan, Aytekin Çikman
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 315-321
ABSTRACT
Aim: Recently, oxidative stress has been well known that it has especially important a role in benign prostatic hyperplasia, prostatitis, and prostate cancer. The present study has planned to estimate parameters of the oxidative stress and the antioxidant status in patients with benign prostatic hyperplasia, prostatitis and prostate cancer.
Material and Method: For this aim totally fourty men with benign prostatic hyperplasia (n=14), prostatitis (n=15) and prostate cancer (n=11) without any other chronic disease, and who not use cigarettes and alcohol were subjected. Venous blood samples were taken. Thiobarbituric acid reaction (TBARS), total oxidant status (TOS), total antioxidant capacity (TAC), glutathione (GSH) levels, and catalase (CAT) activity in serum were assessed in patient with prostatitis, and prostate cancer compared to benign prostatic hyperplasia.
Results: It was viewed that GSH levels were significantly lower, TBARS and TOS levels were significantly higher in patients with of prostate cancer compared to benign prostatic hyperplasia. Also, GSH and CAT significant different was determined in prostatitis compared to BPH. Oxidative stress may be concluded in prostate cancer and prostatitis, proved via the higher TBARS levels and lower GSH levels.
Conclusion: The increased activity of antioxidant enzyme may be a compensatory regulation in response to oxidative stress.
Keywords: benign prostatic hyperplasia, prostatitis, prostate cancer, oxidative stress
ÖZ
Amaç: Son zamanlarda, oksidatif stresin iyi huylu prostat hiperplazisi, prostatit ve prostat kanserinde özellikle önemli bir rolü olduğu iyi bilinmektedir. Bu çalışma benign prostat hiperplazisi, prostatit ve prostat kanseri olan hastalarda oksidatif stres ve antioksidan parametreleri değerlendirmeyi planlamaktadır.
Gereç ve Yöntem: Bu amaçla benign prostat hiperplazisi (n = 14), prostatit (n = 15) ve prostat kanseri (n=11) diğer kronik hastalığı olmayan, sigara ve alkol kullanmayan toplamda kırk erkek hasta değerlendirmeye alındı. Venöz kan örnekleri alındı. Prostatit ve prostat kanserli hastalarda tirobarbitürik asit reaksiyonu (TBARS), total oksidan durum (TOS), total antioksidan kapasite (TAC), glutatyon (GSH) düzeyleri ve katalaz (CAT) aktivitesi iyi huylu prostat hiperplazisine göre değerlendirildi.
Bulgular: GSH düzeylerinin anlamlı derecede düşük olduğu, TBARS ve TOS düzeylerinin benign prostat hiperplazisine göre prostat kanserli hastalarda anlamlı olarak daha yüksek olduğu görülmüştür. Ayrıca, GSH ve CAT, BPH ile karşılaştırıldığında prostatitde önemli ölçüde farklı bulunmuştur. Oksidatif stres, daha yüksek TBARS seviyeleri ve daha düşük GSH seviyeleri ile prostat kanseri ve prostatit de görülebilir.
Sonuç: Antioksidan enzimin artan aktivitesi, oksidatif strese yanıt olarak telafi edici bir düzenleme olabilir.
Keywords: benign prostat hiperplazisi, prostatit, prostat kanseri, oksidatif stres
Research Article
Doğan Barış Öztürk
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 322-325
ABSTRACT
Aim: Crimean Congo Hemorrhagic Fever (CCHF) is an important disease that can lead to hemorrhages and deaths and has been seen in our country since the year 2002. The disease generally spreads to farmers and/or people occupied in animal husbandry after tick bite in the endemic regions. But nosocomial contagion can be seen especially in health care workers (HCWs). In this study the nosocomial contagions from CCHF patients were evaluated.
Material and Method: The studies were screened by using national (http://uvt.ulakbim.gov.tr, http://www.turkmedline.net) and international (www.ncbi.nlm.nih.gov, google scholar) data bases. The detected cases were evaluated for contagion route, presence of prophylactic therapy and disease course by using pool analysis method.
Results: Six studies were included in this study. In these studies, totally 49 nosocomial contagion were reported in 5 different centers and in 12 different periods. The majority of these were HCWs, two of them were relatives of the patients and one of them was another patient sharing a CCHF patient’s room. The majority of the contagion routes were exposure to the secretions of the CCHF patients and sharps injury. Among these 49 patients, 23 were given Ribavirin prophylaxis and none of them developed clinical CCHF disease but seroconversion developed in only one patient.
Conclusion: CCHF is still an important disease in our country. To comply with the universal precautions is essential during medical interventions especially in endemic regions. Also, it was thought that evaluating the patient after exposure and Ribavirin prophylaxis can be beneficial.
Keywords: Crimean Congo hemorrhagic fever, nosocomial contagion, pooled analyses
ÖZ
Amaç: Kırım Kongo kanamalı ateşi (KKKA) ülkemizde 2002 yılından beri düzenli bildirimi yapılan, kanamalarla seyreden, ölümlere sebep olabilen önemli bir hastalıktır. Genel olarak hastalık endemik bölgede yaşayan çiftçilik ve/veya hayvancılıkla uğraşan insanlarda kene teması sonrası bulaşmaktadır. Ancak özellikle sağlık çalışanlarına nozokomiyal olarak bulaş olabilmektedir. Bu çalışmada, ülkemizden bildirilen nozokomiyal kaynaklı KKKA olgularının irdelenmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Yayınlar ulusal (http://uvt.ulakbim.gov.tr, http://www.turkmedline.net) ve uluslararası veri tabanları (www.ncbi.nlm.nih.gov, google scholar) kullanılarak tarandı. Tespit edilen olgular bulaş yolu, proflaksi veya tedavi verilip verilmediği ve hastalığın seyri yönlerinden, havuz analizi yapılarak değerlendirildi.
Bulgular: Kriterlere uygun olan 6 çalışma dahil edildi. Bu çalışmalarda, 5 merkezde, toplam 12 dönemde, 49 kişide nozokomiyal bulaş olduğu bildirilmiştir. Olguların büyük çoğunluğunu hasta bakımıyla ilgili sağlık çalışanları oluştururken, iki kişi hasta yakını, bir kişi ise KKKA tanılı bir hastayla aynı odayı paylaşan başka bir hastaydı. Bulaş şekilleri irdelendiğinde; genellikle bulaşın KKKA hastalarının sekresyonlarına yakın temas veya kesici delici alet yaralanmaları sonucunda olduğu gözlenmiştir. Bu 49 hastanın 23’ünde temas sonrası ribavirin proflaksisi verilmiş ve bunların hiçbirinde klinik olarak KKKA gelişmemiştir, yalnızca bir hastada seroloji pozitifliği olmuştur.
Sonuçlar: KKKA ülkemizde halen önemini koruyan endemik bir hastalıktır. Özellikle endemik bölgede yaşayan hastaları muayene ederken veya tıbbi müdahalede bulunurken standart korunma önlemlerinin doğru bir şekilde uygulanması önemlidir. Temas sonrası hastayı yakından izlenmeli ve ribavirin proflaksisinin faydalı olabileceğinden profilaksi yönünden de değerlendirilmelidir.
Keywords: Kırım Kongo kanamalı ateş, nozokomiyal bulaş, havuz analizi
Research Article
Eren Ekici, Gürsoy Alagöz, Burçin Köklü Çakır
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 326-332
ABSTRACT
Aim: To evaluate the retinal nerve fiber layer (RNFL) thickness in cases with unilateral anisometropic amblyopia using optical coherence tomography (OCT).
Material and Method: Retrospective cross–sectional observational case series. OCT of the peripapillary RNFL thickness of amblyopic and fellow eyes was performed in 35 patients age 6 to 63 years (mean 28.91±15.45) with unilateral anisometropic amblyopia. All OCT scans were performed within three session by the same operator with cyclopentolate pupil dilatation for the best correct result. Scans with signal strength more than 7 (on a 10-point scale) were considered acceptable and included in the analysis only. Statistical analysis of retinal thickness differences between the amblyopic and healthy (fellow) eyes were determined using the independent samples T-test. Additionally it was utilized from Pearson correlation test to establish the correlation between RNFL values and refractive disorder levels.
Results: While the average RNFL thickness was measured 93.91±17.18 micrometer in amblyopic eyes; that was measured 94.51±14.54 micrometer in fellow eyes. There was no statistically significant difference between the RNFL thickness of the amblyopic eyes and healthy fellow eyes.
Conclusion: In cases with anisometropic amblyopia, RNFL thickness measurements between amblyopic and healthy eyes were similar in general.
Keywords: anisometropic amblyopia, optical coherence tomography, retinal nerve fiber layer
ÖZ
Amaç: Tek taraflı anizometropik ambliyopi olgularında optik koherens tomografi (OKT) kullanılarak retinal sinir lifi tabakası (RSLT) kalınlığını değerlendirmek.
Gereç ve Yöntem: Retrospektif kesitsel gözlemsel olgu serileri. Tek taraflı anizometropik ambliyopisi olan yaşları 6 ile 63 yıl aralığındaki (ortalama 28,91±15,45) 35 hastanın ambliyopik ve sağlıklı gözlerinin peripapiller RSLT kalınlığı OKT ile ölçüldü. Tüm OKT taramaları, en doğru sonucu elde edebilmek için aynı operatör tarafından ve siklopentolat pupil dilatasyonu birlikteliğinde üç seansta gerçekleştirildi. Sadece, sinyal gücü 7’den fazla olan (10 noktalı bir ölçekte) taramalar çalışma kapsamına alındı ve analize dahil edildi. Ambliyopik ve sağlıklı (diğer) gözler arasındaki retinal kalınlık farklılıklarının istatistiksel analizi, bağımsız örneklem T testi kullanılarak belirlenmiştir. Ayrıca, RSLT değerleri ve refraktif bozukluk seviyeleri arasındaki korelasyonu belirlemek için Pearson korelasyon testinden yararlanılmıştır.
Bulgular: Ambliyopik gözlerde ortalama RSLT kalınlığı 93,91±17,18 mikrometre olarak ölçüldü; diğer gözlerde 94,51±14,54 mikrometre ölçüldü. Ambliyopik gözlerin RSLT kalınlığı ile sağlıklı gözlerin gözleri arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark yoktu.
Sonuç: Anizometropik ambliyopisi olan olgularda ambliyopik ve sağlıklı gözler arasındaki RSLT kalınlığı ölçümleri genel olarak benzerdi.
Keywords: anizometropik ambliyopi, optik koherens tomografi, retina sinir lifi tabakası
Review
Ali Korhan Sığ, Özlem Öz-Sığ, Mustafa Güney
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 333-341
ABSTRACT
Royal jelly is a secretion of honeybees that is actually for feeding of bee larvae. It contains many bioactive substances such as jelleins, royalisin, major royal jelly proteins and 10-hydroxy-2-decenoic acid. Recently, many studies were published investigating activities of royal jelly. In overall, royal jelly found to have antioxidant, neurotrophic, antidiabetic, hypocholesterolemic, regulatory on blood pressure, antimicrobial, immunomodulatory, anti-tumor and tissue-protective effects. These activities are strongly related to each other and cannot be evaluated separately. Researchers claim that royal jelly can be an excellent therapeutic agent (or an additional agent), especially in treatments of cancer and metabolic syndrome. However, there are huge gaps due to limited number of in vivo studies and there are standardization issues both for usage and investigations. Furthermore, wide variability of contents in royal jelly due to geographic locations, climate, etc also causes a problem in choice of exact royal jelly. Currently it seems to be safe and effective nutritious agent for healthy people, but it is hard to gain an overall perspective in usage as a therapeutic, since there is a necessity of wider studies with more different types of royal jelly.
Keywords: royal jelly, apitherapy, honeybee products, biopharmaceuticals, complementary medicine, integrative medicine
ÖZ
Arı sütü aslen arı larvalarının beslenmesi için bal arıları tarafından üretilen bir sekresyondur. Jelleinler, royalizin, ana arı sütü proteinleri ve 10-hidroksi-2-desenoik asit gibi çok sayıda biyoaktif madde içermektedir. Son yıllarda arı sütü konusunda çok sayıda makale yayımlanmıştır. Genel olarak, arı sütü, antioksidan, nörotropik, antidiyabetik, hipokolesterolemik, kan basıncı düzenleyici, antimikrobiyal, immünomodülatör, anti-tümör ve doku koruyucu etkileri göstermektedir. Bu etkiler aslen bir bütündür ve mekanizmaları ayrı ayrı değerlendirmek mümkün değildir. Araştırmacılar, özellikle kanser ve metabolik sendrom tedavisinde iyi bir tedavi ajanı (veya tedaviye ek bir ajan) olabileceğini iddia etmektedir. Öte yandan, in vivo çalışmaların sayısı son derece sınırlıdır ve hem araştırma hem kullanım alanlarında standardizasyon sorunu vardır. Ayrıca, coğrafi konum, iklim gibi koşullara bağlı olarak arı sütü içeriğinin ciddi farklılıklar göstermesi, arı sütünün seçiminde sorunlar yaratmaktadır. Şu an için, sağlıklı insanlarda güvenli ve etkin bir besleyici gıda olarak gözükmekte, fakat terapötik kullanımı konusunda genel bir görüş elde etmek mümkün gözükmemektedir. Farklı türlerde arı sütleri üzerinde daha geniş çaplı araştırmalar yapılmalıdır.
Keywords: arı sütü, apiterapi, arı ürünleri, biyofarmasötik ajanlar, geleneksel ve tamamlayıcı tıp
Case Report
Burak Mustafa Taş, Gökçe Şimşek, Çağatay Erden Daphan, Mustafa Öğden, Yıldırım Gültekin, Rahmi Kılıç
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 342-344
ABSTRACT
The cases of foreign bodies in the neck can be iatrogenic or traumatic. Cases of gunshot wounds, incisors and penetrating tool injuries are some of the examples. Large arteries and veins, trachea and neural structures can be damaged. The fact that the foreign body migrate in the neck structures and fascia is a rare but expected condition. Therefore, foreign bodies can be found in unexpected places. In our case, a 37-year-old male patient was consulted to our clinic with multiple cuts and foreign body. A foreign body was observed anterior to the cervical vertebra in the patient’s radiological imaging and underwent surgery emergently. After the migration, the foreign body was found and removed in the nasopharynx of the patient. In the practice of ear-nose-throat medicine. During the practice of Ear Nose and Throat specialty, attention should be paid to the foreign bodies of the neck because of their close relation with vital structures.
Keywords: computerized tomography, foreign body in the neck, trauma
ÖZ
Boyunda yabancı cisim olguları iyatrojenik veya travmatik olabilirler. Ateşli silah yaralanmaları, kesici-delici alet yaralanmaları ile oluşan olgular bunlara örnek gösterilebilir. Büyük arter ve venler, trakea ve nöral yapılar hasara uğrayabilir. Yabancı cismin boyun yapıları ve fasiyaları içerisinde migrate olması nadir ancak beklenen bir durumdur. Bu yüzden yabancı cisimler beklenmedik yerlerde bulunabilir. Bizim olgumuzda 37 yaşında erkek hasta boyunda birçok kesi ve yabancı cisim nedeniyle tarafımıza danışıldı. Hastanın radyolojik görüntülemesinde servikal vertebra anteriorunda yabancı cisim izlendi ve acil ameliyata alındı. Migrate olan yabancı cisim operasyon sonrasında hastanın nazofarenksinde bulundu ve çıkarıldı. Kulak-Burun-Boğaz hekimliği pratiğinde karşımıza çıkabilecek olan boyunda yabancı cisimlere vital yapılara yakınlığı nedeniyle dikkat edilmelidir.
Keywords: bilgisayarlı tomografi, boyunda yabancı cisim, travma
Case Report
Pınar Gürkaynak, Şerife Altun Demircan, Salih Cesur, Çiğdem Ataman Hatipoğlu, Hüseyin Yağcı, Sami Kınıklı, Gül Gürsoy
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 345-348
ABSTRACT
Intraabdominal abscesses occur rarely due to Candida species. The most important specific risk factors that cause this kind of abscesses are surgical operations, gastrointestinal perforations and gastrointestinal anastomotic leaks. Non-specific risk factors include; diabetes mellitus, immunosuppression, prolonged antibiotic use and admission to intensive care unit. In this article, a 63 year-old female patient’s, who had previously undergone extensive spectrum antibiotic treatment, intraabdominal abscess case occurred due to Candida glabrata is presented.
Keywords: intraabdominal abscess, Candida glabrata, case report
ÖZ
İntraabdominal apseler nadir olarak Candida türlerine bağlı olarak gelişir. Bu tür apselere sebep olan en önemli spesifik risk faktörleri; cerrahi girişimler, gastrointestinal perforasyonlar ve gastrointestinal anastomoz kaçaklarıdır. Spesifik olmayan risk faktörleri arasında ise; diabetes mellitus, immunsüpresyon, uzun süreli antibiyotik kullanımı ve yoğun bakım ünitesinde yatış gibi etkenler yer almaktadır. Bu yazıda, geniş spektrumlu antibiyotik tedavisi almış 63 yaşında diyabetik bir kadın hastanın Candida glabrata’ya bağlı olarak gelişen intraabdominal apse vakası sunulmuştur.
Keywords: intraabdominal apse, Candida glabrata, olgu sunumu
Case Report
Yaprak Akbulut, Nesrin Büyüktortop, Cihat Şanlı, Erhan Yumuşak, Tevfik Oğurel
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 349-352
ABSTRACT
We report a 5-year-old boy who presented with diffuse abdominal pain, non-thrombocytopenic purpuric skin rash, and bilateral multiple foci of subconjunctival hemorrhage in the inferior bulbar conjunctiva. The patient was diagnosed clinically with Henoch-Schonlein purpura (HSP), according to EULAR/PRINTO/PRES criteria.HSP is a leukocytoclastic small vessel vasculitis. Ocular involvement is very rare. Episcleritis, keratitis, uveitis, cystoid macular edema and cotton wool spots, central retinal artery occlusion, anterior ischemic optic neuropathy and subperiosteal hematoma were reported previously. Here, we present a case of bilateral subconjunctival hemorrhage in a child with HSP for the first time in the English literature.
Keywords: Henoch-Schonlein purpura, ocular, subconjunctival hemorrhage, vasculitis
ÖZ
Bu yazıda diffüz abdominal ağrı, trombositopenik olmayan purpurik deri döküntüsü ve inferior bulbar konjunktivada bilateral multipl subkonjonktival hemoraji ile başvuran 5 yaşında bir erkek hasta sunuldu. Hastaya EULAR / PRINTO / PRES kriterlerine göre klinik olarak Henoch-Schonlein purpurası (HSP) ile tanısı konuldu. HSP bir lökositoklastik küçük damar vaskülitidir. Oküler tutulum çok nadirdir. Episklerit, keratit, üveit, kistoid maküla ödemi ve atılmış pamuk görünümü, santral retinal arter tıkanıklığı, ön iskemik optik nöropati ve subperiosteal hematom daha önce bildirilmiştir. Burada, İngilizce literatürde ilk kez HSP’li bir çocukta bilateral subkonjonktival hemoraji olgusunu sunuyoruz.
Keywords: Henoch-Schonlein purpura, oküler, subkonjonktival hemoraji, vaskülit
Case Report
Süleyman Emre Karakurt, Şeyda Akbal, Nurcan Kum, Aykut İkincioğulları, Ayşe Yılmaz Çiftçi, Hacı Hüseyin Dere
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 353-357
ABSTRACT
Laryngeal neuroendocrine carcinomas are rare tumors of the larynx. A fifty-nine-year-old patient was admitted to our clinic with dysphonia, painful swallowing and weight loss that have been going on for 5 months. Endoscopic examination revealed a mass which extended from left aryepiglottic fold to left ventricle and ventricular fold. Following imaging studies, the patient has undergone direct laryngoscopy and biopsy has been taken. The biopsy was reported as moderately differentiated neuroendocrine carcinoma. After the patient’s refusal of surgical treatment, concomitant radiochemotherapy was performed. Significant regression has been observed in the mass at the seventh month after the treatment. While the first option of treatment is surgical treatment in laryngeal neuroendocrine carcinoma, our case has been observed to respond to concomitant radiochemotherapy.
Keywords: neuroendocrine tumors, carcinoid tumor, laryngeal cancer
ÖZ
Laringeal nöroendokrin karsinomlar larenksin nadir görülen tümörleridir. Ellidokuz yaşında erkek hasta 5 ay önce başlayan ses kısıklığı, ağrılı yutma ve kilo kaybı şikayeti ile kliniğimize başvurdu. Endoskopik muayenede sol ariepiglottik folddan, sol bant ventrikül ve ventriküle uzanımı olan kitle tespit edildi. Görüntüleme yöntemlerini takiben, hastaya direkt laringoskopi yapıldı ve biyopsi alındı. Biyopsi sonucu orta derecede diferansiye nöroendokrin karsinom olarak raporlandı. Hastanın cerrahi tedaviyi kabul etmemesi üzerine, hastaya eşzamanlı radyokemoterapi planlandı. Tedavi sonrası yedinci ayında hastanın kitlesinde belirgin regresyon gözlendi. Orta derecede diferansiye nöroendokrin karsinomda ilk tedavi seçeneği cerrahi olmak ile birlikte vakamızda, tümörün eş zamanlı radyokemoterapi tedavisine cevap verdiği gözlendi.
Keywords: nöroendokrin tümörler, karsinoid tümör, laringeal kanser
Case Report
Eren Gunertem, Gokhan Lafci
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 358-360
ABSTRACT
The ideal surgical approach is unclear for patients with aortic coarctation whom have other associated coronary artery disease or other cardiac pathologies. A 69 year-old male was admitted to our hospital with carotid artery stenosis and coronary artery disease. During routine preoperative procedures cardiologist revealed an aortic coarctation. Left internal mammary artery was dilated due to coarctation but even so it was used as a graft for coronary artery bypass grafting. We aimed to report our approach for this patient.
Keywords: aortic coarctation, internal mammary artery, coronary artery disease
ÖZ
Eş zamanlı aort koarktasyonu ile koroner arter hastalığı gibi diğer kardiyak patolojileri olan hastalarda ideal tedavi yaklaşımı konusunda fikir birliği bulunmamaktadır. 69 yaşında erkek hasta hastanemize karotid arter darlığı ve koroner arter hastalığı tanılarıyla başvurdu. Ameliyat öncesi hazırlıklar sırasında hastada aynı zamanda aort koarktasyonu olduğu saptandı. Sol internal mammaryen arter dilateydi ancak yine de koroner arter bypass greftleme operasyonu sırasında greft olarak kullanıldı. Biz bu hastadaki yaklaşımımızı sunmak istedik.
Keywords: aort koarktasyonu, internal mammaryen arter, koroner arter hastalığı
Case Report
Abdulkadir Tunç, Nihat Mustafayev, Azize Esra Gürsoy, Vildan Güzel, Gülsen Babacan Yıldız, Elif Gökçal
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 361-365
ABSTRACT
Neuro-Behçet’s Disease (NBD) is classified as parenchymal and non-parenchymal involvement. The diagnosis is made by the diagnosis of aphthous lesions, as well as by eye, skin findings, positive pathergy test and vascular lesions. In this article, we aimed to present three cases who presented to our clinic with different neurological complaints and were diagnosed with NBH as a result of clinical evaluations. Our first patient was diagnosed with NBH because of recurrent oral aphthae, genital scar, pathergy test and HLA B51 positivity, magnetic resonance (MR) involvement, and previous Behçet’s disease (BD). In our second case, non-parenchymal involvement was present and widespread cerebral venous thrombosis was detected. The development of gastrointestinal system bleeding with anticoagulant stimulation was associated with GIS involvement and was stimulatory in terms of possible complications of GI. In our last case, there were more than 3 oral aphthae per year, intermittent arthralgia complaints and parenchymal central nervous system involvement and HLA B51 was positive. We wanted to emphasize the need for detailed history and examination of BD in patients with headache, consciousness changes or acute neurological deficits and emphasize the importance of this disease which is common in our country.
Keywords: Behçet's disease, neuro-behçet’s disease, central nervous system, cerebral venous thrombosis
ÖZ
Nöro-Behçet Hastalığı (NBH) parankimal ve non-parankimal tutulum olarak sınıflandırılmıştır. Tanı aftöz lezyonların yanında göz, cilt bulguları, paterji testi pozitifliği ve vasküler lezyonların tanınması ile konmaktadır. Bu yazımızda kliniğimize farklı nörolojik yakınmalarla başvuran ve klinik değerlendirmeler sonucunda NBH tanısı alan 3 olgu sunmayı amaçladık. Birinci olgumuzda tekrarlayan oral aftlar, genital skar, paterji testi ve HLA B51 pozitifliği, magnetic rezonans (MR) tutulum özellikleri ve öncesinde Behçet hastalığı (BH) tanısı almış olması nedeniyle NBH tanısı konuldu. İkinci olgumuzda non-parankimal tutulum mevcuttu ve yaygın serebral venöz tromboz saptandı. Antikoagülan kullanımı ile gastrointestinal system (GİS) kanama gelişmesi BH’nın GİS tutulumu ve olası komplikasyonlar açısından uyarıcıydı. Son olgumuzda yılda 3 ten fazla oral aft öyküsü, aralıklı artralji yakınmaları ve parankimal merkezi sinir sistemi tutulumu mevcuttu ve HLA B51 pozitifti. Baş ağrısı, bilinç değişiklikleri veya akut nörolojik defisitler gibi farklı klinik tablolarla başvurabilen olgularda BH açısından gerekli öykü ve muayenenin detaylı yapılması gerektiğini hatırlatmak ve ülkemizde sık görülen bu hastalığın önemine vurgu yapmak istedik.
Keywords: Behçet hastalığı, nöro-behçet hastalığı, santral sinir sistemi, serebral venöz tromboz