Research Article
Ömer Hızlı, Cengiz Sivrikaya, Hakan Ulusoy, Zeynep Alev Sarısoy, Ahmet Burçin Sarısoy, Güven Yıldırım, Kürşat Murat Özcan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 89-92
ABSTRACT
Aim: To reveal the importance of rapid antigen test in detecting the agent in the patients with acute tonsillitis.
Material and Method: We performed rapid antigen tests on 36 patients with the complaints of sore throat and fever, who were diagnosed as ‘acute tonsillopharyngitis’ regarding the physical examination results. Then we noted the complete blood count values with c- reactive protein levels and erythrocyte sedimentation rates of all patients. We divided the patients into two groups according to the rapid antigen test results and statistically compared the mean white blood cell, c- reactive protein levels, erythrocyte sedimentation rates, neutrophil- lymphocyte ratios and platelet- lymphocyte ratios of two groups.
Results: Rapid antigen test was positive in 18 patients and negative in 18 patients. The mean white blood cell, creactive protein, erythrocyte sedimentation rate, neutrophil- lymphocyte ratio and platelet- lymphocyte ratio levels were 11400± 4100/µlt, 6.1±4.5 mg/dL, 25.1±18 mm/min, 4.93±2.72 and 130.6 ±67.2 in positive test group and 11800±3200/µlt, 7.2± 6 mg/dL, 15±8 mm/min, 5.55±3.65 and 135.3±37.2 in negative test group respectively. The mean white blood cell, c- reactive protein levels, erythrocyte sedimentation rates, neutrophil- lymphocyte ratios and platelet- lymphocyte ratios did not significantly differ between the groups (p>0,05).
Conclusion: Rapid antigen test results were not associated with laboratory blood analysis results and inflammation markers may be elevated even in viral infections.
Keywords: Rapid antigen, tonsillitis, antibiotic, neutrophil-lymphocyte ratio
ÖZ
Amaç: Akut tonsillit hastalarında etkeni saptamada hızlı antijen testinin öneminin ortaya konulması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Polikliniğimize boğaz ağrısı ve yüksek ateş şikâyetleriyle başvurup muayene sonucunda ‘akut tonsillofarenjit’ tanısı alan 36 hastaya poliklinik şartlarında hızlı antijen tarama testi yapıldı, ardından tam kan sayımı, sedimantasyon hızı ve c-reaktif protein düzeyleri tespit edildi. Hastalar hızlı antijen testi pozitifliğine göre iki gruba ayrılarak iki grubun ortalama beyaz küre, c-reaktif protein, eritrosit sedimantasyon hızı, nötrofil-lenfosit oranı ve platelet-lenfosit oranı değerleri istatistiksel olarak karşılaştırdı.
Bulgular: Hızlı antijen tarama testi 18 hastada negatif iken 18 hastada pozitif bulundu. Hızlı antijen testi pozitif olanlarda ortalama beyaz küre, c-reaktif protein, eritrosit sedimantasyon hızı, nötrofil-lenfosit oranı ve plateletlenfosit oranı değerleri sırasıyla 11400± 4100/µlt, 6,1± 4,5 mg/dL, 25,1 ±18 mm/dk, 4,93±2,72 ve 130,6 ±67,2 olarak bulundu. Negatif olan grupta sırasıyla 11800± 3200/µlt, 7,2± 6 mg/dL, 15±8 mm/dk, 5,55 ±3,65 ve 135,3±37,2 olarak bulundu. İki grup arasında beyaz küre, c-reaktif protein, eritrosit sedimantasyon hızı, nötrofil-lenfosit oranı ve platelet-lenfosit oranı ortalamaları açısından anlamlı fark saptanmadı (p>0,05).
Sonuç: Hızlı antijen tarama testinin pozitif veya negatif olması laboratuvar değerleri ile ilişkilendirilememiş olup, inflamasyon göstergesi olan laboratuvar bulguları viral kaynaklı tonsillit hastalarında da yükselebilmektedir.
Keywords: Hızlı antijen, tonsillit, antibiyotik, nötrofil-lenfosit oranı
Research Article
Fatih Karataş
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 93-97
ABSTRACT
Aim: We wanted to evaluate the dose intensity and the rate of opioid use in patients hospitalized with a diagnosis of cancer at Medical Oncology Department.
Material and Method: June to December 2016, data were retropectively analiysed from 173 patients in 490 advanced cancer patients who were admitted to our clinic and received opioid treatment. Types of opioid use divided as weak (equal to ≤100 mg/day and strong (equal to >100 mg/day morphine), and the opioid dose intensity were examined.
Results: A total of 173 patients, 114 (66.3%) were male and 58 (33.7%) were female, mean age of 59.9±4.12 were found. 141 (81.5%) patients had metastases, 32 (18.5%) patients had no metastases. According to type of cancer, 37 patients were classified (21.4%) lung, 34 (19.7%) of the stomach, 22 patients (12.7%), breast, and 17 (9.8%), leukemia, lymphoma, 16 (9.2%), colon and 16 (9.2%) of the prostate, 11 patients (6.4%), the rectum, and 10 (5.8%), pancreatic cancer, and 10 patients (5.8%) present in other cancers. There were no statistically differences found among opioid side effects according to opioid dosage (p> 0.05).
Conclusion: Regardless of the type of cancer, high doses of opioid are required in at least one of the three opioidutilizing patients. Since high dose opioid use does not bring with it a higher risk of side effects, the opioid should be used in an effective and very high dose of opioid when it is needed for palliation of pain in cancer patients.
Keywords: Cancer pain, opioid therapy, low-dose opioid, high-dose opioid
ÖZ
Amaç: Opioidler ileri evre kanser hastalarında orta ve şiddetli ağrıların tedavisinin temel taşını oluşturmaktadır. Opioidlerin doğru endikasyonları oluşsa bile gerektiği kadar yaygın ve yeterli dozda kullanılmamaktadır. Ülkemizdeki opiod kullanımına ışık tutmak için, opioid kullanan kanser hastalarında tanı, opioid dozu ve yan etki profilini değerlendirmek istedik.
Gereç ve Yöntem: Haziran–Aralık 2016 tarihleri arasında kliniğimize yatan toplam 490 ileri evre kanser hastasının verileri retrospektif olarak incelendi ve bu hastalardan opioidle (fentanil) ağrı palyasyonu sağlanan 173 ileri evre kanser hastası çalışmaya dahil edildi. Opioid dozları zayıf (≤100 mg/gün oral morfin ve eşdeğeri) ve yüksek (>100 mg/gün oral morfin ve eşdeğeri) olarak ikiye ayrıldı ve guruplar arasında demografik veriler ve yan etkiler açısından farklılık olup olmadığı incelendi.
Bulgular: Toplam 173 hastanın, 115’i (%66.5) erkek ve 58’i (%33.5) kadındı ve ortalama yaş 59.9±12 olarak saptandı. Hastaların 141 (%81.5)’i metastatik, 32’si (%18.5) non-metastatik ileri evredeyken, 37 (%21.4) akciğer, 34 (%19.7) mide, 22 (%12.7) meme, 17 (%9.8) lenfoma-lösemi, 16 (%9.2) kolon, 16 (%9.2) prostat, 11 (%6.4) rektum, 10 (%5.8) pankreas ve 10 (%5.8) hastada ise diğer kanserler mevcuttu. Yüksek doz opioid kullanımı sıklığı ve tanılar (pankreas, mide, prostat, kolorektal, meme, akciğer ve lenfoma; sırasıyla %50, %44.1, %37.5, 30.7, %36.4, %32.4, ve %17.6, P = 0.62) ve yan etki profili açısından anlamlı fark yoktu (p>0.05).
Sonuç: Kanser türünden bağımsız olarak, opioid kullanan üç hastanın en az birinde yüksek doz opioid ihtiyacı mevcuttur. Yüksek doz opioid kullanımı beraberinde daha yüksek oranda yan etki riskini de getirmediğinden dolayı, kanser hastalarında ağrı palyasyonu için gerek görüldüğünde opioid dozu etkin ve çok yüksek dozlara kadar artırılarak kullanılmalıdır.
Keywords: Kanser ağrısı, opioid tedavisi, düşük doz opioid, yüksek doz opioid
Research Article
Özgür Albuz, Hakan Buluş, Mustafa Doğan, Arzu Boztaş
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 98-102
ABSTRACT
Aim: Laparoscopic appendectomy is increasingly accepted as the operation of choice in patients with suspected or confirmed acute appendicitis. The aim of the current study was to evaluate the effectiveness of appendiceal stump closure using stapler.
Material and Method: 24 patients with acute appendicitis who underwent laparoscopic appendectomy between April 2016 - June 2016 were included in the study. It was a retrospective reviewed. Informed consent of each subject and approval of the Local Ethics Committee was obtained. The patients who had signed the informed consent form were included in the study. Patients with immuno suppression, diabetes mellitus, using steroid medications, under the age of 18, over 65 were excluded. Additionally, cases diagnosed as plastrone appendicitis, who had history of abdominal surgery and negative appendectomy proven macroscopically and histopathologically were excluded.Medical records were screened retrospectively, in terms of hospitalization time, duration of operation, return to work, rate of return, stump leak, wound infection rate and cost.
Results: Laparoscopic appendectomy was performed in 24 patients that is 16 males and 8 females (mean age of 33.1 years; range of 16 to 65 years). Mean hospital stay was 2,8 days (range 2–6 days). Only one patient had post-operative wound infections (4%). Conversion rate was 0%. No appendiceal stump leaks or intra-abdominal abscess occurred. Mean operative time was 13 (7-21) minute . In addition, time to the onset of oral feeding and normal daily activity were recorded and were 16 (12-26) hours, 3.8 (3-9) days respectively. Use of stapler for closure of the appendicular stump increased the current cost of 320$(total 940$).
Conclusion: Our study showed that appendectomy with a stapler can be done as a fast, safe and comfortable procedure due to its advantages of low morbidity, early oral intake and return to daily activities. However, use of stapler for closure of the appendicular stump increase the current cost.
Keywords: Laparoscopic appendectomy, linear stapler, appendiceal stump, cost
ÖZ
Amaç: Akut apandisit şüphesi veya doğrulanmış hastalarda laparoskopik apandisit ameliyatı giderek artan bir tercihtir. Bu çalışmanın amacı stapler kullanımının appendiks güdüğünün kapatılmasındaki etkinliğini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: Akut apandisit tanısıyla Nisan 2016- Haziran 2016 tarihleri laparoskopik apandektomi uygulanan 24 hasta çalışmaya dahil edilmiştir. Çalışma retrospektif olarak planlanmıştır. Her bir konunun bilgilendirilmiş onayı ve Yerel Etik Komitesi onayı alındı. Bilgilendirilmiş onam formunu imzalayan hastalar çalışmaya dahil edildi. İmmün baskılama, diabetes mellitus, 18 yaş altı steroid ilaçları, plastrone apandisit tanısı alan, karın cerrahisi öyküsü olan ve makroskopik ve histopatolojik olarak kanıtlanmış negatif appendektomi yapılan hastalar hariç tutuldu. Hastanede kalış süresi, çalışma süresi, işe geri dönüş, geri dönüş oranı, güdük sızıntısı, yara enfeksiyon hızı ve maliyet açısından tıbbi kayıtlar retrospektif olarak tarandı.
Bulgular: 16 erkek ve 8 kadın olan 24 hastaya laparoskopik apandektomi uygulandı. (ortalama yaş 33.1 – yaş aralığı 15-65 arasıdır) 24 hastada stapler kullanılarak laparoskopik appendektomi uygulamıştır. Ortalama hastane yatış süresi 2,8 gündür(2-6 gün aralığında). Sadece 1 hastada postoperatif yara yeri enfeksiyonu olmuştur (%4). Dönüşüm oranı %0 ‘dır. Appendiks güdüğünün açılması veya abse formasyonu vuku bulmamıştır (%4). Ameliyat süresi ortalama 13 (7-21) dakika, ilk oral gıdaya ve normal günlük aktiviteye başlama zamanı ise sırasıyla; 16 (12- 26) saat, 3,8 (3-9) gün olarak bulunmuştur. Bunlara ek olarak mevcut maliyet 320 USD artırmıştır.
Sonuç: Çalışmamız, stapler ile yapılan appendektominin , düşük morbidite, erken oral alım ve günlük aktivitelere dönme avantajlarından dolayı, hızlı, güvenli ve konforlu bir prosedür olarak yapılabileceğini göstermiştir. Bununla birlikte, appendiks güdüğünün kapatılması için stapler kullanımı mevcut masrafı arttırır.
Keywords: Laparoskopik appendektomi, düz stapler, appendiks güdüğü, maliyet
Research Article
Murat Doğan, Selim Yalçın, Şeyma Üneşi
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 103-109
ABSTRACT
Aim: In this study, we aimed to determine the clinical and epidemiological features of lung cancer patients, treatment modalities, survival and factors affecting survival in the patients who were followed up at our clinic retrospectively.
Material and Method: Ninety two non-small cell lung cancer patients who were referred to Kirikkale Faculty of Medicine, Departmant of Medical Oncology Clinic between January 2012-May 2016 were included in the study.
Results: 81 patients were male (88%) and 11 females (12%),that mean age was 65,3±8,99 years. 86.6% of the patients are actively smokers. At the time of diagnosis 94.5% of patients were ECOG 0-1 performance status. For histopathologic subgroups, 47 (51.1%) adenocarsinomo, 39 (42.4%) were squuamouscell carcinoma, 6 (6.5%) other NSCLC subtypes. The presence of lymphovascular invasion is compared with tumor types, lymphovascular invasion have observed in 62.5% (n=5) of adenocarcinoma, 37.5% (n=3) of squamous cell carcinoma. In the 29.6% (n=8) of the cases, there was lymphovascular invasion but the lymphovascular invasion have not observed in the majority of the patients (%70.4, n=19). Median survival was 23.4 months in males, 18.1 months in women (p= 0.63). The survival was effected by lymphovascular invasion, ECOG performance status and cancer stage but not by age, sex, co-morbidity, smoking, cancer type, treating with chemotherapy, existing brain metastasis.
Conclusions: In conclusion, our study evaluates clinical, histologic, survival features and factors affecting survival in non-small cell lung cancer patients who were followed up at our clinic.
Keywords: Non-small cell, lung cancer, survival, histologic subtypes, ECOG
ÖZ
Amaç: Bu çalışmada kliniğimizde izlenen küçük hücre dışı akciğer kanseri (KHDAK) hastalarının klinik ve epidemiyolojik özellikleri, tedavileri, ortalama sağ kalımı, sağ kalımı etkileyen faktörleri saptamayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Retrospektif dizayndaki bu çalışmaya Kırıkkale Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Anabilim Dalı Tıbbi Onkoloji polikliniğine Ocak 2012-Mayıs 2016 tarihleri arasında tanı ve tedavi amacıyla başvuran 92 küçük hücre dışı akciğer kanseri hastası dahil edildi.
Bulgular: Hastaların 81’i erkek (%88), 11’i kadın (%12), yaş ortalaması 65.3±8.99 idi (min:41, max:94). Olguların %86,6 ’i aktif sigara içicisiydi. Hastaların %94,5’inin başvuru sırasında ECOG performans durumları 0 veya 1’di. Histolojik alt gruplara göre hastaların 47 (%51,1)’i adenokarsinom, 39 (%42,4)’ü skuamöz hücreli karsinom ve 6 (%6,5)’u diğer KHDAK’idi. Tümör tipleri ile lenfovasküler invazyon varlığı karşılaştırıldığında adenokarsinomların %62,5’inde (n=5), squamöz hücreli karsinomların %37,5’inde (n=3) lenfovasküler invazyonun olduğu görülmüştür. Olguların %29,6’sında (n=8) lenfovasküler invazyon varken %70,4’ünde (n=19) olmadığı görüldü. Lenfovasküler invazyon, ECOG performans durumu ve kanser evresi sağ kalım üzerinde etkili bulunurken, yaş, cinsiyet, komorbiditeler, sigara kullanımı, kanser tipi, kemoterapi ve beyin metastazları sağ kalım üzerinde etkili değildi. Erkekler için ortanca sağ kalım 23,4 ay, kadınlar için ise 18,1 aydı (p:0.633).
Sonuç: Çalışmamızda kliniğimizde takip edilen küçük hücre dışı akciğer kanseri hastalarının klinik, histolojik, sağ kalım özellikleri ve sağ kalım üzerinde etkili olan faktörler değerlendirilmiştir.
Keywords: Küçük hücre dışı, akciğer kanseri, sağ kalım, histolojik tip, ECOG
Research Article
Mustafa Şahin, Mehmet Kabalcı, Ünsal Savcı
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 110-114
ABSTRACT
Aim: Cardiac markers have been keeping on their importance in correct triage of cardiac and noncardiac patients, in addition to physical examination finding, electrocardiography (ECG) and echocardiography (ECHO). In this study, we aimed to develop an acceptable strategy by evaluating the cardiac troponin and creatine kinase MB (CKMB) test results and clinical data of patients with acute myocardial infarction (AMI) and unstable angina pectoris (USAP) in coronary intensive care unit.
Material and Method: Clinical and laboratory data of 208 patients (age: 61±12) in coronary intensive care unit were retrospectively reviewed. Patients were divided into three groups according to their diagnosis. Group 1 consisted from 132 patients with AMI; Group 2 consisted from 28 patients with USAP without AMI; Group 3 consisted from 48 patients with noncardiac disease (chronic heart failure, renal failure, sepsis, etc.). CKMB levels were measured by the immunoinhibition method in Dimension Xpand Plus (Dade Behring Inc, Newark, USA) chemistry autoanalyzer. The cardiac T quantitative rapid assay point of care testing analyzer (Roche Diagnostics GmbH, Mannheim, Germany) was used for cTnT (cardiac troponin T) measurement.
Result: ROC analysis was performed for biomarkers CKMB and cTnT in evaluating the groups. For the AMI group; Area under the curve of CKMB (AUC): 0.724 (SE=0.041, p<0.001), AUC of cTnT: 0.741 (SE=0.038, p<0.001); for the USAP group; AUC of CKMB:0.536 (SE=0.067, p=0.601) and AUC of cTnT: 0.637 (SE=0.067, p=0.047) were detected.
Conclusion: The ROC analysis results and the AUC evaluations revealed the diagnostic power of cardiac markers CKMB and cTnT in the discrimination between AMI and USAP patients. The combined use of these cardiac markers increases the diagnostic power. ROC analysis may be useful in large sample studies for noncardiac patient groups.
Keywords: Creatine kinase MB, cardiac troponin T, acute myocardial infarction, unstable angina pectoris
ÖZ
Amaç: Kardiyak belirteçler; kardiyak ve non-kardiyak hastaların doğru triajında fizik muayene bulguları, elektrokardiyografi (EKG) ve ekokardiyografi (EKO)’ya ek olarak önemini korumaktadır. Bu çalışmada, koroner yoğun bakım ünitesindeki akut miyokard infarktüsü (AMI) ve anstabil angina pektoris (ASAP) olan hastaların kardiyak troponin ve kreatin kinaz MB (CKMB) test sonuçlarını ve klinik verilerini değerlendirerek kabul edilebilir bir strateji geliştirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Koroner yoğun bakım ünitesinde yatan 208 hastanın (yaş:61±12) klinik ve laboratuvar verileri retrospektif olarak incelendi. Hastalar tanılarına göre üç gruba ayrıldı. Grup 1, AMİ olan 132 hastadan oluştu; Grup 2, AMİ olmayan ASAP’lı 28 hastadan oluştu; Grup 3, non-kardiyak hastalığı olan 48 hastadan (kronik kalp yetmezliği, böbrek yetmezliği, sepsis, vb.) oluştu. CKMB seviyeleri Dimension Xpand Plus (Dade Behring Inc, Newark, ABD) marka biyokimya otoanalizöründe immünoinhibisyon yöntemiyle ölçüldü. CTnT (Kardiyak Troponin T) ölçümü için Cardiac T Quantitative Rapid Assay (Roche Diagnostics GmbH, Mannheim, Almanya) hasta başı cihazı kullanıldı.
Bulgular: Grupları değerlendirmede biyolojik belirteçler CKMB ve cTnT için ROC analizi yapıldı. AMI grubu için; CKMB’nin Eğri Altındaki Alan (EAA):0.724 (SE=0.041, p<0.001), cTnT’nin EAA:0.741 (SE=0.038, p<0.001); ASAP grubu için; CKMB’nin EAA:0.536 (SE=0.067, p=0.601), cTnT’nin EAA:0.637 (SE=0.067, p=0.047) olarak tespit edildi.
Sonuç: ROC analizi sonuçları ve EAA değerlendirmeleri AMI ve ASAP hastalarının ayrımında kardiyak belirteçler CKMB ve cTnT’nin tanısal gücünü ortaya koydu. Bu kardiyak belirteçlerin birlikte kullanılması tanısal gücü artırmaktadır. Non-kardiyak hasta grupları için büyük örneklemli çalışmalarda ROC analizi faydalı olabilir.
Keywords: Kreatin kinaz MB, kardiyak troponin T, akut miyokard infarktüsü, anstabil angina pektoris
Research Article
Taylan Gün
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 115-118
ABSTRACT
Aim: Preoperative coagulation screening tests are routinely performed in our country. Screening tests include PT, prothrombin Time; PTT, partial thromboplastin time; and INR, international normalized ratio. We investigated the predictive value of these tests for intraoperative and postoperative bleeding.
Material and Method: We reviewed the records of 250 elective tonsillectomy, adenoidectomy and septoplasty operations performed at the Ankara Medical Park Hospital between the years of 2015and 2017. We also reviewed the patients who experienced intraoperative or/and postoperative bleeding. Those who have bleeding disorders are excluded from the study.
Results: 32 (12.8%) patients had preoperative prolonged PT values but only two (6.2%) of these patients had intraoperative bleeding. 45 (18%) patients who had prolonged preoperative INR values, only five (11%) experienced bleeding intraoperatively. Two (4.4%) patients with prolonged INR values experienced light bleeding during the 45 days subsequent to surgery. 15 (6%) patients had prolonged preoperative PTT values, only one (6.6%)bexperienced light bleeding during surgery.
Conclusion: This study shows that preoperative coagulation screening tests have low predictive values for intraoperative and postoperative bleeding and should only be performed if there is suspected medical history for coagulation disorders.
Keywords: Surgery, coagulation tests, bleeding
ÖZ
Amaç: Ülkemizde hemen tüm merkezlerde preoperatif koagülasyon testleri rutin olarak yapılmaktadır. Bu testler içerisinde, protrombin zamanı (PTZ), parsiyel protrombin zamanı (aPTT), ve uluslararası normalize değer (INR) yer almaktadır. Bu retrospektif çalışmada biz bu laboratuar testlerinin uzamış değerlerinin intraoperatif ve postoperatif kanama ile korelasyonunu araştırdık.
Gereç ve Yöntem: Çalışma grubuna, 2015 ve 2017 yılları arasında, Ankara Medical Park Hastanesi KBB Kliniğinde tonsillektomi, adenoidektomi ve septoplasti operasyonları yapılmış olan 250 hasta dahil edildi. Operasyon sırasında ve operasyonu takip eden 45 gün içerisinde kanaması olan hastalar ayrıca değerlendirildi. Operasyon öncesi ilaç kullanımı ve kronik hastalığı olan hastalar çalışmaya dahil edilmedi.
Bulgular: Çalışmaya alınan hastalardan preoperatif PTZ değeri uzamış olan 32 hastadan (%12,8) sadece 2’ sinde (%6,2) hafif intraoperatif kanama izlendi. aPTT değeri uzamış bulunan 15 hastadan (%6) yalnızca 1’inde (%6,6) hafif intraoperatif kanama izlendi. Bu hastalardan hiçbirinde 45 gün içerisinde postoperatif kanama olmadı. INR değeri yüksek olan 45 hastadan (%18), 5 hastada (%11) intraoperatif hafif kanama izlenirken, 2 hastada (%4,4) postoperatif 45 gün içerisinde kanama izlendi.
Sonuç: Bu bulgulara dayanarak, preoperatif koagülasyon testlerinin, kanama eğilimi olan hastaları tespitte düşük duyarlılıkta olduğu ve şüphe uyandıran bir öykü yoksa yapılmasının gereksiz olduğu sonucuna varılmıştır.
Keywords: Cerrahi, koagülasyon testleri, kanama
Research Article
Serra Özbal Güneş, Yeliz Aktürk, Kerim Bora Yılmaz
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 119-124
ABSTRACT
Aim: To compare the effectiveness of contrast-enhanced (CCT) and nonenhanced computed tomography (NECT) in the diagnosis of acute appendicitis.
Material and Method: Patients’ reported to have acute appendicitis on abdominal computed tomography (CT) between January 2017 and February 2018 were identified from the radiology database.The images and clinical characteristics of 149 consecutive identified patients (Male/Female=88/61) were evaluated. The specific CT findings of acute appendicitis were recorded separately for NECT and CCT images by one radiologists without knowledge of the identity and final diagnosis of the patients. The sensitivity, specificity, positive and negative predictive values, and accuracy of CT diagnosis for acute appendicitis were compared to the clinical and surgical findings.
Results: Eighty-one (54.4%) of the 149 patients (Males/Females=48/33,age range:18–74 years; mean age:33.6 years) were acute appendicitis. There was no significant difference in mean age, appendiceal diameter, and presenting appendicolith between males and females in NECT and CCT groups (p ranged from 0.113 to 1). Sensitivity, specificity, positive and negative predictive values and accuracy for the diagnosis of acute appendicitis were 97.9%, 94.6%, 95.9% and 97.2%, 96.5%, respectively in patients with NECT; 96.9%, 95.8%, 96.9%, and 95.8%, %96.4, respectively in patients with CCT.
Conclusion: The diagnostic sensitivity, specificity, and accuracy of NECT are similar to CCT for the diagnosis of acute appendicitis. NECT has several advantages for patients with suspected appendicitis in a busy emergency department setting.
Keywords: Appendicitis, computed tomography
ÖZ
Amaç: Akut apandisit tanısının konulmasında intravenöz kontrast madde kullanılarak ve kullanılmadan elde edilen bilgisayarlı tomografi incelemelerinin etkinliğini karşılaştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Acil servise 1 Ocak 2017 ile 1 Şubat 2018 tarihleri arasında akut nontravmatik karın ağrısı ile başvuran, akut apandisitit ön tanısı ile bilgisayarlı tomografi incelemesi yapılan, 18 yaş üstü hastaların medikal kayıtları ve görüntüleme bulguları retrospektif değerlendirildi. Çalışmaya 149 hasta (Erkek/Kadın=88/61) dahil edildi. Bilgisayarlı tomografi görüntüleri, hastaların daha önceki bilgisayarlı tomografi raporunu ve nihai tanısını bilmeyen bir radyolog tarafından değerlendirildi. Akut apandisit tanısında kontrastsız ve kontrastlı bilgisayarlı tomografinin duyarlılığı, özgüllüğü, pozitif ve negatif tahmini değeri, doğruluğu analiz edildi.
Bulgular: Bilgisayarlı tomografide 81/149 hasta (Erkek/Kadın=48/33, yaşları 18–74 arasında; ortalama yaş 33,6) akut apandisit olarak değerlendirildi. Kontrastsız ve kontrastlı bilgisayarlı tomografi ile akut apandisit tanısı konulan erkekler ile kadınlar arasında, yaş, apendiksin çapı, apendikolit görülmesi bakımından anlamlı farklılık saptanmadı (p>0,05). Cerrahi sonuçlarına ve hastaların klinik takiplere göre kontrastsız ve kontrastlı bilgisayarlı tomografinin akut apandisit tanısı koymada duyarlılığı, özgüllüğü, pozitif ve negatif tahmini değeri, doğruluk oranı sırasıyla; %97,9, %94,6%, %95,9 ve %97,2, %96,5 ; %96,9, %95,8, %96,9 ve %95,8, %96,4 bulundu.
Sonuçlar: Akut apandisitin tanısında kontrastsız bilgisayarlı tomografinin, kontrastlı bilgisayarlı tomografi kadar tanısal doğruluğu ve duyarlılığı bulunmaktadır. Hasta yoğunluğunun fazla olduğu acil servislerde kontrast madde kullanılmadan da akut apandisit tanısı koyulabilir.
Keywords: Apandisit, bilgisayarlı tomografi
Research Article
Tevfik Oğurel, Reyhan Oğurel, Nesrin Büyüktortop, Erhan Yumuşak, Zafer Onaran
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 125-129
ABSTRACT
Aim: To evaluate demographic characteristics, intraoperative problems and postoperative complications of cataract surgery in patients with pseudoexfoliation (PEX) syndrome
Material and Method: The files of patients who underwent cataract surgery in the last 1 year were retrospectively scanned and 147 eyes of 130 patients with PEX were included. Examination findings were obtained from medical records retrospectively with information on surgery and postoperative follow-up information. Patients were divided into 2 groups with and without PEX. Preoperative and postoperative visual acuities, intraocular pressure(IOP), pupil dilatation, presence of zone weakness, intraoperative and postoperative complications, and patients with and without glaucoma were noted separately.
Results: Among the patients included in the study were 71 men (54.6%) and 59 women (45.4%). The mean age man was 68,62 ± 8,04 the mean age of women was 67,84 ± 9,64 for females. There was an increase in visual acuity in both groups when compared with the best corrected visual acuity before and after surgery (p<0.001). The postoperative IOP values of the patients were significantly higher statistically significantly lower than preoperative values (p<0.001). The most common preoperative problem was weak dilatation of the pupil, which was 81.75% (n: 112) in all eyes.
Conclusion: There are many factors that complicate cataract surgery in patients with PEX, and surgeons should be aware of the potential complications of cataract surgery in these patients.
Keywords: Pseudoexfoliation, cataract surgery, weak zonules
ÖZ
Amaç: Psödoeksfoliasyon(PEKS) Sendromu ve glokomu olan hastaların demografik özellikleri, cerrahi sırasında karşılaşılabilecek problemleri ve postoperatif komplikasyonları değerlendirmek.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya son 1 yıl içerisinde katarakt cerrahisi geçiren hastaların dosyaları retrospektif taranarak, PEKS tanılı 130 hastanın 147 gözü dahil edildi. Muayene bulguları, cerrahi ve postoperatif takip bilgileri geriye dönük olarak tıbbi kayıtlardan alındı. Hastalar PEKS olan ve olmayan olacak şekilde 2 gruba ayrıldı. Ameliyat öncesi ve sonrası görme keskinlikleri, göz içi basınçları(GİB), pupil dilatasyonu, zonül zayıflığı olup olmadığı, intraoperatif ve postoperatif komplikasyonlar ile glokomu olan ve olmayan hastalar ayrı ayrı not edildi
Bulgular: Çalışmaya dâhil edilen hastaları 71’i erkek (%54,6), 59’u(%45,4) kadındı. Yaş ortalaması erkeklerde 68,62±8,04 iken, kadınlarda 67,84±9,64 idi. Ameliyat öncesi zonül zayıflığı olan göz sayısı 69, olmayan göz sayısı ise 78 idi. Ameliyat öncesi ve sonrası düzeltilmiş en iyi görme keskinlikleri açısından karşılaştırıldıklarında her iki grupta da görme düzeyinde artış vardı ve istatistiksel olarak ileri düzeyde anlamlıydı(p<0.001). Hastaların ameliyat sonrası GİB değerleri ameliyat öncesi değerlere göre istatistiksel olarak anlamlı derecede daha düşüktü(p<0.001). Hastalarda ameliyat öncesi en sık görülen problem pupillanın zayıf dilatasyonu idi ve bu oran tüm gözler içinde %81,75(n:112) idi.
Sonuç: PEKS hastalarında katarakt cerrahisini zorlaştıran birçok faktör bulunmaktadır ve cerrahlar bu hastalarda katarakt cerrahisinin potansiyel komplikasyonlarının farkında olmalıdır.
Keywords: Psödoeksfoliasyon, katarakt cerrahisi, zonül zayıflığı
Research Article
Nilgün Altın, Salih Cesur, Göknür Yapar Toros, Kamer Koldaş, Gülkan Solgun, İrfan Şencan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 130-134
ABSTRACT
Aim: The infections caused by candida species are important causes of mortality in intensive care unit (ICU) patients. In this study, we aimed to determine the distributions of candida species and the susceptibilities of these organisms to amphotericin B, flucanazole, flucytosine, and varicozanole retrospectively, which were isolated from various clinical samples of ICU patients at Etlik Education and Research Hospital.
Materials and Method: In this study, a total of 51 Candida species were included that were isolated from urine (n=46, 90%), blood (n=2, 4%), bronchoalveolar lavage fluid (n=2, 4%) and wound cultures (n=1, 2%) of ICU patients between January 2011 and January 2012. Candida species were identified by germ tube test and VITEK 2 Compact System (BioMerieux, France) automatized identification system and their antifungal susceptibilities were determined.
Results: Of these 51 candida species; 26 (51%) were C. albicans, 7 (14%) were C. tropicalis, 5 (10%) were C. parapsilosis, 4 (8%) were C. glabrata, 3 (6%) were C. lusitaniae, 3 (6%) were C. Krusei, 2 (4%) were C. famata and 1 (2%) was C. kefyr. Forty-nine (98%) candida species were investigated for antifungal susceptibility. For flucytosine, 47 (95.9%) species were sensitive whereas 2 C. krusei species were moderately sensitive. For fluconazole, 42 species (85.7%) were sensitive, 6 species (3 C. krusei, 3 C. glabrata) were resistant, and 1 species (C. galibrata) was moderately sensitive. For voricanazole, 48 species (98%) were sensitive, and 1 C. glabrata species was resistant. For amphotericin B, 45 species (91.8%) were sensitive and 4 species (2 C. krusei, 2 C. glabrata) were moderately sensitive.
Conclusion: In intensive care unit patients, identification of Candida species and determination of antifungal susceptibilities is necessary for planning both empirical and agent specific antifungal therapy.
Keywords: Intensive care unit, candida species, antifungal susceptibility
ÖZ
Amaç: Candida türlerine bağlı infeksiyonlar yoğun bakım ünitelerinde yatan hastalarda mortalitenin önemli bir nedenidir. Bu çalışmada, Etlik İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi Yoğun Bakım Ünitesinde yatan hastaların çeşitli klinik örneklerinden izole edilen candida türlerinin dağılımının ve amfoterisin B, flukonazol, flusitozin ve vorikonazol duyarlılıklarının retrospektif olarak belirlenmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmada Ocak 2011- Ocak 2012 tarihleri arasında Etlik İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi Yoğun Bakım Ünitesi’nde yatan hastaların 46 idrar (90.2), 2 kan (%4 ), 2 (%4)bronkoalveoler lavaj sıvısı ve 1 (%2) yara kültüründen izole edilen toplam 51 Candida suşu çalışmaya alındı. Candida suşları germ tüp testi ve VITEK 2 Compact System (BioMerieux,Fransa) otomatize identifikasyon sistemi ile tanımlandı ve antifungal duyarlılıkları belirlendi.
Bulgular: Toplam 51 Candida suşunun 26 (%51)’sı C.albicans, 7 (%14)’si C. tropicalis, 5 (%10 )’i C. parapsilosis, 4 (%8)’ü C.glabrata, 3 (%6)’ü C. lusitaniae, 3 (%6)’ü C. krusei, 2(%4)’si C. famata ve 1 (%2)’i C.kefyr olarak belirlendi. Kırkdokuz (%96) Candida suşunda antifungal duyarlılık araştırıldı. Flusitozin 47 suşta (%95.9) duyarlı iken, 2 tane C.krusei suşunda orta duyarlı idi. Flukonazol 42 suşta (%85.7) duyarlı iken, 6 suşta dirençli (3’ü C. krusei, 3’ü C.glabrata ), 1 C.glabrata suşunda ise orta duyarlı idi. Vorikonazol 48 suşta (%98) duyarlı iken, 1 C. glabrata suşunda dirençli idi. Amfoterisin B 44 suşta (%90) duyarlı iken, 4 suşun (2’si C. krusei, 2’si C. glabrata) orta duyarlı olduğu tespit edildi.
Sonuç: Yoğun bakım ünitesinde yatan hastalarda Candida türlerinin sıklığının ve antifungal duyarlılıklarının saptanması hem ampirik antifungal tedavinin planlanması hem de etkene spesifik antifungal tedavinin belirlenmesi açısından gereklidir.
Keywords: Yoğun bakım ünitesi, candida türleri, antifungal duyarlılık
Research Article
Yaşar Topal, Yasemin Balcı, Melike Erbaş
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 135-141
ABSTRACT
Aim: In this study, it was aimed to evaluate cases of children aged 18 years or younger who applied for forensic report due to sexual abuse.
Material and Method: We retrospectively reviewed the reports of those who were younger than 18 years old, who were referred to our center between 01 June 2012 and 31 December 2014 for sexual abuse. In addition to the demographic data such as age and gender, the results of the examinations were evaluated with respect to the aggressor's degree of proximity to the victim, the scene of the incident, the period of time during which the report was requested, the period between the event date and first examination.
Results: In our study, 240 (62.0%) of 387 cases brought to sexual exploitation were children. 85.4% of the cases were female, 14.6% were male, 97.1% were citizens of Republic of Turkey (TC) and 2.9% were foreign nationals. Of the total children, 45.4% were adolescents aged between 13 and 15 years. Of these, 26.3% of the suspects were male friends, lovers, fiancées, spouses, 20.5% were blood relatives and non-relatives. In 62.9% of the children, the event occurred in houses and annexes. In 31.6% of the cases, the time from the sexual assault to the last examination time was between 3 months and 1 year, 19% of the cases were found to be longer than 1 year. Abnormalities occurred in 50.6% of the cases between May-August, 23.8% of them were examined in the first 72 hours after the injury and 57.9% of them were examined at the Forensic Medicine Department.
Conclusion: It is striking that victims are delayed after complaints; for this reason it is generally necessary to create awareness in the whole society, to make informed and educated studies for the purpose of bringing up the descendents without loss, and to evaluate the cases with a multidisciplinary approach.
Keywords: Children, sexual abuse, Muğla
ÖZ
Amaç: Bu çalışmada, cinsel istismar nedeniyle adli rapor istemi ile başvuran 18 yaş ve altındaki çocuk olguların değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Merkezimize, 01 Haziran 2012 - 31 Aralık 2014 tarihleri arasında cinsel istismar nedeniyle baş- vuran olgulardan, 18 yaşından küçük olanların raporları retrospektif olarak incelendi. Olguların, yaş ve cinsiyet gibi demografik verilerinin yanı sıra, saldırganın mağdura yakınlık derecesi, olay yeri, hangi konularda rapor istendiği, olay tarihi ile ilk muayenesi ve birimimizdeki muayenesi arasında geçen süreler ile muayene sonuçları değerlendirilmiştir.
Bulgular: Cinsel istismar nedeniyle getirilen 387 olgunun 240’ı (%62,0) çocuktu. Olguların %85,4’ü kız, %14,6’sı erkek, %97,1’i Türkiye Cumhuriyeti (TC) vatandaşı, %2,9’u yabancı uyruklu idi. Toplam çocuk olguların % 45,4’ü 13-15 yaş arasındaki ergenlerdi. Bunlardan %26,3’ünde şüpheli saldırganlar erkek arkadaş, sevgili, nişanlı, eş gibi kişilerken, %20,5’inde kan bağı olan ve olmayan akrabalardı. Çocukların %62,9’unda olay ev ve eklentilerinde gerçekleşmişti. Olguların %31,6’sında cinsel saldırı olayının gerçekleştiği andan son yapılan muayene zamanına kadar geçen süre 3 ay ile 1 yıl arasında olup %19’unda bu sürenin 1 yıldan uzun olduğu saptanmıştır. İstismar, olguların
%50,6’sında Mayıs-Ağustos ayları arasında meydana gelirken, %23,8’i olaydan sonraki ilk 72 saat içinde muayene edilebilmiş, bunların da % 57,9’u Adli Tıp Şube Müdürlüğü’nde muayene edilmiştir.
Sonuç: Mağdurların, olay sonrası şikâyet sürelerinin gecikmesi dikkat çekicidir; bu sebeple genel olarak tüm toplumda, bu konuda farkındalılık yaratmak, delliller kaybolmadan getirilmeleri amacıyla bilgilendirme ve eğitim çalışmalarının yapılması ve multidisipliner bir yaklaşımla olguların değerlendirilmesi gerekmektedir.
Keywords: Çocuklar, cinsel istismar, Muğla
Research Article
Erdal Komut, İlkay Akmangit, Bige Sayın, Zeliha Nilgün Yıldırım, Doğan Dede
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 142-148
ABSTRACT
Aim: Hydatid cyst disease is a common health problem all over the world that is caused by ecoinococci. In this study, we aimed to improve the effectiveness of percutaneous interventional treatment by investigating the factors effecting its effectiveness, complications and the factors that causing complications..
Material and Method: In our study, 255 patients who underwent percutaneous intervention with preliminary diagnosis of hydatid cyst between 2007-2012, was evaluated retrospectively. Factors that is affecting treatment effectiveness and complications was examined. The data was assessed by using SPSS 19.0. Kolmogorov Smirnov test, Chi-square test, Mann Whitney U test and Kruskal Wallis tests were used. The results were evaluated in 95% confidence interval with p<0.05 significance level.
Results: The mean age of the patients in the study was 47±17.6 years, while 163 cases (63.9%) were female. Cysts were most commonly located in the right lobe of the liver (76%) and were usually solitary cysts (85.1%). The cysts were usually in type 1 (91.4%) group and the content was mostly rock water (76.5%). The average volume determined in patients was 186 ml. The average amount of fluid that withdrawn was 87 ml, while the average saline given was 52 ml. Catheter application, irrigation with saline and alcohol ablation was performed 29.8%, 79.2%, and 30% of the cases respectively. Albendazole was initiated in 85.1% of cases before treatment. Cyst localization, number of cysts, and previous treatment had no effect on treatment effectiveness (p>0.05). Cyst type, cyst content, catheter application, alcohol ablation and albendazole changed the efficacy of the treatment (p>0.05). Complications developed in 6% of the patients and nausea was the most common complication. There was no significant effect of past treatments, cyst location, number of cysts, cyst type, catheter application, alcohol ablation and fluid content on complication development. (p>0.05). Bile fistula and infected cyst was observed 9% and 4.3% of patients, respectively. Cyst regression was seen 94% of patients. No recurrent lesions were found in the majority of patients (58%). The most common lesion was pseudotumor.
Conclusion: As a conclusion, percutaneous treatment of hydatid cyst in appropriate patients is more effective than open surgery in terms of effectiveness, inexpense, complication risks, and hospital stay.
Keywords: Hydatid cyst, interventional radiology
ÖZ
Amaç: Kist hidatik hastalığı, ekinokokların yol açtığı, tüm dünyada sık rastlanılan ciddi bir sağlık sorunudur. Çalışmamızda kist hidatiklerde perkütan girişimsel tedavinin etkinliğini ve bu etkinlik üzerine etki eden faktörleri, komplikasyonlarını ve komplikasyonlar üzerine etkili olan faktörleri inceleyerek yöntemin kullanımını geliştirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışma; 1 Ocak 2007-31 Aralık 2012 tarihleri arasında, kist hidatik ön tanılı, perkütan olarak girişim yapılan 255 hasta üzerinde retrospektif olarak yapıldı. Komplikasyon ve tedavi etkinliği üzerine etkili faktörler incelendi. Veriler SPSS 19.0 programı kullanılarak değerlendirildi. Kolmogorov Smirnov testi, Ki-kare, Mann Whitney U testi ve Kruskal Wallis testleri kullanıldı. Sonuçlar % 95’lik güven aralığında, anlamlılık düzeyi p<0.05 değerlendirilmiştir.
Sonuçlar: Çalışmaya dahil edilen hastaların yaş ortalaması 47±17.6 olup vakaların 163’ü (%63,9) kadındı. Kistler en sık karaciğerin sağ lobuna (%76) yerleşmiş olup genellikle tek kist (%85,1) olarak bulundu. Kistler genellikle tip 1 (%91,4) grubundaydı ve içeriği çoğunlukla (%76,5) kaya suyuydu. Hastalarda belirlenen ortalama volüm 186 ml idi. Ortalama çekilen sıvı miktarı 87 ml, ortalama verilen salin miktarı 52 ml idi. Vakaların %29,8’ine katater, % 79,2’sine %30’luk salin ile irrigasyon, %19.6’sına alkol ablasyonu uygulandı. Vakaların % 85,1’ine tedavi öncesi albendazol başlandı. Tedavi etkinliği üzerine kistin lokalizasyonu, kistin sayısı ve eskiden uygulanan tedavilerin herhangi bir etkisi yoktu (p>0.05). Kistin tipi, kistin içeriği, kateter uygulanması, alkol ablasyonu ve albendazol kullanımı tedavinin etkinliği değiştirmekteydi (p<0.05). Hastaların %6’sında komplikasyon geliştiği, en sık komplikasyonun ise bulantı olduğu saptandı. Komplikasyon gelişimi üzerine; geçmiş tedavilerin, kistin yerleşiminin, kistin sayısının, kistin tipinin, kateter uygulamasının, alkol ablasyonunun ve kist içerisindeki sıvı miktarlarının anlamlı etkisi yoktu (p>0.05). Safra fistülü %9 hastada, enfekte kistin ise %4,3 hastada geliştiği gözlendi, %94 oranında kistin gerilediği görüldü. Kontrole gelen hastaların çoğunda (%58) nüks lezyona rastlanmadı. En sık rastlanan lezyon psödotümördü (%12).
Tartışma: Sonuç olarak; uygun vakalarda yapılan perkütan kist hidatik tedavisi, cerrahi ile yakın etkinliğe sahip, etkili, ucuz, komplikasyon riski az ve hastanede yatış süresi açısından cerrahiden daha uygun bir yöntemdir.
Keywords: Kist hidatik, girişimsel radyoloji
Research Article
Ömer Fatih Şahin, Yakup Aksoy, Ayhan Kaydu, Erhan Gökçek
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 149-153
ABSTRACT
Aim: The purpose of this study was determine the efficacy of ultrasound guided transverse abdominis plane (TAP) block in patients after cesarean operation under spinal anesthesia.
Material and Method: In this retrospective study, we reviewed the patient files which was elective cesarean operation under spinal anesthesia between 2016 may and october. Patients were divided into two groups as non-TAP block (Group 1) and TAP block group (Group 2). Demographic data, visual analogue scale (VAS) values, nonsteroidal anti-inflammatory drug and opioid consumption were examined at postoperative 1, 2, 4, 6, 9, 12 and 24 hours. Also the first analgesic and opioid agent administration times were recorded.
Results: Postoperative 1st and 4th hour VAS values of group 1 patients (n=27) were significantly higher than Group 2 (n=31). Opioids were used in 18 patients (66.6%) in Group 1 and 9 patients (29%) in Group 2. The first opioid administration time was 200.27 minutes in Group 1 and 263.33 minutes in Group 2 (p <0.05). In Group 2, the mean time of first opioid application was 263.33 min and in Group 1 200.27 min.
Conclusions: We found that the TAP block decreased the postoperative VAS values and the opioid consumption after cesarean operation under spinal anesthesia.
Keywords: Postoperative pain, transverse abdominal plain block, cesarean section
ÖZ
Amaç: Çalışmamızda spinal anestezi altında ultrason eşliğinde uygulanan transvers abdominis plain (TAP) bloğun; sezaryen operasyonlarında postoperatif analjezi ve opioid tüketimine etkisini retrospektif olarak incelemeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: 2016 Mayıs-Ekim ayları arasında elektif şartlarda spinal anestezi altında sezaryen operasyonu olan ve çalışmaya dahil edilen 58 hastanın dosyaları retrospektif olarak incelendi. Hastalar TAP blok uygulananlar (Grup 2) ve uygulanmayanlar (Grup 1) olarak iki gruba ayrıldı. Demografik veriler, postoperatif 1, 2, 4, 6, 9, 12 ve 24. saatte bakılan vizüel analog skala (VAS) değerleri, non steroid anti-inflamatuvar ilaç ve opioid tüketimleri değerlendirildi. Ayrıca ilk analjezik ve opioid ajan yapılma zamanları da kaydedildi.
Bulgular: Grup 1 hastaların (n=27) postoperatif 1. ve 4. saat VAS değerleri Grup 2’ye (n=31) göre anlamlı derecede yüksek bulundu. Grup 1’de 18 hastada (%66,6), grup 2’de 9 hastada (%29) opioid kullanıldı. İlk opioid uygulama zamanı grup 1 de ortalama 200,27 dakika, Grup 2’de ise 263.33 dakika olarak bulundu (p<0,05).
Sonuç: Sezaryen gibi alt abdominal cerrahi operasyonları sonrası ağrı kontrolünde TAP blok uygulanmasının opioid tüketimini azalttığını düşünmekteyiz.
Keywords: Postoperatif ağrı, transvers abdominis plain blok, sezaryen
Research Article
Ömer Faruk Recep
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 154-156
ABSTRACT
Aim: To determine the importance of Schirmer test in elderly patients with epiphora.
Material and Method: A prospective study on the consecutive patients whose ages are 50 or more with a chief complaint of tearing. The cause of tearing was determined on the basis of the clinical examination including slit lamp examination, Schirmer test, dye disappearance test and irrigation test. The patients having eyelid and conjunctival abnormalities other than pinguecula and pterygium were not recruited in the study.
Results: This study included 132 patients with a mean age of 68.7 years. Nasolacrimal system abnormalities were detected in 16 eyes (6.1%). The number of eyes with a Schirmer value of 9 mm or lower was 95 (36.0%). The study population was divided into two groups in respect to the mean age. The patients under the mean age formed group 1 and the elderly patients formed group 2. The statistical analyses were performed between two groups and between two sexes. The only significant difference was detected in the comparison of the groups in respect to Schirmer test results (p<0.01). Lower Schirmer test results were obtained in the group 2 including the patients over the age of 68 years.
Conclusion: Epiphora in a normally appearing eye of an elderly patient should first bring the dry eye into mind. So the testing for the dry eye is more important than the dye disappearance test and the irrigation test in patients with a complaint of tearing.
Keywords: Dry eye, epiphora
ÖZ
Amaç: Epifora yakınması olan yaşlı hastalarda Schirmer testinin önemini belirlemek.
Gereç ve Yöntem: Bu prospektif çalışma gözlerinde sulanma şikayeti olan 50 yaş üzeri ardışık hastalar üzerinde planlanmıştır. Sulanmanın sebebi biyomikroskobik muayene, Schirmer testi, boya kaybolma testi ve irrigasyon testini içeren klinik muayeneyle belirlenmiştir. Pinguekula ve pterjiyum dışında konjonktiva ve göz kapağı anormalliği olmayan kişiler çalışmaya dahil edilmiştir.
Bulgular: Bu çalışmaya 132 hasta dahil edilmiştir. Yaş ortalaması 68,7 yıldır. Gözlerin 16'sında (%6,1) nazolakrimal sistem bozukluğu tespit edilmiştir. 9 mm ve altında Schirmer değeri tespit edilen gözlerin sayısı 95'tir (%36,0). Çalışma populasyonu ortalama yaşa göre iki gruba bölünmüştür. Ortalama yaş altında bulunan hastalar 1. grup, ortalama yaş üzerinde olanlar ise 2. grup olarak ele alınmıştır. Istatistiksel analizler iki grup ve iki cins arasında gerçekleştirilmiştir. Tek anlamlı istatistiksel fark Schirmer test sonuçlarıyla ilgili karşılaştırmada görülmüştür (p<0,01). Yani 2. grupta daha düşük Schirmer test sonuçları bulunmuştur.
Sonuç: Yaşlı bir kişide normal görünümlü bir gözde epifora mevcutsa öncelikle akla kuru göz gelmelidir. Bu nedenle sulanma şikayeti olan hastalarda kuru göze yönelik test yapılması boya kaybolması testi ve irrigasyon testinden daha önemlidir.
Keywords: Kuru göz, epifora
Research Article
Levent Demirtaş, Aytekin Çıkman, Hilal Alpcan, Aysu Timuroğlu, Faruk Karakeçili
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 157-161
ABSTRACT
Aim: Determining Entamoeba histolytica seroprevalence in patients with abdominal pain having no diarrhea who applied to internal medicine policlinics was aimed in this study.
Material and Method: In the study, 472 patients who applied to internal medicine policlinics between November 2013-December 2016 with the complaint of abdominal paint without having any diseases such as diarrhea, as the leading, acute abdominal pain, dyspepsia, cholecystopathy, acute coronary syndrome, inflammatory bowel disease, malignity, urinary tract infection, and genital and gynecological infection and 218 healthy volunteer individuals for creating the control group were included recording their age and gender properties. For the stool of the patients, ELISA kit including monoclonal antibodies against adhesin antigen specific to Entamoeba histolytica was used.
Results: Number of Entamoeba histolytica positive individuals was determined as 23 (4.9%) in patient group, and as 3 (1.4%) in the control group, and the value was found to be statistically significant (P=0.024). no significant difference was determined between gender and ages of the individuals in statistical comparison performed between the groups (P>0.05).
Conclusion: Obtained results indicated that Entamoeba histolytica was possible to be present in patients applied with the complaint of abdominal pain even without diarrhea. According to the findings we obtained, it was possible to assume that Entamoeba histolytica could cause abdominal pain during the period when it was considered to be asymptomatic. Furthermore, abdominal pain syndrome could be started to be treated diagnosing of Entamoeba histolytica early, and so that this possibilities for preventing the chronic diseases this protozoon is possible to cause in a long-term period could be provided.
Keywords: Entamoeba histolytica, diarrhea, abdominal pain, seroprevalence
ÖZ
Amaç: Bu çalışmada ishali olmadan, karın ağrısı ile iç hastalıkları polikliniğine başvuran hastalarda Entamoeba histolytica’nın seroprevelansının belirlemesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Kasım 2013 - Aralık 2016 tarihleri arasında başta ishal olmak üzere, akut karın, dispepsi, kolesistopati, akut koroner sendrom, inflamatuvar barsak hastalığı, malignite, idrar yolu enfeksiyonu, genital ve jinekolojik enfeksiyon gibi, herhangi bir rahatsızlığı olmayıp, karın ağrısı şikayeti ile iç hastalıkları polikliniğine başvuran 472 hasta birey ile kontrol grubu oluşturmak için 218 sağlıklı gönüllü birey, yaş ve cinsiyet özellikleri kaydedilerek çalışmaya alındı. Hastaların dışkılarında Entamoeba histolytica’ya spesifik adezin antijenine karşı monoklonal antikorların bulunduğu ELISA kiti kullanıldı.
Bulgular: Entamoeba histolytica pozitif kişi sayısı hasta grubunda 23 (%4.9) iken, kontrol grubunda ise 3 (%1.4) olarak saptandı ve istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p=0.024). Gruplar arası yapılan istatistiksel karşılaştırmada bireylerin cinsiyet ve yaşları arasında anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).
Sonuç: Elde edilen sonuçlar, karın ağrısı ile başvuran hastalarda ishal olmadan da Entamoeba histolytica bulunabileceğini göstermektedir. Elde ettiğimiz bulgulara göre Entamoeba histolytica’nın asemptomatik olduğu varsayılan dönemlerde karın ağrısına neden olabileceği varsayılabilir. Ayrıca karın ağrısı semptomu, Entamoeba histolytica’nın erken teşhis edilerek tedavi sürecinin başlatılmasına ve böylece bu protozoonun uzun dönemde sebep olabileceği kronik hastalıkların önlenmesine olanak sağlayabilir.
Keywords: Entamoeba histolytica, ishal, karın ağrısı, seroprevalans
Research Article
Özgür Dağlı, Gül Durmuş
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 162-166
ABSTRACT
Aim: Although the definitive diagnosis of brucellosis requires isolation of the Brucella species, diagnosis is usually made based on both clinical and laboratory findings. The aim of this study was to determine the minimum required parameters that could be valuable in the diagnosis of brucellosis.
Material and Method: A retrospective study was performed to compare the clinical and laboratory findings in 50 patients who were confirmed to have brucellosis by cultures with 50 patients with fever. Features independently predictive of brucellosis were assessed by multivariate logistic regression. Sensitivity, specificity and positive and negative predictive values were estimated.
Results: Significant clinical features of brucellosis were hepatomegaly, splenomegaly, arthritis, RF positivity, leucopenia, thrombocytopenia, anemia, and elevated ALT levels. Five of these features were found to be predictive for the diagnosis of brucellosis; splenomegaly, arthritis, RF positivity, thrombocytopenia and elevated ALT levels.
Conclusion: For the diagnosis of brucellosis, serum aglutination test does not have high specificity and sensitivity and waiting the results of cultures will delay the proper treatment. Predictive value of these results are worth taking into consideration in endemic regions.
Keywords: Brucellosis, diagnosis, prediction
ÖZ
Amaç: Brusellozun kesin tanısı bakterinin izolasyonu ile konsa da çoğunlukla klinik ve laboratuvar bulgulara dayanır. Bu çalışmanın amacı bruselloz’un tanısında gereken parametreleri ve tahmin değerlerini araştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Kültürde izole ederek tanı konan 50 bruselloz hastasının klinik ve laboratuvar bulguları ile klinikte ateş nedeni ile yatırılmış 50 hastanın bulguları retrospektif olarak taranarak karşılaştırıldı. Bu veriler lojistik regresyon analizi ile değerlendirildi. Sensitivite, spesifisite, pozitif ve negatif prediktif değerler hesaplandı.
Sonuçlar: Brusellozun anlamlı klinik özellikleri; hepatomegali, splenomegali, artrit, RF pozitifliği, lökopeni, trombositopeni, anemi ve artmış ALT seviyeleri olarak saptandı. Bu özelliklerden ise splenomegali, artrit, RF pozitifliği, trombositopeni ve artmış ALT seviyelerinin Bruselloz’un tanısında anlamlı tahmin değerlerine sahip olduğu tespit edildi.
Yorum: Bruselloz’un tanısında serum aglütinasyon testlerinin yeterli, yüksek düzeyde spesifisite ve sensitivite değerleri bulunmamakta, kültür sonuçlarının beklenmesi de tedaviyi geciktirebilmektedir. Bu nedenle endemik bölgelerde bruselloz tanısı için bu sonuçların tahmini tanısal değerleri göz önünde bulundurulmalıdır.
Keywords: Bruselloz, teşhis, tahmin
Research Article
Yasemin Kaya, Harun Düğeroğlu, Ahmet Karataş, Muhammet Özbilen
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 167-173
ABSTRACT
Aim: The aim of this study is to investigate the effects of exercise and DASH (Dietary Approaches to Stop Hypertension) diet that is proposed in order to control blood pressure and to prevent hypertension on biochemical parameters in prehypertensive patients.
Material and Method: Fifty two prehypertensive individuals were included in the study. Patients with secondary hypertension, diabetes mellitus and thyroid disorders and receiving antihypertensive treatment were excluded from the study. At the beginning of the study, the height, weight, waist circumference (BW), systolic and diastolic blood pressures of the individuals were measured. Body mass indexes (BMI) were calculated. Fasting blood glucose, fasting lipid levels, fasting serum insulin, hs-CRP, creatinine, homocysteine were analyzed. Insulin resistance was calculated with The HOMA-IR formula and the glomerular filtration rate (GFR) was calculated with the Modification of Diet in Renal Disease (MDRD) Formula. Oral glucose tolerance test was performed. Microalbumin and urine creatinine were measured in the spot urine. DASH diet and exercise were suggested to patients during six months. Initial parameters were repeated at 6 month later.
Results: The mean age of fifty-two patients was 38 ± 7.6 years and 67% were female. Systolic and diastolic blood pressures, weight, BW, BMI, total cholesterol, LDL cholesterol, triglyceride, fasting insulin level, insulin resistance and homocysteine decreased significantly and GFR increased significantly after diet and exercise treatment (respectively; p<0.001, p=0.003, p<0.001, p<0.001, p<0.001, p= 0.006, p=0.009, p=0.039, p<0.001, p=0.003, p=0.001, p<0.001).
Conclusion: It has been shown that DASH diet and exercise have corrective effects on metabolic parameters in prehypertensive individuals.
Keywords: Prehypertension, metabolic disorder, DASH diet
ÖZ
Amaç: Prehipertansif hastalarda kan basıncını kontrol altına almak ve hipertansiyona gidişi önlemek için önerilen DASH (Dietary Approaches to Stop Hypertension) diyeti ve egzersizin biyokimyasal parametreler üzerine etkisinin olup olmadığının araştırılması amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza 52 prehipertansif birey alındı. Sekonder hipertansiyonu, diabetes mellitusu ve tiroid bozuklukları olanlar ile antihipertansif ilaç kullananlar çalışma dışı bırakıldı. Çalışmanın başında bireylerin boy, kilo, bel çevresi (BÇ), sistolik ve diastolik kan basınçları ölçüldü. Vücut kitle indeksleri (VKI) hesaplandı. Biyokimyasal parametrelerden açlık serum glukozu, lipid düzeyleri, açlık serum insülini, hs-CRP, kreatinin, homosistein çalışıldı. HOMA-IR formülü ile insülin direnci ve MDRD (Modification of Diet in Renal Disease) formülü ile glomerüler filtrasyon hızı (GFR) hesaplandı. Oral glukoz tolerans testleri yapıldı. Spot idrarda mikroalbumin ve idrar kreatinin ölçümü yapıldı. Hastalara 6 ay DASH diyeti ve egzersiz önerildi. Hastaların 6 ay sonra yapılan kontrollerinde başlangıçta yapılan parametreler tekrar analiz edildi.
Bulgular: Elli iki hastanın yaş ortalaması 38±7.6 yıl idi ve % 67’si kadındı. Diyet ve egzersiz tedavisi sonrası sistolik ve diastolik kan basınçlarında, kilo, BÇ, VKI, total kolesterol, LDL kolesterol, trigliserid, açlık insülin düzeyi, insülin direncinde ve homosisteinde istatistiksel olarak anlamlı düşme, GFR de yükselme bulundu (sırasıyla; p<0.001, p=0.003, p<0.001, p<0.001, p<0.001, p= 0.006, p=0.009, p=0.039, p<0.001, p=0.003, p=0.001, p<0.001).
Sonuç: DASH diyeti ve egzersizin prehipertansif bireylerde metabolik parametreleri düzeltici etkisi gösterilmiştir.
Keywords: Prehipertansiyon, metabolik bozukluk, DASH diyeti
Research Article
Neziha Yılmaz, Aydın Çifci, Mehmet Balcı, Salih Cesur, Seda Sabah özcan, S. Süha Şen, Reyhan Öztürk, Çiğdem Kader, Hasan Irmak, Mehmet İbiş, Laser Sanal
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 174-178
ABSTRACT
Amaç: Hepatit B virüsü (HBV) ve Hepatit C virüsü (HCV) diyaliz ünitelerinde sıklıkla bulaşabilen virüslerdendir. Okült HBV veya HCV enfeksiyonu serumda HBsAg veya anti-HCV saptanamayan kişilerdeki HBV veya HCV enfeksiyonunun varlığının kan veya karaciğer dokusunda moleküler yöntemlerle (HBV-DNA, HCV-RNA ile) gösterilmesidir. Bu çalışmada hemodiyalize giren, HBV ve HCV seronegatif hemodiyaliz hastalarına ait plazma örneklerinde HBV-DNA ve HCV-RNA tayini ile okült HBV ya da HCV enfeksiyonu sıklığının araştırılması amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya hemodiyalize giren, HBV ve HCV göstergeleri (HBsAg, HBcIgG ve IgM , Anti-HCV) negatif olan 121 erişkin hasta dahil edildi. Hastalar hemodiyaliz süresi, kan transfüzyonu öyküsü, ailede hepatit B ve C enfeksiyonu varlığı açısından sorgulandı. Hastalardan alınan plazma örneklerinde HBV-DNA ve HCV-RNA varlığı COBAS® TaqMan® 48 Analyzer (for automated real-time PCR amplification and detection) kullanılarak COBAS Taqman kitleri ( Cobas Taqman HBV v.2 ve HCV v.2 Roche, US) kiti ile kantitatif olarak araştırıldı. .
Bulgular: Toplam 121 hemodiyaliz hastasının 1’inde (%0.82) HCV-RNA pozitifliği saptanırken (138.000 IU/ml ), 10(%8.2)’unda HBV-DNA saptanabilir düzeyde idi. HBV-DNA saptanan 10 plasma örneğinin 7 (%70)’sinde HBV-DNA düzeyi < 6IU/ml iken 3 (%30)’ünde HBV-DNA düzeyi > 6IU/ml olarak bulundu. HBV-DNA düzeyi > 6 IU/ml olan 3 hastaya ait HBV-DNA miktarları 108 IU/ml, 157.000.000 IU/ml ve 72.5 IU/ml olarak saptandı.
Sonuç: Çalışmamızda Hepatit B ve C yönünden serolojik göstergeleri negatif olan hemodiyaliz hastalarında okült hepatit B enfeksiyonu sıklığı okült hepatit C enfeksiyonundan yaklaşık 10 kat daha fazla oranda saptandı. Serumda, veya karaciğerde HBV-DNA veya HCV-RNA pozitifliği hemodiyaliz ünitelerinde potansiyel bulaş kaynağıdır. Hemodiyaliz hastalarında HBV veya HCV’ye bağlı okült hepatit varlığı diğer hastalara ve sağlık personeline bulaş olasılığı ve böbrek naklinden sonra hastalarda özellikle hepatit reaktivasyonu veya kronik karaciğer hastalığı gelişmesi açısından önemlidir. Bu nedenle özellikle transplantasyon planlanan hemodiyaliz hastalarında okült hepatit varlığı moleküler yöntemlerle araştırılmasının yararlı olacağı görüşündeyiz.
Keywords: Occult hepatitis, hepatitis B, hepatitis C, real-time PCR, hemodialysis patients
ÖZ
Aim: Hepatitis B (HBV) virus and Hepatitis C virus (HCV ) are commonly transmitted viruses in dialysis units. Occult HBV or HCV infections are HBV or HCV infections in patients when HBs Ag or anti-HCV is not detected in serum. In this study, it was aimed to detect HBV-DNA and HCV-RNA in plasma samples belonging to hemodialysis patients who are seronegative for HBV and HCV and to investigate frequency of occult HBV or HCV infections.
Material and Method: 121 adult patients who are receiving hemodialysis and whose HBV and HCV indicators (HBsAg, HBcIgG and IgM, Anti-HCV) are negative were included in the study. Presence of HBV-DNA and HCV-RNA in plasma samples of patients was investigated by using COBAS® TaqMan® 48 Analyzer (for automated real-time PCR amplification and detection) in a quantitative fashion with COBAS Taqman kits (Cobas Taqman HBV v.2 and HCV v.2 Roche, USA)
Results: In 1 out of 121 hemodialysis patients (0.82%), HCV-RNA level was detected as 138.000 IU/ml, in 10 out of 121 hemodialysis patients (8.2%) HBV-DNA was at detectable level. While in 7 of 10 plasma samples (70%) in which HBV-DNA was detected, HBV-DNA level was < 6IU/ml, in 3 of 10 plasma samples (30%) HBV-DNA level was found as > 6IU/ml. HBV-DNA amounts belonging to 3 patients whose HBV-DNA level was > 6 IU/ml were found as 108 IU/ml, 157.000.000 IU/ml and 72.5 IU/ml.
Conclusion: It was found out that in hemodialysis patients whose serologic indicators for Hepatitis B and C are negative, occult Hepatitis B infection is seen 10 times more frequently than Hepatitis C infection. Positive demonstration of HBV DNA or HCV RNA in serum or liver is potentially seen in hemodialysis units. Incidence of occult hepatitis due to HBV or HCV in hemodialysis patients is of significant importance in terms of the probability of its transmission to other patients and healthcare staff and development of especially hepatitis reactivation or chronic liver disease in patients after kidney transplant.
For this reason, we believe it would be particularly useful to investigate the presence of occult hepatitis by molecular methods in hemodialysis patients especially scheduled for transplantation.
Keywords: Okült hepatit, hepatit B, hepatit C, real time PCR, hemodiyaliz hastaları
Research Article
Mahmut Kalem, Ercan Şahin, Hakan Kocaoğlu, Kerem Başarır, Yusuf Yıldız, Yener Sağlık
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 179-182
ABSTRACT
Aim: Osteoid osteoma is a benign bone tumor that can be located throughout the entire skeleton except the skull.
Osteoid osteoma can be a cause of painful foot even though it is rarely seen at foot. With this paper we intend to
elucidate our clinical expertise at such cases at foot while highlighting osteoid osteoma as a distinct cause of foot pain.
Material and Method: Data were extracted retrospectively from files of ten patients with osteoid osteoma at foot.
Results: There were 6 (60%) lesions at metatarsal bones, 2 (20%) at talus, 1 (%10) at calcaneus and 1 (%10) at
distal phalange. Mean time to diagnosis was 30 months at this cohort, while mean follow-up was 2.9 years.
Conclusion: Osteoid osteoma should be considered as a distinct cause of foot pain when plain x-rays were no
sufficient for diagnosis and advanced imaging modalities should be considered.
Keywords: Osteoid osteoma, foot pain
ÖZ
Amaç: Osteoid osteoma benign bir kemik tümörü olup kafatası kemikleri hariç vücuttaki tüm kemiklerde izlenebilir.
Ayakta yerleşimi nadir olmakla beraber ayak ağrısı ayırıcı tanısında yer almaktadır. Bu çalışmanın amacı ayak
yerleşimli osteoid osteoma vakalarında klinik tecrübemizi ve lezyonun ayırıcı tanıdaki yerini ortaya koymaktır.
Gereç ve Yöntem: Toplamda ayakta osteoid osteoma ile takip edilen 10 hasta retrospektif olarak lokalizasyon,
tedavi seçenekleri ve sonuçları açısından değerlendirildi.
Bulgular: Lezyonların yerleşimlerine bakıldığında 6 hastada metatarsta (%60), 2 hastada talusta (%20), 1 hastada
kalkaneusta (%10) ve 1 hastada distal falanksta (%10) olduğu izlendi. Hastalarda tanı alma sürelerinin ortalama 30
ay iken tedavi sonrası ortalama takip süresinin 2,9 yıl olduğu görüldü.
Sonuç: Osteoid osteoma ayakta yerleşimi sık olmasa da direk grafilerle tanı konulamayan ayak ağrısı olgularının ayırıcı
tanısında osteoid osteoma da akla getirilmeli ve şüpheli olgularda ileri görüntüleme yöntemlerine başvurulmalıdır.
Keywords: Osteoid osteoma, ayak ağrısı
Review
Özlem Özkan Kuşcu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 183-189
ABSTRACT
Entubated patients in intensive care unit usually needs medical support to be in harmony with mechanical ventilation. Failure to apply proper sedation will result in treatment failure in these patients. For this reason, intensive care physicians may apply to some agents to provide sedation and analgesia. The choice of agents is based on many factors such as the patient's hemodynamics, intracranial pressure, airway dynamics, drug metabolism. In this review, the most commonly used agents for this purpose and the reasons why agents are preferred or not will be mentioned.
Keywords: Critical care, mechanical ventilation, sedation
ÖZ
Yoğun bakımda entübe takip edilen hastaların mekanik ventilasyona uyum sağlamaları çoğu zaman medikal destek gerektirir. Uygun sedasyonun uygulanmaması tedavi başarısızlığına neden olur. Bu nedenle yoğun bakım hekimleri sedasyon ve analjezi sağlamak için bazı ajanlara başvurabilirler. Ajanların seçimleri hastanın hemodinamisi, kafa içi basıncı, havayolu dinamikleri, ilacı metabolize edebilme durumu gibi birçok durum göz önünde bulundurularak yapılır. Bu derlemede bu amaçla en sık kullanılan ajanlar ve ajanların tercih edilme ya da edilmeme nedenlerinden bahsedilecektir.
Keywords: Yoğun bakım, mekanik ventilasyon, sedasyon
Review
İnci Rana Karaca, Hümeyra Yazar
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 190-200
ABSTRACT
The World Health Organization (WHO) has accepted the classification of precancers into precancerous (premalign) lesions and precancerous (premalign) conditions. There is general agreement that a premalign lesion is defined as “a morphologically altered tissue in which cancer is more likely to occur than its apparently normal counterpart. Examples for premalign lesions are leukoplakia, erythroplakia, palatal lesions associated with reverse smoking and actinic cheiloses. Examples for premalign conditions include oral submucous fibrosis, lichen planus, discoid lupus erythematosus, sideropenic dysphagia, epidermolysis bullosa and xeroderma pigmentosa. In this rewiev, we aimed to give information about leukoplakia and erythroplakia which are the most common premalign lesions and lichen planus that is one of the premalign conditions.
Keywords: premalign, erythroplakia, leukoplakia, lichen planus
ÖZ
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), prekanserleri; prekanseröz (premalign) lezyonlar ve prekanseröz (premalign) durumlar olarak sınıflandırmıştır. Premalign lezyonlar; görünüşte benzer özellikteki dokuya göre kanserin oluşma olasılığı daha yüksek olan, morfolojik olarak değiştirilmiş bir doku” olarak tanımlanmaktadır. Lökoplaki, eritroplaki, ters sigara ile ilişkili palatal lezyonlar ve aktinik şelitis premalign lezyonlara örneklerdir. Premalign durumlara örnek olarak ise oral submuköz fibrozis, liken planus, diskoit lupus eritematosus, sideropenik disfaji, epidermoliz bulloza ve kseroderma pigmentosum verilebilir. Bu derlemede; en sık rastlanan premalign lezyonlardan olan lökoplaki ve eritroplaki ile premalign durumlardan olan liken planus hakkında bilgi verilmesi amaçlanmıştır.
Keywords: premalign, eritroplaki, lökoplaki, liken planus
Case Report
Nevra Koç, Mehmet Gündüz, Özlem Ünal, Doğuş Güney, Atilla Şenaylı, Emrah Şenel
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 201-204
ABSTRACT
Long segment Hirschsprung disease (LSHD) or total colonic agangliosis (TCA) is one of the rarest forms of Hirschsprung disease (HD). It was among high mortality diseases since near future. Better understanding of clinical symptoms, early diagnosis with the help of radiologic imaging, development of proper surgical techniques and methods for dietary supplementation have decreased mortality and morbidity in time. Her we present a mature newborn male patient suffering from abdominal distention and vomiting. HH was suspected and agangliosis was determined in rectal biopsy specimens. Transanal endorectal pull through (TEPT) was performed and TCA was diagnosed from biopsy specimens taken during TEPT. Ileal pull through and ileostomy was performed and metabolic problems occurring due to loss from ileostomy after operation was managed with collaboration of department of metabolic diseases. Patients who are operated for definitive operations for TCA and who have ileostomy are prone to water-electrolyte imbalance and have high morbidity. In order to decrease mortality and morbidity, enteral nutrition and multidisciplinary approach are important.
Keywords: Ileostomy, nutrition support, total colonic aganglionosis
ÖZ
Uzun segment Hirschsprung hastalığı (USHH) veya total kolonik aganglionozis (TKA) Hirschsprung hastalığının (HH) en nadir formlarındandır. Yakın geçmişe kadar mortalitesi yüksek olan hastalıklar arasındaydı. Klinik belirtilerin iyi anlaşılması, radyolojik görüntülemeler ile erken tanı konulabilmesi, uygun cerrahi uygulama ve yeterli beslenme destek yöntemlerinin geliştirilmesi ile mortalite ve morbidite zaman içinde azaltılabilmiştir. Yazımızda batın distansiyonu ve safralı kusma nedeni ile değerlendirilen matür yenidoğan erkek hasta sunulmaktadır. HH şüphesi ile rektal biyopsi yapılan ve ganglion hücresi görülmeyen hastaya transanal endorektal pull through (TEPT) yapılması planlandı. TEPT sırasında yapılan biyopsilerle TKA saptanan hastaya, ileal pullthrough ve ileostomi yapıldı. Operasyon sonrası ileostomiden kayıp nedeniyle metabolik bozukluklar gelişen ve kilo alımı olmayan hasta metabolizma bölümü ile birlikte takip edildi. TKA nedeni ile definitif ameliyatı yapılan ileostomisi olan hastalar sıvı elektrolit dengesizliği nedeni ile yüksek morbiditeye sahiptir. Mortalite ve morbiditenin azaltılabilmesinde, beslenme desteğinin ve multidisipliner yaklaşımın önemini belirten olgu sunumu hazırlandı.
Keywords: beslenme desteği, ileostomi, total kolonik aganglionozis
Case Report
Hüseyin Kandemir, Çağlar Alp, Muhammed Karadeniz, Taner Sarak, Murat Tulmaç
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 205-208
ABSTRACT
Single coronary artery anomaly is a rare anomaly in which the right and left coronary arteries arise from a single ostium from the sinus valsalva and feeds whole heart. Most of the cases may be asymptomatic but can cause angina, syncope, myocardial infarction and sudden cardiac death. It is especially important to be diagnosed in terms of association with other congenital anomalies and the risk of encountering clinical scenarios such as sudden death in young age. Therefore a case was presented with a single coronary artery anomaly and angina complaints in this article.
Keywords: Congenital anomaly, chest pain, coronary arteries
ÖZ
Tek koroner arter anomalisi, sağ ve sol koroner arterlerin sinüs valsalvadaki tek bir ostiyumdan çıktığı ve tüm kalbi beslediği nadir görülen bir anomalidir. Olguların büyük kısmında asemptomatik olmakla beraber anjina, senkop, miyokard infarktüsü ve ani kardiyak ölüme neden olabilir. Özellikle genç yaşta ani ölüm gibi klinik tablolarla karşılaşma riski olması ve diğer konjenital anomalilerle olan birlikteliği açısından tanı konması önemlidir. Bu nedenle bu yazıda tek koroner arter anomalisi olan ve anjina yakınması ile başvuran bir hasta sunulmuştur.
Keywords: Konjenital anomali, göğüs ağrısı, koroner arterler
Case Report
Kader Arslan, Mehtap Alev, Salih Cesur, Esra Kaya Kılıç, Çiğdem Ataman Hatipoğlu, Sami Kınıklı
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 209-212
ABSTRACT
Abiotrophia defectiva (A. defectiva), formerly named as nutritionally variant streptoccocci, it is classified in Abiotrophia genus now. A. defectiva is catalase negative, Gram positive coccus. These bacteria need some essential nutrients such as pyridoxine and L-cysteine etc. to grow. For this reason, they do not grow in routine cultures. Endocarditis is rarely seen due to A. defectiva. In this manuscript, we report 38 years old male who has infective endocarditis due to A. defectiva concurrent with septic embolism and acute coronary syndrome; he recovered from mitral valve replacement and antibiotic treatment.
Keywords: Infective endocarditis, native valve, Abiotophia defectiva
ÖZ
Abiotrophia defectiva (A. defectiva), eskiden nutrisyonel varyant streptokoklar olarak isimlendirilmiş ancak, günümüzde Abiotrophia cinsi içinde sınıflandırılır. A. defectiva katalaz negatif, Gram pozitif koklarlardır. Bu bakterinin üremesi için besiyerinde pridoksin ve L-sistein gibi bazı nutrisyonel maddelere gereksinim vardır, bu nedenle rutin besiyerlerinde üretilemez. A. defectiva’ya bağlı olarak enfektif endokardit gelişimi oldukça nadirdir. Bu çalışmaya, septik emboli ve akut koroner sendrom ile birlikte A. defectiva’ya bağlı olarak enfektif endokardit gelişen, mitral kapak replasmanı ve antibiyotik tedavisi sonrası düzelen, 38 yaşında bir erkek hasta konu edilmiştir.
Keywords: Enfektif endokardit, doğal kapak, Abiotrophia defectiva
Case Report
Ahu Cerit, Tayfun Arslan, Okan Çalışkan, Ayşe Önal, Aydın Çifci
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 213-215
ABSTRACT
Toxic epidermal necrolysis, Stevens-Johnson syndrome are the most important factors in the etiology of many conditions, especially antibiotics. These clinical tables can often interfere with each other, which can lead to delayed diagnosis. We present toxic epidermal necrolysis due to the use of allopurinol. Since we have provided a center with a burning unit at a rapid rate and started treatment earlier in this center, we have received a complete recovery and we are pleased to offer this kind of treatment to take attention to the importance of early diagnosis and treatment.
Keywords: TEN, allopurinol, chronic kidney disease
ÖZ
Toksik epidermal nekroliz, Stevens-Johnson sendromu gibi pek çok durumun etiyolojisinde en önemli faktör başta antibiyotikler olmak üzere ilaçlardır. Bu klinik tablolar birbirleriyle sıklıkla karışabilir bu da tanıda gecikmelere yol açabilir. Olgumuzda allopürinol kullanımına bağlı toksik epidermal nekroliz düşündük. Yanık ünitesi olan bir merkeze hızlıca sevkini sağlayıp bu merkezdeki tedavisine daha erken başlandığı için tam bir iyileşme ile netice aldığımızdan, bu tür hastalarda erken tanı-tedavinin önemine dikkat çekmek için sunulmaya değer gördük.
Keywords: TEN, allopürinol, kronik böbrek hastalığı
Technical Brief
Akif Altınbaş
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 216-219
ABSTRACT
It is not surprized to see how the storage of data increases in the era of knowledge. On the other hand, without examining this huge data truely and wisely, huge amount of financial and human source could be waisted indeed. Besides huge storages, in order to examine this data, evidence based methods are needed as well. In the recent years, great steps for the storage of data were taken in Turkey. These health information storages, built in Health Ministry and Social Security Department, are valuable not only to lead health policy, but also for health research. All the preparations are ready for the new post-industrial era, which also known as era of knowledge, and together with academic world of our country, the studies are going on fast as they are in developed countries.
Keywords: Health, big data
ÖZ
Bilgi toplumunda beklendiği üzere veri depolanması hızlı bir şekilde artmakta ve bu devasa veri birikimini en etkin bir şekilde kullanarak eldeki mevcut sınırlı finansal ve insan gücü kaynaklarını verimli değerlendirmenin yolları aranmaktadır. Bunu yaparken bize lazım olan, analiz için etkinliği ispatlanmış bilimsel metotların varlığı ve tabii ki değerlendirmeye tabii tutulacak büyük veri depolarının varlığıdır. Ülkemiz veri depolanması konusunda son yıllarda çok önemli mesafe almıştır. Sağlık Bakanlığı ve Sosyal Güvenlik Kurumu bünyesinde kurulan sağlık verileri, hem sağlık politikalarına yön verme konusunda hem de ülkemizin bilimsel gelişimine katkı sunacak şekilde oldukça önemli bir hazinedir. Başlamış olan bu yeni sanayi ötesi devrimine hazırlıklarımız tamamlanmış olup akademik dünya ile iç içe, diğer gelişmiş ülkeler ile rekabet edebilecek düzeyde çalışmalarımız hızla devem etmektedir.
Keywords: Sağlık, büyük veri