Research Article
Ayşegül Altunkeser
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 1, pp. 1-7
ABSTRACT
Aim: Ramaddan is a month of religious fasting within a year in which eating and drinking are prohibited during the time between sunrise and sunset. We investigated whether there is an effect by prolonged periods with no fluid or food ingestion during long and hot days of Ramaddan in 2014 on obstetric B-mod and Doppler ultrasound parameters.
Material and Method: Our study included a total of 187 pregnant women admitted to our department with the request for obstetric ultrasound between June 28 and July 27, 2014. Ninety-five pregnant were recorded as the fasting group and 92 were recorded as the non-fasting control group. The fasting group was divided into two sub-groups based on the time of ultrasound examination during the day of fasting (between 0-8 hours and 9-16 hours) and three sub-groups according to the number of fasting days (1-10 days, 11-20 days and 21-30 days). We compared ultrasonographic parameters of two main and the subgroups.
Results: B-mode and Doppler ultrasound findings did not differ between the two main groups (p > 0.05). In the comparison made according to the number of fasting days, the resistive index (RI) of the umbilical artery (UMA) was lower in the sub-group of 1-10 days than the others (p=0.019).
Conclusion: In pregnant women who had sahur and iftar meals regularly, Ramaddan fasting during long and hot days did not significantly alter obstetric B mod and Doppler ultrasound parameters, but fasting decreased the resistive index of the umbilical artery in the early days.
Keywords: pregnancy, Ramaddan, ultrasonography
ÖZ
Amaç: Ramazan ayı, yıl içerisinde bir ay süren ve gün doğumu ile gün batımı arasındaki sürede yemek ve içmenin yasak olduğu oruç tutulan aydır. Çalışmamızda 2014 yılı Ramazan ayının sıcak ve uzun günlerinde açlık ve susuzluğun, obstetrik B-mod ve Doppler ultrasonografi (US) parametrelerine etkisi olup olmadığını araştırdık.
Gereç ve Yöntem: 28 Haziran-27 Temmuz 2014 tarihleri arasında obstetrik US istemiyle bölümümüze başvuran toplam 187 gebe çalışmamıza dahil edildi. Doksan beş gebe oruç tutan grubu oluştururken, 92 gebe de oruç tutmayan kontrol grubunu oluşturdu. Oruç tutan grup US inceleme esnasındaki, açlık süresine göre iki alt gruba (0-8 saat ve 9-16 saat) ve tutulan oruç gün sayısına göre de üç alt gruba (1-10 gün, 11-20 gün ve 21-30 gün) ayrıldı. İki ana ve alt grupların ultrasonografik parametreleri karşılaştırıldı.
Bulgular: İki ana grup arasında B-mod ve Doppler US bulguları bakımından fark yoktu (p>0.05). Oruç gün sayısına göre yapılan karşılaştırmada ise, 1-10 gün alt grubunda umbilikal arter resitif indeks (UMA Rİ) değerleri, diğer alt gruplardan düşük çıktı (p=0.019).
Sonuç: Düzenli sahur ve iftar yapan gebelerde uzun ve sıcak günlerde oruç tutma, B- mod ve Doppler US parametrelerini anlamlı olarak değiştirmemekte, ancak oruç tutulan ilk günlerde UMA Rİ azalmaktadır.
Keywords: gebelik, Ramazan, ultrasonografi
Research Article
Bora İrer, Volkan Şen, Ömer Demir, Ozan Bozkurt, Adil Esen
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 1, pp. 8-12
ABSTRACT
Aim: We wanted to evaluate the effect of incontinence subtypes on the quality of life scores of patients and the status of doctor consultation in patients with urinary incontinence.
Methods: The cohort consisted of all women who accepted to participate in the study on a weekend for International Women’s Day Campaign at Izmir International Fair were included. A questionnaire including socio-demographic characteristics, data regarding UI, risk factors of UI and the validated International Consultation on Incontinence Questionnaire-Short Form (ICIQ-SF) were filled by urologists with face-to-face interviews.
Women with cognitive disability impeding response to the questionnaire or those suffering from dementia and under the age 18 years old were excluded. Urge and stress urinary incontinence was compared in terms of the quality of life scores and the status of doctor consultation.
Results: A total of 719 women were included and the prevalence of urinary incontinence was 50.3% in our study. SUI was the most common type of urinary incontinence with a rate of 34.8%. MUI and UUI were detected in 50 (6.9%) and 62 (8.6%) women, respectively. There were no statistical differences between UUI and SUI in terms of ICQ-SF 4 question score (2.4±0.9 vs 2.3±0.9) and ICQ-SF total scores (8±3,9 vs 7,5±4) (p=0.085 and p=0.590). Mean QoL (ICQ-SF 5) of UUI was worse than SUI (3,8±2,5 vs 3,3±2,4; p=0.042) and treatment seeking rates were higher in women with UUI compared to women with SUI (45.1% vs 24%; p<0.001).
Conclusions: Urinary incontinence is a highly prevalent health problem affecting almost half of the adult women with a rising prevalence with aging. Although the prevalence of stress urinary incontinence is higher than urge incontinence; urge incontinent patients tend to consult a doctor more than stress urinary incontinent patients because of worsen quality of life scores.
Keywords: Quality of life, stress urinary incontinence, urge urinary incontinence, urinary incontinence
ÖZ
Amaç: Üriner inkontinanslı hastalarda inkontinans alt tiplerinin hastaların yaşam kalitesi skorlarına ve doktora başvurma oranlarına etkilerini araştırma amaçlandı.
Yöntem: İzmir Enternasyonal Fuar’ında 8 Mart Dünya Kadınlar Günü nedeniyle yapılan etkinlikte anket doldurmayı kabul eden 18 yaş üzeri kadınlar çalışmamıza dahil edildi. Katılımcılara; sosyodemografik karakteristikler, üriner inkontinans farkındalığı, üriner inkontinansın ciddiyeti ve yaşam kalitesi üzerine etkisi, doktora başvuru oranları, üriner inkontinans olası risk faktörlerini ve valide edilmiş ICIQ-SF formunu da içeren anket yapıldı. Sıkışma ve stres tip inkontinansın yaşam kaliteleri üzerine ve doktora başvuru oranları üzerine etkileri karşılaştırıldı. Bilinen kognitif bozukluğu olan ya da 18 yaşından küçük olan katılımcılar çalışmaya dahil edilmedi.
Bulgular: Toplam 719 kadın çalışmaya dahil edildi ve üriner inkontinans prevalansı %50,3 olarak hesaplandı. Stres üriner inkontinans %34,8 oranla (250 hasta) katılımcılarda en fazla saptanan üriner inkontinans alt tipi oldu. Sıkışma tipi üriner inkontinans ve karışık tip üriner inkontinans sırasıyla 50 (%6,9) ve 62 (%8,6) katılımcıda saptandı. Her ne kadar urge üriner inkontinans ve stres üriner inkontinanslı katılımcılar arasında semptomların ciddiyeti bakımından ICQ-SF 4 ve ICQ-SF total skorları arasında anlamlı farklılık saptanmasa da (2,4±0,9 vs 2,3±0,9, p=0,085; 8±3,9 vs 7,5±4,0 p=0,590); urge üriner inkontinanslı katılımcılarda stres üriner inkontinanslı katılımcılara göre ortalama QoL değerleri daha kötü (3,8±2,5 vs 3,3±2,4; p=0,042) ve tedavi amaçlı doktora başvuru oranları anlamlı olarak daha yüksek saptandı (%45,1 vs %24; p<0,001).
Sonuç: Üriner inkontinans katılımcıların yaklaşık yarısını etkileyecek kadar yüksek prevalansa sahip önemli bir sağlık sorunudur. Çalışmamızda her ne kadar stres üriner inkontinans yüzdeleri daha fazla olarak saptansa da sıkışma tipi üriner inkontinans, hastaların yaşam kalitesini daha kötü olarak etkilediğinden doktora tedavi amaçlı başvuru oranları daha yüksek olarak saptanmıştır. Diğer taraftan bu kadar sık olarak saptanan stres üriner inkontinanslı hastaların doktora başvuru oranlarını ve hastalığın farkındalık oranlarını arttırabilmek amacıyla çalışmalar yapılması gerektiğini düşünmekteyiz.
Keywords: Yaşam kalitesi, sıkışma tipi üriner inkontinans, stres üriner inkontinans, üriner inkontinans
Research Article
Muhammed Kizilgul, Mustafa Caliskan, Bekir Ucan, Erkam Sencar, Davut Sakiz, Erman Cakal, Mustafa Ozbek
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 1, pp. 13-19
ABSTRACT
Aim: The studies conducted to investigate the association between biochemical manifestations of hyperparathyroidism such as serum parathyroid hormone, serum calcium, and serum phosphate levels, and parathyroid adenoma weight and volume have conflicting results. We aimed to investigate whether there is an association of preoperative size of adenoma with laboratory parameters and cardio-metabolic risk factors in patients with primary hyperparathyroidism.
Material and Method: Seventy-five patients with PHPT and 96 control subjects were enrolled in the study. Demographic, anthropometric and biochemistry data were recorded. Correlation analysis was used for determining the relation between adenoma volume and cardio-metabolic parameters. Preoperative adenoma volume was calculated by the ellipsoid model formula.
Results: Mean age was similar between groups (52.69 ± 10.91 to 53.33 ± 7.70, p:0.667). Mean size of adenoma was 1.42 ± 2.62 cm3. Size of adenoma was positively correlated with calcium and parathormone levels and negatively correlated with vitamin D level (p<0.05). Size of adenoma was not correlated with cardio-metabolic risk factors including systolic blood pressure, diastolic blood pressure, age, fasting plasma glucose, lipid profile, body mass index, carotis intima media thickness, CRP and HOMA-IR (p>0.05). PTH, calcium, phosphorus or vitamin D levels were also not correlated cardio-metabolic risk factors.
Conclusions: Adenoma volume has a correlation with parathormone, calcium, phosphorus and vitamin D levels, however, it is not associated with cardio-metabolic risk factors.
Keywords: Primary hyperparathyroidism, adenoma volume, cardio-metabolic risk factors
ÖZ
Amaç: Primer hiperparatiroidili hastalarda, paratiroid adenom ağırlığı veya hacminin hiperparatiroidinin biyokimyasal parametreleri ile ilişkisini araştıran çalışmaların sonuçları çelişkilidir. Bu çalışmada, primer hiperparatiroidili hastalarda preoperatif adenom hacmi ile labaratuvar parametreleri ve kardiyo-metabolik risk faktörleri arasındaki ilişkinin değerlendirilmesini amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Çalışmaya primer hiperparatiroidisi olan 75 hasta ve 96 kontrol olgusu alındı. Demografik, antropometrik ve biyokimyasal veriler kaydedildi. Adenom hacmi ile labaratuvar ve kardiyo-metabolik risk faktörleri arasındaki ilişki korrelasyon analizi ile değerlendirildi. Preoperatif adenoma hacmi ellipsoid model formülü ile hesaplandı.
Sonuçlar: Ortalama yaş her iki grupta benzerdi (52.69 ± 10.91 to 53.33 ± 7.70, p:0.667). Ortalama adenom hacmi 1.42 ± 2.62 cm3 idi. Paratiroid adenom hacmi, parathormon ve kalsiyum düzeyleri ile pozitif korrele iken, vitamin D düzeyleri ile negatif korrele idi (p<0.05). Paratiroid adenom hacmi, kardiyo-metabolik risk faktörleri olan sistolik ve diyastolik kan basıncı, yaş, açlık plazma glukozu, lipid profili, vücut kitle indeksi, karotis intima media kalınlığı, CRP ve HOMA-IR ile ilişkili değildi (p>0.05). Parathormon, kalsiyum, fosfor veya vitamin D düzeyleri ile kardiyo-metabolik risk faktörleri arasında ilişki saptanmadı (p>0.05).
Sonuç: Paratiroid adenoma hacmi ile parathormon, kalsiyum ve vitamin D düzeyleri arasında korrelasyon olmasına rağmen paratiroid adenoma hacmi ile kardiyo-metabolik risk faktörleri arasında ilişki saptanmadı.
Keywords: Primer hiperparatiroidi, adenoma hacmi, kardiyometabolik risk faktörleri
Research Article
Ahmet Nalbant, Suat Konuk
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 1, pp. 20-25
ABSTRACT
Aim: Obesity is one of the most important and growing health problems of today. We aimed to search for possible association between obesity and vitamin D as well as inflammatory and hemogram parameters.
Material and Method: In this study 161 patients presented to internal medicine outpatient clinic with an intention to enter a weight loss program for obesity has been included. Patients were divided into obese and non obese groups. Demographic and laboratory data were recorded.
Results: Mean age was 31±8 and 93% of patients were women. Age, waist circumference, fat%, fat mass, free fat mass, total body water and basal metabolic rate were significantly higher while high density lipoprotein was significantly lower in obese patients. Similarly, fasting blood sugar, insulin resistance, C-reactive protein (CRP) and blood pressure were significantly higher in the obese group. Obesity and gender were not associated (Pearson Chi square test 0.455, p=0.500). Vitamin D levels did not differ significantly between groups (Mann-Whitney U test 2881, p=0.653). But there was significant association between vitamin D and obesity when vitamin D status was categorized (Pearson Chi square test 5.575, p=0.0189). There was no significant difference in hemoglobin, neutrophil, neutrophil/lymphocyte ratio and platelet/lymphocyte ratio between obese and non obes groups. Obesity was not associated with blood groups and Rh status.
Conclusion: Obesity and vitamin deficiency were associated. This might be explained by vitamin D deficiency per se, or changes in vitamin D metabolism in obese persons. Also increased CRP in obese it might show a general inflammatory status in this group of patients.
Keywords: Obesity, vitamin D, c-reactive protein, hemogram, blood group
ÖZ
Amaç: Obezite günümüzde giderek artan en önemli sağlık sorunlarından biridir. Bu çalışmada, obez hastaların vitamin D düzeyleri, C-reaktif protein (CRP), hemogram parametreleri ve kan grupları ile beden kitle indeksi arasındaki ilişkiyi incelemek amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya iç hastalıkları polikliniğine kilo vermek için başvuran ve diyet yapmak isteyen 161 kişi alındı. Hastalar beden kitle indeksine göre iki gruba ayrıldı. Demografik ve laboratuvar verileri hasta kayıtlarından elde edildi.
Bulgular: Çalışmaya alınan 161 olgunun yaş ortalaması 31±8, kadın olgu sayısı 150 (%93) ve erkek olgu sayısı 11 (%7) idi. Obez olan bireyler obez olmayanlarla karşılaştırıldığında yaş, bel çevresi, yağ, yağ kitlesi, yağsız vücut kitlesi, total vücut suyu, bazal metabolizma hızı artmış iken yüksek dansiteli lipoprotein düzeyleri anlamlı derecede düşüktü. Obez bireylerde obez olmayanlara göre açlık kan şekeri, HbA1c, insülin direnci ve C-reaktif protein, sistolik ve diyastolik tansiyon değerleri arasında anlamlı fark vardı. Obezite ile cinsiyet arasında ilişki yoktu (Pearson Kikare test 0.455, p=0.500). Obez olan ve olmayan gruplar arasında D vitamin düzeyleri bakımından anlamlı fark yoktu (Mann-Whitney U test 2881, p=0.653). Ancak gruplar D vitamini yeterli ve yetersiz diye kategorize edildiğinde D vitamini ile obezite arasında istatiksel olarak anlamlı ilişki vardı (Pearson Ki-kare test 5.575, p=0.0189). Obezite ile hemoglobin, nötrofil, lenfosit, nötrofil/lenfosit oranı ve trombosit/lenfosit oranı bakımından anlamlı fark yoktu. Obezite ile kan grupları ve Rh bakımından anlamlı ilişki yoktu.
Sonuç: D vitamini yetersizliği ile obezite arasında anlamlı ilişki vardı. D vitamini yetersizliği artmış insülin direnci ile birlikte idi. Bu durum D vitamini yetersizliğinin kendisi veya obezite gelişim sürecinde D vitamin metabolizmasındaki farklılıklarla açıklanabilir. Ayrıca CRP’nin artması obez bireylerde enflamasyonu göstermede yararlı bir marker olabilir.
Keywords: Obezite, D vitamini, C-reaktif protein, hemogram, kan grubu
Research Article
Yaşar Topal
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 1, pp. 26-33
ABSTRACT
Aim: The aim of this study was to investigate the epidemiological characteristics of urinary track infections, its frequency of complaints, reproductive microorganisms and antibiotic resistance of these microorganisms.
Material and Method: Our study was carried out on 221 patients who were admitted to the hospital in a 6 month period and who were identified as UTI at the admission. The complete urine examinations and urine samples for urine culture were taken before the patients who were suspected to UTI, symptoms, and physical examination and PSA. Antibiotic susceptibilities were tested by using antibiotic discs in grown cultured. Colony-forming unit (cFU / ml) of milliliter was evaluated as positive for overproduction. Patient recurrent ultrasonography (USG) and voiding cystourethrography (VCUG) were withdrawn. Scars were investigated by drawing DMSA scintigraphy in patients with reflux in VCUG.
Results: In this study, 109 of patients (49%) were male and 112 of (51%) were female. A significant increase was detected in girls with age increases. Similarly, the number of patients hospitalized in parallel with the increase of age was found to decrease gradually. The significant decrease at the proportion of patients with age was found . Similarly, the number of patients decrease in contrast to age increase. According to the complaints of the patients, the proportion of specific complaints such as abdominal pain, frequent urination, and dizziness increased by age. E. coli is the most common microorganism in policlinic patients whereas Klebsiella spp, is the most common pathogen (48.5%) in hospitalized patients. Klebsiella (48.5%), E. coli (30,9%) and proteus spp, (27%) were the most common pathogens in the inpatients, whereas E. coli (69%), (69%), Proteus spp (12.5%) and Klebsiella spp (9.6%) in the outpatient.
Conclusions: In our study, young children (0-2 years) were found to be at greater risk for urinary tract infection, reduction in the proportion of patients who need to be treated on an inpatient basis, and the number of men with urinary tract infections is decreasing, a decrease in the proportion of girls is found to be important There is no significant increase in antibiotic resistance according to current data.
Keywords: Children, infection, urinary tract, antibiotic resistance
ÖZ
Amaç: Çalışmadaki amacımız, idrar yolu enfeksiyonu (İYE) olan hastaların epidemiyolojik özellikleri, yakınmaların sıklığı, üreyen mikroorganizmalar ve bu mikroorganizmaların antibiyotik dirençlerinin araştırılması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamız, 6 aylık bir dönemde hastaneye başvuran ve İYE saptananlarla bu sürede yatan ve yatışı sırasında İYE saptanan 221 olgu üzerinde yapılmıştır. Anamnez, semptomlar ve fizik muayene bulguları ile İYE düşünülen hastalardan önce tam idrar tetkiki ve idrar kültürü için idrar örneği alındı. Üreme saptanan kültürlerde antibiyotik diskleri kullanılarak antibiyotik duyarlılıkları test edildi. Mililitrede 105 coloni forming unite (cFU/ml)’den fazla üreme olması pozitif olarak değerlendirildi. Tekrarlayan İYE saptanan hastalara ultrasonografi (USG) ve voiding sistoüretrografi (VCUG) çekildi. VCUG’de reflü saptanan hastalara DMSA sintigrafi çekilerek skar araştırıldı.
Bulgular: Yaşları 0-15 arasında değişen hastaların, 109 (%49)’u erkek 112 (%51)'si kızdı. Yaşın artışı ile birlikte kızların oranında anlamlı bir artış saptandı. Benzer şekilde yaşın artışına parelel olarak yatan hasta sayısının da giderek azaldığı görüldü. Yaşla beraber yatan hasta oranında azalma anlamlı bulundu. Yaşın artışı ile birlikte, karın ağrısı, sık idrara çıkma, dizüri gibi spesifik yakınmaların oranının da arttığı saptandı. Poliklinik hastalarında E.coli en sık görülen mikroorganizma olmasına karşılık, yatan hastalarda klebsiella en sık görülen (%48,5) patojen olarak saptanmıştır. Yatan hastalarda en sık üreyen patojenler sırasıyla klebsiella (%48,5), E. coli (%30,9), proteus (%27) iken; poliklinik hastalarında E. coli (%69), proteus (%12,5) ve klebsiella (%9,6) olmuştur.
Sonuçlar: Çalışmamızda, küçük çocukların (0-2 yaş) İYE açısından daha fazla risk altında oldukları, yaşın artışı ile yatarak tedavi görmesi gereken hasta oranının azalması ve İYE olan erkeklerin sayısı azalırken; kız çocukların oranında azalma olması önemli bulunmuştur. Günümüz verilerine göre antibiotik dirençlerinde anlamlı olabilecek bir artış olmadığı görülmüştür.
Keywords: Çocuklar, enfeksiyon, idrar yolu, antibiyotik direnci
Research Article
Metin Gündüz
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 1, pp. 34-37
ABSTRACT
Aim: Anogenital trauma occurs due to accidents or sexual abuse. We aimed to evaluate the features of injury and management of accidental anogenital trauma in children.
Material and Methods: This retrospective study was carried out using data of patients those admitted to Selcuk University Medical Faculty Department of Pediatric Surgery between November 2011 and December 2017. Clinical data, including age, sex of the patient, how trauma happened, clinical findingd and treatment were evaluated.
Results: In this period 10 patients including 6 female and 4 male patients were treated. Mean age was 7.6 year. The etiology of trauma was straddle injuries including 5 bicycles, 2 tree and 1 while runnig, 1 fall onto an object and a motor vehicle accident. Laceration, abrasion or tissue defect in labim majus, laceration in anal sphincter,and rectal mucosa, laceration in scrotum, laceration in perineum and abrasion in glans penis were the findings. Non-operative and operative treatment including primary repair, sphincteroplasty, perineoplasty, anoplasty, and colostomy were performed.
Conclusion: In children most common cause of anogenital trauma is straddle injuries includin bicycle. For managing treatment evaluation under general anesthesia should be done.
Keywords: children, injury, anogenital trauma
ÖZ
Amaç: Anogenital travmalar çocuklarda kaza ya da istismar nedeniyle görülmektedir. Kaza sonucu yaralanan hastaların yaralanma özellikleri ve tedavi biçimlerinin değerlendirilmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntemler: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Kliniği’nde Kasım 2011- Aralık 2017 arasında anogenital travma nedeniyle tedavi edilen hastaların dosyaları retrospektif olarak tarandı. Hastaların yaş, cinsiyet, travmanın oluş şekli, bulgular ve tedavileri değerlendirildi.
Bulgular: Belirtilen tarihler arasında 6 kız 4 erkek olmak üzere toplam 10 hasta anogenital travma nedeniyle kliniğimizde tedavi edildi. Hastaların yaş ortalaması 7.6 olarak saptandı. 5 hasta bisikletten düşme, 2 hasta ağaçtan düşme, 1 hasta koşarken düşme, 1 hasta yüksekten atlama ve 1 hasta da araç dışı trafik kazası nedeniyle tedavi edildi. Labium majusta laserasyon, abrazyon veya doku defekti, anal sfinkterde laserasyon, rektal mukozada laserasyon, skrotal ciltte laserasyon, perineal laserasyon ve doku defekti ile glans peniste doku defekti görüldü. Hastalar medikal tedavi ile birlikte, primer onarım, sfinkteroplasti, perineoplasti, anoplasti ve kolostomi uygulandı.
Sonuçlar: Çocuklarda anogenital travmanın en sık nedeni bisikletten düşme olarak görülmüş olup uygun tedavi genel anestezi altında yapılacak muayene bulgularına göre değişmektedir.
Keywords: çocuk, kaza, anogenital travma
Research Article
Mehmet Kabalcı, Ali Bolat, Turgut Kültür, Yıldırım Gültekin, Serap Yörübulut
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 1, pp. 38-44
ABSTRACT
Aim: Patients with chronic venous insufficiency (CVE) are susceptible to various disorders due to varicose veins. These complaints affecting the quality of life can occur until leg aches, leg weight feeling, edema, and even chronic ulcers that do not heal. Moreover, varicose veins or surgeries applied to varicose veins can also affect quality of life negatively. We aimed to prospectively assess the impact of quality of life and hospital anxiety scale in patients with CVS in this study.
Material and Method: In this study, 200 randomized patients between the ages of 18-70 who applied to the CVS clinic of Kırıkkale University Medical Faculty Hospital between June 2016 and April 2017 with the complaint of leg pain were evaluated. Patients who were diagnosed as varicose veins during the examination were evaluated objectively by USG with lower extremity venous doppler. Doppler USG and examination were performed and those who had thrombophlebitis, DVT, lymphedema were excluded from the study. Data were assessed by the sociodemographic questionnaire, Life Quality Short Form-36 (SF-36) and Hospital Anxiety and Depression Scale (HAD).
Results: In patients with chronic venous insufficiency, there was statistically significant decrease in physical function, physical role, social function and mental health sub-units in all sub-units except social function, emotional role and mentalkomponent of SF-36 questionnaire <0.05). It was seen that 34% of CVI patients were in the risk group for depression according to HAD-D and 41% according to HAD-A were in the risk group in terms of anxiety. Of the patients who were not diagnosed with CVI, only 28% of the patients with leg pain were depressed and 23% were in the risk group in terms of anxiety.
Conclusion: CVI-associated leg pain is a common problem in the community and can lead to a low quality of life, anxiety and depression tendency. Physical interventions to be applied to the illness alone are not enough. Depression and anxiety also need to be assessed and followed up by the patients and additional measures must be added to the treatment.
Keywords: varicose veins, chronic venous insufficiency, quality of life, anxiety, depression
ÖZ
Amaç: Kronik venöz yetmezliği (KVY) olan hastalar varise bağlı olarak çeşitli rahatsızlıklar duyarlar. Bacak ağrısı, bacakta ağırlık hissi, ödem, ve hatta iyileşmeyen kronik ülser oluşumuna kadarilerleyebilen bu şikayetler yaşam kalitesini etkiler. Üstelik varis için uygulanan varis çorabı veya ameliyatlar da yaşam kalitesini olumsuz yönde etkileyebilir. Biz bu çalışmada KVY olan hastalarda yaşam kalitesinin ve hastane anksiyete ölçeğinin nasıl etkilendiğini prospektif olarak değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışmada Haziran 2016 – Nisan 2017 tarihleri arasında Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi KVC polikliniğine bacak ağrısı şikayetiyle başvuran 18-70 yaş arasındaki randomize 200 hasta değerlendirildi. Muayene sırasında varis ön tanısı alan hastalar alt ekstremite venöz doppler USG ile objektif olarak değerlendirildi. Doppler USG ve muayene sonuçlarına göre tromboflebit, DVT, lenfödem tanısı almış olanlar çalışmadan çıkarıldı. Veriler sosyodemografik soru formu, Yaşam Kalitesi Short Form-36 (SF-36) ve Hastane Anksiyete ve Depresyon Ölçeği (HAD) ile değerlendirildi.
Bulgular: Kronik venöz yetmezliği olan hastalarda SF-36 anketinin sosyal fonksiyon, emosyonel rol ve mental komponent hariç tüm alt birimlerinde, kronik bacak ağrısı olduğu halde KVY tanısı almayan hastalara göre fiziksel fonksiyon, fiziksel rol, sosyal fonksiyon ve mental sağlık alt birimlerinde istatistiksel anlamlı düşüklük gözlendi (p<0,05). KVY hastalarının %34’ünün HAD-D’ya göre depresyon yönünden risk grubunda olduğu ve HAD-A’ya göre ise %41’inin anksiyete açısından risk grubunda olduğu görüldü. KVY tanısı olmayıp sadece bacak ağrısı ile gelen hastaların ise %28’inin depresyon, %23’ünün ise anksiyete açısında risk grubunda olduğu izlendi.
Sonuç: Kronik venöz yetmezlikle ilişkili bacak ağrısı toplumda yaygın olarak karşılaşılan bir sorun olup düşük yaşam kalitesi, anksiyete ve depresyon eğilimine yol açabilmektedir. Hastalara uygulanacak fiziksel müdaheleler tek başına yeterli değildir. Depresyon ve anksiyete yönünden de hastaların değerlendirilip takip edilmesi ve bunlara yönelik ek önlemlerin de tedaviye eklenmesi gereklidir.
Keywords: Varis, kronik venöz yetmezlik, yaşam kalitesi, anksiyete, depresyon
Research Article
İhsan Ateş, Nihal Özkayar, Fatma Meriç Yılmaz, Nergiz Bayrakçı, Salim Neşelioğlu, Özcan Erel, Ezgi Coşkun Yenigün, Fatih Dede
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 1, pp. 45-50
ABSTRACT
Aim: In this study, we aimed to evaluate the presence of oxidative stress in chronic kidney disease (CKD) by measuring dynamic thiol/disulphide homeostasis.
Material and Method: A hundred fifty patients (57 men, 93 women) followed with a diagnosis of CKD (stages 1-5, not on dialysis) and 76 healthy, disease-free individuals (30 men, 46 women) were included in the study. Blood thiol/ disulphide homeostasis was measured by newly developed automatic and colorimetric method by Erel and Neselioglu.
Results: The mean serum native thiol (p=0.001), total thiol (p=0.001) and disulphide (p=0.041) levels were lower in CKD than in the control group. No significant difference was found between the CKD and control groups in terms of disulphide/thiol, disulphide/total thiol and thiol/total thiol ratios (p>0.05). Serum native thiol and total thiol levels were correlated negatively with both BMI and serum phosphorous level while both the parameters were correlated positively with glomerular filtration rate, total protein level and albumin level. A negative correlation was found between total thiol and age. Disulphide levels were correlated positively with albumin and total protein and negatively with uric acid levels.
Conclusion: Our study shows that low serum thiol levels in CKD is due to a decrease in total thiol reserve of the body and not due to conversion of thiol groups into disulphides.
Keywords: Mercaptans, oxidative stress, sulfhydryl, thiol oxidation, uremia
ÖZ
Amaç: Bu çalışmada kronik böbrek hastalığı olan hastalarda dinamik tiyol/disülfid dengesinin araştırılması amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya evre 1-5 (non diyaliz) 150 (57 erkek, 93 kadın) kronik böbrek hastası ve 76 (30 erkek, 46 kadın) sağlıklı kontrol grubu alındı. Kan tiyol/disülfid dengesi yeni geliştirilen otomatik ve kalorimetrik bir yöntemle ölçüldü.
Bulgular: Tüm popülasyonun serum tiyol düzeyi ortalaması 320.8±57.8 µmol/L, total tiyol düzeyi ortalaması 352.0±61.5 µmol/L, ortalama disülfid düzeyi 15.6±5.3 µmol/L idi. Kronik böbrek hastalarında ortalama serum tiyol (p<0.001), total tiyol (p<0.001) ve disülfid düzeyleri (p<0.001) kontrol grubuna kıyasla anlamlı olarak daha düşüktü. Kronik böbrek hastaları ve kontrol grubu arasında disülfid/tiyol, disülfid/total tiyol ve tiyol/total tiyol oranları açısından olarak anlamlı farklılık saptanmadı.
Sonuç: Çalışmamızda hem tiyol hem disülfid düzeyinde azalma olması Kronik böbrek hastalarında serum tiyol düşüklüğünün sadece tiyol gruplarının disülfide çevrimine değil, vücuttaki total tiyol rezervinin azalmasına da bağlı olduğunu göstermektedir. Bu nedenle kronik böbrek hastalığında tiyol rezervini attırmaya yönelik nütrisyonel destek sağlanması önerilebilir.
Keywords: Merkaptanlar, oksidatif stres, sülfidril, tiyol oksidasyonu, üremi
Research Article
Cemile Dayangan Sayan, Mahmut İlkin Yeral
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 1, pp. 51-56
ABSTRACT
Aim: Intrauterine growth restriction (IUGR) is still an important pregnancy complication bringing on perinatal mortality and morbidity. Placental vascular dysfunction and subsequent obliteration of placental blood vessels are mostly accepted etiopathological factors of intrauterine growth restriction similar with preeclampsia. We aimed to investigate the possible difference between pregnant women suffering from intrauterine growth restriction and healty pregnant women for parameters of platelet count, platelet crit, platelet distribution crit and mean platelet volume.
Material and Method: This case- control study was conducted with 179 pregnant women. The study population was consisted of 94 pregnant women complicated with idiopathic IUGR (study group) and 85 healty pregnant women (control group). IUGR group was divided in two subgroups according to umbilical artery doppler velocimetry measurements. Complete blood count parameters including hemoglobin, platelet count, platelet distribution width (PDW), platelet crit (PCT), mean platelet volume (MPV) and white blood cell count (WBC) were measured.
Results: There was no significant difference between the groups for parameters of hemoglobin, PC and PCT. The mean amniotic fluid index of IUGR group was significantly lower than the control group (p=0.000). The mean WBC, MPV and PDW levels of IUGR group were significantly higher than the control group (p=0.013, p=0.047 and 0.035, respectively). The mean MPV level of IUGR group 1(umbilical artery S/D˃3) was significantly higher than that of IUGR group 2 (umbilical artery S/D<3) (p=0.045).
Conclusions: In the present study, we observed a significant difference between IUGR and healty pregnant women for platelet parameters of MPV and PDW. Beside this, we also observed higher MPV values in IUGR patients with increased umblical artery resistance compared to that in IUGR patients with normal umblical artery blood flow. Further studies are needed to discuss our results.
Keywords: Intrauterine growth restriction, pregnancy, platelet
ÖZ
Amaç: İntrauterin gelişme geriliği (IUGR) günümüzde halen önemli bir gebelik komplikasyonu olup, perinatal mortalite ve morbiditeye neden olur. Plasental vasküler disfonksiyon ve bunu takiben plasental kan damarlarının obliterasyonu, preeklampsi ile benzer şekilde çoğunlukla intrauterin büyüme kısıtlamasının etyopatolojik faktörleri olarak kabul edilmektedir. Bu çalışmada intrauterin gelişme geriliği olan gebeler ile sağlıklı gebeler arasında trombosit sayısı, trombosit kriteri, trombosit dağılım kriteri ve ortalama trombosit hacmi parametreleri açısından olası farkın araştırılması amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Bu vaka kontrol çalışması 179 gebe ile yürütülmüştür. Çalışma popülasyonu, idiyopatik İUGR ile komplike olan 94 gebe (çalışma grubu) ve 85 sağlıklı gebeden (kontrol grubu) oluşmaktadır. IUGR grubu umbilikal arter doppler velosimetri ölçümlerine göre iki alt gruba ayrıldı. Hemoglobin, trombosit sayısı, PDW, PCT, PC, MPV ve beyaz küre sayısı (WBC) gibi tam kan sayımı parametreleri ölçüldü.
Bulgular: Hemoglobin, PC ve PCT parametreleri açısından gruplar arasında anlamlı fark yoktu. IUGR grubunun ortalama amniotik sıvı indeksi kontrol grubuna göre anlamlı derecede düşüktü (p = 0.000). IUGR grubunun ortalama WBC, MPV ve PDW değerleri kontrol grubundan anlamlı derecede yüksekti (sırasıyla p = 0.013, p = 0.047 ve p= 0.035). IUGR 1. Grubunun (umbilikal arter S/D>3) ortalama MPV düzeyi IUGR 2. Grubununkinden (umbilikal arter S/D<3) anlamlı derecede yüksekti (p = 0.045).
Sonuçlar: Bu çalışmada, MPV ve PDW değerleri açısından İUGR olan gebeler ile sağlıklı gebeler arasında anlamlı bir farklılık olduğunu gözlemledik. Bunun yanında, normal umblikal arter kan akımına sahip IUGR hastalarıyla karşılaştırıldığında, umblikal arter direncinde artış bulunan IUGR hastalarında MPV değerleri daha yüksekti. Sonuçlarımız tartışmak için yeni çalışmalara ihtiyaç bulunmaktadır.
Keywords: İntrauterin gelişme geriliği, gebelik, platelet
Research Article
Pınar Tuncel, Onur Ergun, Nurcan Çetin, Tuğba Taşkın Türkmenoğlu, Hasan Ali Durmaz, Baki Hekimoğlu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 1, pp. 57-63
ABSTRACT
Aim: SThe aim of this retrospective study was to evaluate the diagnostic adequacy rate, post-procedure complications and radiological parameters of pulmonary lesions that underwent computed tomography (CT) guided percutaneous transthoracic lung biopsy (PTLB) in our clinic.
Material and Method: 228 patients (45 females, 183 males) who underwent CT guided PTLB in our clinic between January 2014 and November 2016 were included in the study. In our study, the radiological parameters of the lesions, post-procedural complications and pathology results were examined. Fine needle aspiration biopsy with a 22 G needle was performed in all lesions with onsite pathologist. In addition, core biopsy was performed in 54 lesions, using an 18 G needle by single needle method.
Results: Of the 228 patients included in our study, 195 were diagnosed and the diagnostic adequacy rate was 85.5%. Pneumothorax was detected in 63 patients (%27,6), pulmonary haemorrhage was detected in 64 patients (%28) in the images taken immediately after the procedure.
Conclusion: CT guided PTLB is a superior and reliable method compared to other procedures that are more invasive in the pathologic diagnosis of pulmonary lesions since PTLB has highly diagnostic adequacy rate, easy to administer and complications with acceptable levels.
Keywords: Lung, computed tomography, image-guided biopsy, fine-needle aspiration, pneumothorax
ÖZ
Amaç: Çalışmamızda retrospektif olarak kliniğimizde bilgisayarlı tomografi (BT) eşliğinde perkütan transtorasik akciğer biyopsisi (PTAB) yapılmış akciğer lezyonlarında, tanısal örnek elde edilme oranlarını, işlem sonrası komplikasyonları ve radyolojik parametrelerin bunlarla ilişkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2014 ve Kasım 2016 tarihleri arasında kliniğimizde BT eşliğinde PTAB yapılmış 228 hasta (45 kadın, 183 erkek) çalışmaya dahil edilmiştir. Çalışmamızda lezyonların radyolojik parametreleri, işlem sonrası varsa komplikasyonlar ve patoloji sonuçları incelenmiştir. Tüm lezyonlara 22 G iğne ile ince iğne aspirasyon biyopsisi yapılmış olup patolog eşliğinde gerçekleşmiştir. 54 lezyona ek olarak tek iğne yöntemiyle 18 G iğne kullanılarak kor biyopsi yapılmıştır.
Bulgular: Çalışmamız dahilindeki 228 hastanın 195’inde tanı elde edilebilmiş olup, tanısal olma oranı %85,5 olarak belirlenmiştir. İşlemden hemen sonra alınan kontrol BT görüntülerinde 63 hastada pnömotoraks (%27,6), 64 hastada pulmoner hemoraji (%28) saptanmıştır.
Tartışma: BT eşliğinde PTAB tanısal olma oranı oldukça yüksek, uygulanması kolay ve komplikasyonları kabul edilebilir düzeylerde olduğundan günümüzde pulmoner lezyonlarının patolojik tanısında daha invaziv olan diğer işlemlere göre üstün ve güvenilir bir yöntemdir.
Keywords: Akciğer, bilgisayarlı tomografi, görüntüleme eşliğinde biyopsi, ince iğne aspirasyon, pnömotoraks
Research Article
Sema Türker, Cengiz Karaçin, G. İnanç İmamoğlu, Tülay Eren, Ramazan Esen, Ebru Çılbır, Mustafa Altınbaş, Özlem Aydın İsak, Doğan Yazılıtaş
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 1, pp. 64-67
ABSTRACT
Aim: We aimed to compare the neutrophil lymphocyte ratio(NLR), which is a simple method, to determine whether the difference between the right colon and the left colon tumors in our study is related to the inflammatory process between the two regions.
Material and Method: We retrospectively reviewed the files of 142 patients who were diagnosed with stage 1-3 colorectal cancer between July 2011 and June 2015 at Medical Oncology Department, Dışkapı Yıldırım Beyazıt Education and Research Hospital. We examined whether tumor localization correlates with neutrophil lymphocyte ratio (NLR) and disease-free survival.
Results: The patients were divided into right and left colon based on splenic flexure. There were 35 patients (24%) defined as right colon and 107 (76%) patients defined as left colon. 85 (60%) of the patients were male and 57 (40%) were female. The ratio of neutrophil and lymphocytes at diagnosis was compared. The mean NLR values of the left and right colon were calculated as 4.43 and 5.05, respectively. No statistically significant difference was found between the right and left colon (p = 0.234). The disease-free survival rates were lower in the right colon tumors than in the left colon, but not statistically significant (0,88 / 0,84 40th and 60th at 20th month) 0.80 / 0.77 and0,80/0,77; p = 0.064)
Conclusion: In our study, we could not find any relation between the NLR and the localization of the disease in patients with early stage colorectal cancer. Disease-free survival rates were calculated to be lower in right colon tumors, although they did not reach statistical significance with respect to left colon.
Keywords: Right-left colon, colorectal cancer, NLR
ÖZ
Amaç: Çalışmamızda sağ kolon ile sol kolon yerleşimli tümörler arasındaki farkın iki bölge arasındaki inflamatuvar süreçle ilişkili olup olmadığını basit bir yöntem olan nötrofil lenfosit oranına bakarak karşılaştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Tıbbi Onkoloji bölümüne Temmuz 2011-Haziran 2015 tarihleri arasında başvuran evre 1-3 kolorektal kanser tanısı almış 142 hastanın dosyalarını retrospektif olarak inceledik. Tümör lokalizasyonu ile nötrofil lenfosit oranı (NLO) ve hastalıksız sağ kalım arasında ilişki olup olmadığını araştırdık.
Bulgular: Hastalar splenik fleksura baz alınarak sağ ve sol kolon şeklinde ikiye ayrıldı. Sağ kolon olarak tanımladığımız 35 (%24), sol kolon olarak tanımladığımız 107 (%76) hasta vardı. Hastaların 85’i (%60) erkek, 57’si (%40) kadındı. Tanı anındaki NLO karşılaştırıldı. Sağ ve sol kolonun NLO ortalama değerleri sırasıyla 4,43 ve 5,05 olarak hesaplandı. Sağ ve sol kolon arasında NLO açısından istatiksel olarak anlamlı farklılık saptanmadı (p=0.234). Hastalıksız sağ kalım oranları sağ kolon tümörlerinde sol kolona göre istatiksel anlamlılığa ulaşmasa da daha düşük olarak hesaplandı (20. ayda 0,88/0,84; 40. ve 60. ayda sırasıyla 0,80/0,77 ve 0,80/0,77; p =0,064).
Sonuçlar: Yaptığımız çalışmada metastatik olmayan kolorektal kanserli hastalarda tanı anında bakılan NLO ile hastalığın lokalizasyonu arasında ilişki bulamadık. Hastalıksız sağ kalım oranlarını sağ kolon tümörlerinde sol kolona göre istatiksel anlamlılığa ulaşmasa da daha düşük olarak hesapladık.
Keywords: Sağ-sol kolon, kolorektal kanser, NLO
Review
İrfan Karahan, Çağlar Alp, Aydın Çifci
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 1, pp. 68-72
ABSTRACT
Hyponatraemia is the most common electrolyte disorder in hospitalized patients, defined as serum sodium level below 135 mmol / L. This electrolyte disorder is associated with increased mortality, morbidity and prolonged hospital admission. Especially in the elderly, patients with severe symptoms may require rapid evaluation and intervention. Different disciplines can have different approaches and this prevents the standard approach. Clinical evaluation is usually overlooked and patients are trying to treat more laboratory tests. For this purpose, guides have been established with the aim of collecting approaches in a certain standard with the participation of many institutions. In this article we aimed at presenting practical approaches to hyponatremia by reviewing the guidelines.
Keywords: Hyponatremia management, current guidelines, diagnosis, treatment
ÖZ
Hiponatremi serum sodyum düzeyinin 135 mmol/L altında olması olarak tanımlanan ve hastanede yatan hastalarda en sık görülen elektrolit bozukluğudur. Bu elektrolit bozukluğu artmış mortalite, morbidite ve uzamış hastane yatışı ile ilgilidir. Özellikle yaşlılarda, şiddetli semptomu olan hastalarda hızlı değerlendirme ve müdahale gerekebilmektedir. Farklı disiplinlerin farklı yaklaşımları olabilmekte ve bu durum standart yaklaşım olmasını engellemektedir. Genellikle klinik değerlendirme gözardı edilmekte hastadan çok laboratuvar tetkikleri tedavi edilmeye çalışılmaktadır. Bu amaçla birçok derneğin katılımıyla yaklaşımları belli bir standartta toplamak amacıyla kılavuzlar oluşturulmuştur. Biz bu yazıda kılavuzları gözden geçirerek hiponatremiye uygun yaklaşımları pratik bir şekilde sunmayı amaçladık.
Keywords: Hiponatremi yönetimi, güncel kılavuzlar, tanı, tedavi
Case Report
Ayşe Büyükdemirci, Necla Tülek, Meliha Çağla Sönmezer, Şükran Sevim, Şebnem Erdinç, Günay Ertem, Pınar Koşar
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 1, pp. 73-76
ABSTRACT
Herpes simplex virus-1 (HSV-1) is a double-stranded DNA virus and is the most common cause of fatal sporadic encephalitis world-wide. HSV-1 encephalitis is characterized by rapid onset of fever, headache, altered mental status, seizures and focal neurological symptoms. Paraneoplastic and autoimmune limbic encephalitis is a condition which presents with similar signs and symptoms, and which develops as a result of antibodies raised against the tumor or synaptic proteins. In patients with this condition, bacterial and viral causes should be excluded, particularly HSV-1 encephalitis. In this report, we present a rare case of limbic encephalitis associated with HSV-1 virus.
Keywords: Herpes simplex type 1 encephalitis, limbic encephalitis, cranial magnetic resonance imaging
ÖZ
Dünyadaki ölümcül sporadik ensefalitlerin en sık etkeni olan herpes simplex virüs-1 (HSV-1); çift sarmallı DNA virüsüdür. HSV-1 ensefaliti klinik olarak hızlı başlangıçlı ateş, baş ağrısı, bilinç değişiklikleri, nöbetler ve fokal nörolojik belirtiler ile karakterizedir. Benzer semptom ve bulgularla seyreden paraneoplastik ve otoimmün limbik ensefalit ise, tümör veya sinaptik proteinlere karşı oluşan antikorlarla gelişmekte ve bu hastalarda bakteriyel ve viral nedenlerin, özellikle HSV-1’e bağlı gelişen ensefalitin ekarte edilmesi gerekmektedir. Bu makalede HSV-1 virüsü ile ilişkili limbik ensefalit gelişen bir olgu sunuldu.
Keywords: Herpes simpleks tip I ensefalit, limbik ensefalit, kranial manyetik rezonans görüntüleme
Case Report
Kader Arslan, Salih Cesur, Esra Yüksekkaya, Çiğdem Ataman Hatipoğlu, Esra Kaya Kılıç, Sami Kınıklı
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 1, pp. 77-80
ABSTRACT
Brucellosis is a zoonotic infectious disease that involves the tissues and organs of the reticuloendothelial system. Although splenomegaly may be seen in brucellosis, spleen abscess or spleen infarction has rarely been reported. Left upper quadrant pain and fever are the most common symptoms in splenic infarction. In this article, we present a 79-year-old woman with splenic infarction due to brucellosis; she had splenectomy and was treated with antimicrobial therapy for brucellosis.
Keywords: Brucellosis, splenic infarction, organ involvement
ÖZ
Bruselloz retiküloendotelyal sistem doku ve organlarını tutan zoonotik bir infeksiyondur. Brusellozda splenomegali görülebilmesine rağmen dalak apsesi veya dalak infarktı nadiren bildirilmiştir. Dalak infarktında sol üst kadran ağrısı ve ateş en sık görülen semptomlardır. Bu yazıda, bruselloza bağlı dalak infarktı gelişen ve splenektomi ve bruselloza yönelik antimikrobiyal tedavi uygulanan 79 yaşında bir kadın hasta sunuldu.
Keywords: Bruselloz, dalak infarktı, organ tutulumu
Case Report
Muharrem Bayrak, Kenan Çadırcı, Emine Kartal Baykan, Ünsal Aydın, Ayşe Çarlıoğlu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 1, pp. 81-84
ABSTRACT
Graves’ disease and autoimmune thyroiditis are part of the spectrum of thyroid diseases known to develop with an autoimmune etiology. The presence of anti-thyroid autoantibodies is known, and the thyroid is the organ where autoimmune diseases are most commonly seen in the all body. A 29-year-old woman who admitted our clinic with tremor in the hands, sweating and palpitation was diagnosed with Graves’ disease with accompanying laboratory findings and was started on anti-thyroid therapy. The patient entered into remission at the end of two years. She was then regarded as euthyroid and followed-up for another 18 months without using anti-thyroid drugs. At the end of 18 months, Hashimoto’s thyroiditis was determined to have developed at routine polyclinic follow-up.
Keywords: Graves’ disease, Hashimoto’s disease, autoantibodies
ÖZ
Graves hastalığı ve otoimmün tiroiditler, otoimmün etiyoloji ile oluştuğu gösterilmiş tiroid hastalıkları spektrumunun içinde yer alır. Tiroide karşı otoantikorların varlığı bilinmektedir ve tiroid tüm vücutda otoimmün hastalıkların en sık görüldüğü organdır. Ellerinde titreme, terleme ve çarpıntı şikayetleri ile başvuran 29 yaşında bayan hastaya laboratuvar bulgular eşliğinde Graves hastalığı tanısı konularak anti-tiroid tedavi başlanıldı. Hasta iki yılın sonunda remisyona girdi. Remisyona giren hasta 18 ay anti-tiroid ilaç kullanımı olmadan ötiroid olarak takip edildi. 18. ayın sonunda rutin poliklinik kontrolünde Hashimoto tiroiditi geliştiği tespit edildi.
Keywords: Graves hastalığı, Hashimoto Hastalığı, otoantikorlar
Case Report
Emre Günakan, Hakan Buluş, Fatih Polat
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 1, pp. 85-88
ABSTRACT
Intrauterine devices (IUDs) are frequently used,reversible and feasible contraception method. Wepresent a case involving a serious complication caused by anIUD and discuss this case with reference to the published literature.
A 30 year-old woman with 3 parities with a copper IUD for 3 years was evaluated for anacute abdomen, vaginal dischargeand a38.8OC fever.Laboratory tests revealed elevation of white blood count and C-reactive protein (CRP). Radiologically, the IUD was seen to be localised outside the borders of the endometrial cavity, and bilateral complicated hyperintense pelvic masses were evident. Subsequently, the patient underwent a diagnostic laparotomy. A frozen pelvis caused by a pelvic abscess was revealed. The underlying reason for this was the IUD that had migrated to the rectosigmoid junction, resulting in a perforation. Subtotal hysterectomy, left salphingooophorectomy and loop colostomy were performed.After 10 days of follow-up, the patient was discharged without any further complication.
IUDs represent an easily applicable contraceptive method with low complication rates. However, over along term, an IUD may cause inflammatory disorders and disturb the integrity of the uterus. Migration into the abdominal cavity is a serious IUD complication that physicians should be aware of, particularly in patients with abdominal pain.
Keywords: Colonic perforation, complication, intrauterine device, IUD
ÖZ
Rahim içi araç(RİA) sık kullanılan makul ve geri dönüşümlü bir kontrasepsiyon yöntemidir. Çalışmamızın amacı RİA’ya bağlı ciddi bir komplikasyonu literature tartışması eşliğinde sunmaktır.
Otuz yaşında 3 paritesi olan ve 3 yıldır bakırlı RİA’sı olan kadın akut abdomen, vajinal akıntı ve 38.8OC ateş ile değerendirildi. Laboratuvar testlerinde C-Reaktif Protein ve beyaz küre yüksekliği mevcuttu. Radyolojik olarak, endometrial kavite sınırları dışında RİA ve bilateral komplike hiperintens pelvik kitleler rapor edildi. Hastaya diagnostik laparatomi yapıldı. Pelvik apseye bağlı frozen pelvis durumu olduğu gözlendi. Altta yatan nedenin ise rektosigmoid bileşkeye migrate olan ve perforasyona sebep olan RİA olduğu saptandı. Hastaya subtotal histerektomi, sol salfingoogforektomi yapılıp ve loop kolostomi açıldı. 10 günlük takibin ardından hasta komplikasyonsuz taburcu edildi.
RİA düşük komplikasyon oranıyla kolay uygulanabilir bir kontraseptif yöntemdir. Uzun dönemde inflamatuvar durumlara yol açarak uterus bütünlüğünü bozabilir. Abdominal kaviteye migrasyon karın ağrısı olan hastalarda özellikle akılda tutulması gereken ciddi bir RİA komplikasyonudur.
Keywords: Kolon perforasyonu, komplikasyon, rahim içi araç, RIA