Research Article
Ali Güngör, Cüneyt Karagöl
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 1-6
ABSTRACT
Aim: Complementary feeding is important for growth in infancy. In this study, we aimed to determine the knowledge of complementary feeding of mothers who take their children to our hospital and to evaluate the effects of mother’s and baby’s characteristics on complementary feeding.
Material and Method: Between December 2018 and February 2019, 259 mothers who admitted to our hospital were included in the study. Mothers’ knowledge and behavior about complementary feeding were questioned.
Results: The mean age of 259 mothers was 28.71 ± 5.09 years old. 94 (36.3%) of the participants introduced complementary feeding before six months. The mean time to introduce complementary feeding was 5.67 ± 0.84 months. Complementary feeding was introduced with 48.6% yoghurt, 17.8% fruit puree and 17% soup. The most frequent reason for early onset was the weight gain of the baby and the decrease in breast milk. A significant difference was found between the monthly income of the family, smoking and working of the mother, and early initiation of complementary feeding. The use of feeding bottles and/or pacifiers was also associated with early onset of complementary feeding.
Conclusion: Mothers’ time to introduce complementary feeding varies. Mothers should be given more education about complementary feeding for healthy development of babies.
Keywords: mother, complementary feeding, infant
ÖZ
Amaç: Tamamlayıcı beslenme süt çocuğu döneminde büyüme gelişmenin devamı için önemlidir. Bu çalışmada, hastanemize çocuğunu muayeneye getiren annelerin tamamlayıcı beslenme ile ilgili bilgi düzeylerin belirlenmesi ve anne ile bebeğe ait özelliklerin tamamlayıcı beslenmeye etkilerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Aralık 2018-Şubat 2019 tarihleri arasında hastanemize başvuran 259 anne çalışmaya dahil edildi. Annelerin tamamlayıcı beslenme hakkındaki bilgi ve davranışları sorgulandı.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 259 annenin ortalama yaşı 28,71±5,09 yıldı. Katılımcı annelerin 94’ü (%36,3) tamamlayıcı beslenmeye altı aydan önce başlamıştı. Tamamlayıcı beslenmeye başlanma zamanı ortalama 5,67±0,84 aydı. Tamamlayıcı beslenmeye en fazla %48,6 yoğurt, %17,8 meyve püresi ve %17 çorba ile başlanmaktaydı. En sık erken başlama sebebi bebeğinin kilo almasında ve anne sütünde azalma olmasıydı. Ailenin aylık geliri, annenin sigara içmesi ve çalışıyor olması ile tamamlayıcı beslenmeye erken başlama arasında anlamlı farklılık saptandı. Biberon ve/veya emzik kullanımının tamamlayıcı beslenmeye erken başlanması ile ilişkili olduğu saptandı.
Sonuç: Annelerin tamamlayıcı beslenmeye başlama zamanları farklılık göstermektedir. Bebeklerin sağlıklı gelişimi için annelere bu konuda daha fazla eğitim verilmesi gerekmektedir.
Keywords: anne, tamamlayıcı beslenme, bebek
Research Article
Mehmet Zengin, Hüsniye Esra Paşaoğlu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 7-16
ABSTRACT
Aim: The periampullary regional tumors which constitute 5% of all gastrointestinal cancers are being investigated day by day, but their prognosis is limited. In the literature, there are few large-scale studies of non-pancreatic tumors of the periampullary region. We planned this study because the knowledge accumulation in this area will be able to guide the treatment strategies in the future.
Materials and Methods: 132 pancreaticoduodenectomy / distal pancreatectomy materials operated between 1996-2012 were researched in terms of gender, age, tumor localization, tumor size, histologic subtype, tumor stage, tumor differentiation, presence of lymph node metastasis, preneoplastic lesions and prognosis in the Department of Pathology, Istanbul Education and Research Hospital.
Results: In our study, findings related to sex, age, tumor size, grade, and stage were consistent with the literature, while histological subtype, lymph node metastasis and prognosis showed minor differences.
Conclusions: Minor differences in our study may be due to low number of cases and patient selection, as well as environmental and genetic factors. Further studies on these differences are needed.
Keywords: Periampullary region tumors, pancreas, ampullary, distal choledochus, periampullary duodenal region, retrospective analysis
ÖZ
Amaç: Tüm gastrointestinal kanserlerin %5’ini oluşturan periampüller bölge tümörleri ile ilgili her geçen gün birçok araştırma yapılmakla beraber, prognoz bakımından gelişmeler sınırlıdır. Literatürde, periampüller bölgenin pankreas dışı tümörlerine ait çok az sayıda geniş çaplı araştırma mevcuttur. Bu konudaki bilgi birikiminin artması ve gelecekte tedavi stratejilerine yön göstermesi için bu çalışmayı planladık.
Gereç ve Yöntemler: İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesine 1996-2012 yılları arasında gelen 132 pankreatikoduodenektomi/distal pankreatektomi materyali cinsiyet, yaş, tümör lokalizasyonu, tümör boyutu, histolojik alt tip, tümör evresi, tümörün diferansiasyonu, lenf nodu metastazı varlığı, preneoplastik lezyonlar ve prognoz açısından araştırıldı.
Bulgular: Çalışmamızda cinsiyet, yaş, tümör boyutu, grade, stage ile ilgili bulgularımız literatür bilgileri ile uyumlu olmakla beraber histolojik alt tip, lenf nodu metastazı ve prognoz ile ilgili bulgularımız ise literatür bulguları ile yer yer değişiklikler göstermiştir.
Sonuç: Çalışmamızda izlenen ufak farklılıklar olgu sayısının azlığı ve hasta seçiminden kaynaklı olabileceği gibi, çevresel ve genetik faktörlerin etken olması da söz konusu olabilir. Bu farklılıklar üzerine daha geniş çalışmalara ihtiyaç vardır.
Keywords: Periampüller bölge tümörleri, pankreas, ampulla, distal koledok, periampüller duodenal bölge, retrospektif analiz
Research Article
Seçil Taylan, Yasemin Akıl
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 17-23
ABSTRACT
Objective: To describe the sexual experiences of individuals with bowel stoma.
Methods: A qualitative descriptive approach was adopted in the study. The sample of the study consisted of patients who were selected with the purposive sampling followed in the Stomatherapy Unit of a university hospital. In-depth interviews were conducted using semi-structured interview format. Content analysis method was used in the analysis of the obtained data. The interview guide prepared by the researchers consists of 7 questions about sexual experiences of individuals with intestinal stoma. The interviews were carried out in the stoma therapy unit and lasted for approximately 45 minutes and recorded on a voice recorder. The analysis approach developed by Colaizzi (1978) was used to analyze the interview data. The answers of the participants were separately and repetitively read and coded and themes were created by both researchers.
Results: Seven of the participants were female and eight were male. The data gathered from the interviews were collected under three themes: situations affecting sex life, partner-related situations that affect sex life, and ways of coping with sexual life problems.
Conclusion: It was seen that individuals with stoma who participated in the study had problems related to their sexual life and they needed to talk about these problems. It is thought that patients with stoma should receive counseling services with their husbands about their sexual lives.
Keywords: ostomy, sexuality, sexual life, nursing
ÖZ
Amaç: Bağırsak stoması olan bireylerin cinsel deneyimleri sırasında ne yaşadıkları ve hissettiklerinin anlaşılmasıdır.
Yöntem: Araştırmada nitel bir yaklaşım benimsenmiştir. Araştırmanın örneklemini, bir üniversite hastanesinin Stomaterapi Ünitesi’nde takip edilen amaçlı örnekleme ile seçilen hastalar oluşturmuştur. Derinlemesine görüşmeler yarı yapılanmış görüşme formatı kullanılarak yapılmıştır. Elde edilen verilerin analizinde içerik analizi yöntemi kullanılmıştır. Araştırmacılar tarafından hazırlanan görüşme rehberi bağırsak stoması olan bireylerin cinsel deneyimleri ile ilgili 7 sorudan oluşmaktadır. Görüşmeler stoma terapi ünitesinde yapılmış olup yaklaşık 45 dakika sürmüş ve ses kayıt cihazına kaydedilmiştir. Görüşme verilerinin analizinde Colaizzi (1978) tarafından geliştirilen analiz yaklaşımından yararlanılmıştır. Katılımcıların cevapları her iki araştırmacı tarafından da ayrı ayrı ve tekrarlı okunarak kodlamalar yapılmış ve temalar oluşturulmuştur.
Bulgular: Araştırmaya katılanların yedisi kadın, sekizi erkektir. Görüşmelerden elde edilen veriler cinsel yaşamı etkileyen durumlar, cinsel yaşamı etkileyen eş ile ilgili durumlar ve cinsel yaşam sorunları ile baş etme yolları olmak üzere üç tema altında toplanmıştır.
Sonuç: Çalışmaya katılan stomalı bireylerin cinsel yaşamları ile ilgili sorunlar yaşadıkları ve bu sorunları konuşmaya ihtiyaç duydukları görülmüştür. Stomalı hastaların cinsel yaşamları konusunda eşleri ile birlikte danışmanlık hizmeti alması gerektiği düşünülmektedir.
Keywords: stoma, cinsellik, cinsel yaşam, hemşire
Research Article
Hamit Yıldız
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 24-28
ABSTRACT
Objective: The aim of this study is to determine the relationship between serum gamma glutamyl transferase enzyme level and early diagnosis of acute renal injury due to sepsis in intensive care units.
Material and Methods: A total of 251 subjects were included in this retrospective study. 134 patients with sepsis-induced acute kidney injury were included in group 1 and 117 healthy volunteers in group 2.
Results: Serum gamma glutamyl transferase enzyme levels was found higher in patients with sepsis-induced acute renal injury than healthy volunteers. There was no significant difference between the groups according to Acute Kidney Injury Network (AKIN) staging (p=0.09).
Conclusion: High serum gamma glutamyl transferase enzyme levels may be used in early detection of acute renal injury in patients with sepsis.
Keywords: sepsis, gamma glutamyl transferase, kidney function disturbance
ÖZ
Amaç: Yoğun bakımlarda sık görülen sepsise bağlı akut böbrek hasarının erken tanısında serum gama glutamil transferaz enzim düzeyinin ilişkisi tespit etmektir.
Gereç ve Yöntemler: Bu retrospektif çalışmaya toplam 251 adet denek alındı. Sepsise bağlı akut böbrek hasarlı 134 hasta grup 1’e ve 117 adet sağlıklı gönüllü grup 2’ye alındı.
Bulgular: Serum gama glutamil transferaz enzim düzeyi sepsise bağlı akut böbrek hasarı gelişen hastalarda sağlıklı gönüllülere göre daha yüksek bulundu. Acute Kidney Injury Network (AKIN) evrelemesine göre gruplar arasında anlamlı fark bulunmadı (p=0,09).
Sonuç: Sepsisli hastalarda serum gama glutamil transferaz enzim yüksekliği akut böbrek hasarının erken saptanmasında kullanılabilir.
Keywords: sepsis, gama glutamil transferaz, böbrek fonksiyon bozukluğu
Research Article
Mehmet Burak Ozkan, Sariye Elif Ozyazici Ozkan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 29-33
ABSTRACT
Aim: The aim of this study was to determine the normal volumetric values of thymus tissue by sonography in healthy newborns.
Material and Methods: A total of 220 healthy newborns were evaluated by sonography in the first week of life. The shape, size, diameter and thymic index values and variations of both lobes of thymus were evaluated in terms of gestational age, height and weight values and standards were calculated for the reference population.
Results: According to the shape on transverse scans; the thymus was quadrilateral in 136 neonates (61%), round in 34 (15%), bilobate in 28 (13%), and crescent shaped in 22 (10%) in transverse scan. On longitudinal scans, the thymus was triangular in 154 infants (70%), teardrop shaped in 35 (16%), oval in 31 (14%). The range of the thymic transverse diameter along with confidence interval was 1.1–3.9 (mean 2.36±0.63), that of the sagittal area was 1.3–4.93 cm2 (mean 3.01±0.77), that of the thymic index was 3.1–16.9 cm3 (mean 9.12±2.53), that of the AP (Right) was 0.40–2.40 cm (mean 1.37±0.3), that of the AP (left) was 0.30–3.3 cm (mean 1.69±0.48) and that of the AP (mean) was 0.35–2.83 (mean±1.27).
Conclusion: Knowing the reference values in the neonatal period may be meaningful in evaluating the reactive responses of thymus, which is an immunologic organ in this age population.
Keywords: neonatal, thymus, sonography
ÖZ
Amaç: Bu çalışmanın amacı sağlıklı yenidoğanlarda, timus dokusunun normal volumetrik değerlerini sonografi ile tespit etmektir.
Gereç ve yöntemler: Yaşamın ilk haftasında toplam 220 sağlıklı yenidoğan ultrasonografi ile değerlendirildi. Her iki timus lobunun şekil, boyut, çap ve timik indeks değerleri ve varyasyonları gebelik yaşı, boy ve kilo değerleri açısından değerlendirilmiş ve referans popülasyon için standartlar hesaplanmıştır.
Bulgular: Enine taramalardaki şekle göre; timus 136 yenidoğanda [%61] dörtgen, 34’ünde [%15] yuvarlak, 28’de [%13] bilobat ve çapraz taramada 22’de [%10] hilal şeklindedir. Boyuna taramalarda timüs 154 bebekte [%70] üçgen şeklinde, gözyaşı şeklinde 35 [%16], ovalinde 31 [%14] idi. Timusal transvers çapın güven aralığı ile birlikte aralığı 1,1–3,9 [ortalama 2,36±0,63], sagital bölgeninki 1,3–4,93 cm2 [ortalama 3,01 ± 0,77], timik indeksin 3,1-16,9 cm3 [Ortalama 9,12±2,53], AP’nin [Sağ] 0,40–2,40 cm [ortalama 1,37±0,3], AP’nin [sol] 0,30-2,3 cm [ortalama 1,69±0,48] ve AP’nin [ortalama] ], 0.35-2.83 idi [ortalama±1,27].
Sonuçlar: Yenidoğan döneminde referans değerlerin bilinmesi, bu yaş popülasyonunda immünolojik bir organ olan timusun reaktif tepkilerini değerlendirmede anlamlı olabilir.
Keywords: yenidoğan, timüs, sonografi
Research Article
Tuba Tülay Koca
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 34-39
ABSTRACT
Aim: Kinesiotaping (KT) is a non-invasive method used for the treatment of pain and muscle dysfunction. In this study we assess the effect of KT on carpal tunnel syndrome (CTS).
Material and Method: A total of 56 patients diagnosed with CTS were randomly selected and KT applicated two times for a period of three days. Results were evaluated before and after the application using the Boston carpal tunnel questionnaire, the visual analog scale (VAS) and the Duruöz hand index.
Results: The mean age of the patients included in the study was 42.9±11.7 years, with 41 being female (73.2%) and 15 male (26.8%). A majority of the KT applications (83.2%) were done on the right hand of the patients, 8.9% were on the left hand, and 1.8% were bilateral. There was a statistical difference, according to Paired-samples t test of VAS, Boston carpal tunnel questionnaire and Duruöz hand index. (p = 0.00/p=0.000/p= 0.011). Moreover, in terms of gender, the Boston function severity score (FSS) after application was statistically higher in the female participants compared to the male participants (p = 0.047).
Conclusion: Following the application of KT, pain intensity was reduced, hand function and daily activities were improved for the patients with CTS. Greater improvement was observed after the application with KT in the male patients compared to the female patients.
Keywords: Carpal tunnel syndrome, kinesiotaping, pain, neuropathic pain
ÖZ
Amaç: Kinezyobantlama (KT), ağrı ve kas disfonksiyonunun tedavisinde kullanılan noninvazif bir yöntemdir. Bu çalışmada KT’nin karpal tünel sendromu (KTS) üzerindeki etkisini değerlendirdik.
Gereç ve Yöntem: KTS tanılı toplam 56 hasta rastgele seçildi ve iki kez üç gün süreyle KT uygulandı. Bulgular, Boston karpal tünel anketi, görsel analog skala (VAS) ve Duruöz el indeksi kullanılarak uygulamadan önce ve sonra değerlendirildi.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen hastaların yaş ortalaması 42,9 ± 11,7 yıl, 41’i kadın (%73,2) ve 15’i erkekti (%26,8). KT uygulamalarının çoğunluğu (%83,2) sağ el, %8,9 solda ve %1,8 bilateral olarak yapıldı. VAS, Boston karpal tünel anketi ve Duruöz el indekslerinde eşleştirilmiş örneklem t testine göre istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardı (p=0.00 / p=0.000 / p=0.011). Ayrıca, cinsiyet açısından, uygulama sonrası Boston fonksiyonel şiddet skoru (FSS), kadın katılımcılarda erkek katılımcılara göre istatistiksel olarak daha yüksekti (p=0.047).
Sonuç: KT uygulamasının ardından KTS’li hastalarda ağrı şiddeti azalmış, el fonksiyonu ve günlük aktiviteler iyileşmişti. Erkek hastalarda KT ile uygulama sonrası kadın hastalara göre daha fazla iyileşme gözlendi.
Keywords: karpal tünel sendromu, kinezyobantlama, ağrı, nöropatik ağrı
Research Article
Ali Güngör, Cüneyt Karagöl
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 40-44
ABSTRACT
Aim: The developing health sector allows patients to choose hospitals and doctors. As a result, the importance of patient satisfaction, loyalty and trust levels increase. In this study we aimed to determine the satisfaction, loyalty and trust levels of the parents.
Material and Method: 464 parents who admitted to our hospital between April 20 and May 30, 2019 were included in the study. Patient satisfaction, loyalty and trust levels of the parents were tried to be determined.
Results: Of the 464 parents included in the study, 287 (61.9%) were female and 177 (38.1%) were male and the mean age was 33.6 ± 10.06 years old. Mean satisfaction score of the participants was 4.14 ± 0.67, patient loyalty score was 4.07 ± 0.76 and trust score was 4.17 ± 0.69. Satisfaction, loyalty and patient-physician trust levels of the parents with a history of chronic illness were significantly lower. A significant difference was found between patient satisfaction and patient loyalty, patient-physician trust level (p = 0.01 and p = 0.019, respectively).
Conclusion: Although the patient satisfaction, loyalty and trust levels of the parents were found to be high in our hospital, the satisfaction, loyalty and patient-physician trust levels of the parents with a history of chronic disease in their children were found to be significantly lower.
Keywords: satisfaction, trust, loyalty, parents
ÖZ
Amaç: Gelişen sağlık sektörü hastaların hastane ve doktor seçmelerine olanak sağlamaktadır. Bunun sonucu olarak hasta memnuniyeti, bağlılık ve güven düzeylerinin önemi artmaktadır. Bu çalışmada ebeveynlerin memnuniyet, bağlılık ve güven düzeylerinin belirlenmesini amaçladık.
Gereç ve Yöntem: 20 Nisan – 30 Mayıs 2019 tarihleri arasında hastanemize başvuran ve çalışmaya katılmayı kabul eden 464 anne-baba dahil edildi. Ebeveynlerin hasta memnuniyeti, bağlılık ve güven düzeyleri belirlenmeye çalışıldı.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 464 ebeveynin, 287’si (%61,9) kadın, 177’si (%38,1) erkekti ve ortalama yaş 33,6±10,06 yıl olarak bulundu. Katılımcıların ortalama memnuniyet puanı 4,14 ± 0,67, hasta bağlılık puanı 4,07±0,76 ve hekim güven düzeyi puanı 4,17±0,69 olarak saptandı. Çocuğunda kronik hastalık öyküsü olan ebeveynlerin memnuniyet, bağlılık ve hasta-hekim güven düzeylerinin anlamlı olarak düşük olduğu saptandı. Hasta memnuniyeti ile bağlılık, hasta-hekim güven düzeyi arasında anlamlı ilişki saptandı (sırasıyla p=0,01 ve p=0,019).
Sonuç: Ebeveynlerin hasta memnuniyeti, bağlılık ve güven düzeyleri yüksek bulunsa da, çocuklarında kronik hastalık öyküsü olan ebeveynlerin memnuniyet, bağlılık ve hasta-doktor güven düzeyleri anlamlı olarak düşük bulundu.
Keywords: memnuniyet, bağlılık, güven, ebeveyn
Research Article
Mustafa Caner Okkaoğlu, Yüksel Uğur Yaradılmış, İsmail Demirkale, Hakan Şeşen, Mahmut Özdemir, Murat Altay
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 45-51
ABSTRACT
Aim: Blade and screw type nail designs are widely used in the treatment of trochanteric fractures. Although, blade designs were put as last generation nails on the market, it remains unclear which design has better clinical and radiographic outcomes. The purposes of our study were to compare two cephalo medullary nail designs as helical blade and lag screw type for trochanteric fractures (AO/OTA 31-A type fractures), to analyse and compare clinical and functional outcomes, complication rates.
Material and Methods: This study comprised 101 patients with trochanteric fractures treated with either proximal femoral nail antirotation (PFNA) as blade type nail, or Peritrochanteric nail (PTN) as screw type nail for a minimum of 6 months. We assessed comorbidities, fracture type pre-operatively, operation time, blood loss, reduction quality, tip apex distance intra and post operatively, medical and mechanical complications, partial, full weight bearing time, Harris hip scores and Short form 36 scores and mortality during follow up period.
Results: There was no significant difference in the operation time, blood loss, total mechanical or medical complications, partial, full weight bearing time, mortality rate, and Harris Hip scores of PTN or PFNA groups. Lateral migration and varus collapse rates of patients treated with PFNA were significantly higher than patients treated with PTN. However particular SF 36 scores of PFNA group were significantly higher than PTN group.
Conclusion: Blade type nail designs caused more varus collapse than screw type nails in the treatment of elderly trochanteric fractures, however these radiographic complications didn’t influence on clinical outcomes of patients.
Keywords: elderly, trochanteric fractures, blade type nail, screw type nail, varus collapse
ÖZ
Amaç: Bıçak ve vida tipi çivi tasarımları trokanterik kırıkların tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Her ne kadar bıçak tasarımları piyasada son nesil çiviler olarak kullanılıyor olsa da, hangi tasarımın daha iyi klinik ve radyografik sonuçlara sahip olduğu belirsizliğini koruyor. Bu çalışmada yaşlı trokanterik kırıklarında(AO / OTA 31-A tipi kırıklar) bıçak ve vida tipi sefalomedüller çivi tasarımlarının, klinik ve fonksiyonel sonuçlarını ve komplikasyon oranlarını karşılaştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntemler: Bu çalışmaya, en az 6 ay takibi olan, vida tipi çivi olarak Peritrochanteric Nail (PTN) veya bıçak tipi çivi olarak Proximal Femoral Nail Antirotation (PFNA) ile tedavi edilen trokanterik kırığı olan 101 hasta dahil edildi. Çalışmamızda komorbiditeleri, ameliyat öncesi kırık tiplerini, operasyon süresini, kan kaybını, redüksiyon kalitesini, uç apex mesafesini intra ve post operatif olarak, medikal ve mekanik komplikasyonları, mortaliteleri, kısmi, tam yük verebilme sürelerini, Harris kalça skorlarını ve Kısa Form 36 skorlarını analiz ettik ve karşılaştırdık
Bulgular: Operasyon süresi, kan kaybı, total mekanik veya medikal komplikasyonlar, kısmi, tam yük verme süresi, mortalite oranı ve Harris Kalça skorları açısından PTN veya PFNA grupları arasında anlamlı fark yoktu. PFNA ile tedavi edilen hastaların lateral migrasyon ve varus çökme oranları PTN ile tedavi edilen hastalara göre anlamlı derecede yüksekti. Bununla birlikte, PFNA grubunun özellikle SF 36 skorları PTN grubundan anlamlı derecede yüksekti.
Sonuç: Bıçak tipi çivi tasarımları yaşlı trokanterik kırıkların tedavisinde vida tipi çivilere göre daha fazla varus çökmesine neden olmuştur, ancak bu radyografik komplikasyonlar hastaların klinik sonuçları üzerinde etkili olmamıştır.
Keywords: yaşlı, trokanterik kırıklar, bıçak tipi çiviler, vida tipi çiviler, varus kollaps
Case Report
Mehmet Zengin, Hüsniye Esra Paşaoğlu, Nevra Dursun
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 52-56
ABSTRACT
Glomus tumors are rare, usually bening mesenchmyal tumors arising from the glomus corpuscles. The majority of the glomus tumors are located in the distal extremities, particularly in the subungual region, but can also be seen in different localization including the trachea, kidney, lung, uterus, vagina and gastrointestinal tract. Stomach localization is very rare. In this article, diagnostic problems of a gastric glomus tumor are discussed in the light of the literature. A 62-year-old female patient who admitted to general surgery with epigastric pain. Endoscopic examination revealed a 3cm submucosal lesion in the antrum localization and wedge resection was performed. Histopathologic examination revealed a small, monotonous tumor with round nuclei around the hyalinizing vessels. Immunohistochemically, SMA, calponin, MSA positive; cytokeratin, S-100, synaptophysin, chromogranin A and NSE were negative. Our case was diagnosed as Glomus Tumor. Glomus tumors should be considered in the differential diagnosis of the gastric nodular tumoral lesions. Although gastric glomus tumor is usually benign, malign behaviour cannot be excluded. Therefore all the cases have to be followed up.
Keywords: glomus tumor, stomach, submucosal lesion
ÖZ
Glomus tümörleri, glomus cisimciklerinden gelişen, nadir görülen, mezenkimal kökenli tümörlerdir. Çoğu distal ekstremite, özellikle subungual bölge yerleşimli olmakla birlikte trakea, böbrek, akciğer, uterus, vagina ve gastrointestinal sistem gibi farklı lokalizasyonlarda da görülebilir. Mide yerleşimi ise oldukça nadirdir. Bu yazıda mide yerleşimli bir glomus tümörünün tanı problemleri literatür bilgileri ışığında tartışıldı. Epigastrik ağrı şikayeti ile genel cerrahi polikliniğine başvuran 62 yaşında kadın hasta, endoskopik incelemede mide antrum lokalizasyonlu 3cm çapında submukozal lezyon tesbit edilip wedge rezeksyon uygulandı. Histopatolojik incelemede hyalinize damarların çevresinde, yuvarlak nükleuslu, küçük, monoton hücrelerden oluşan tümöral lezyon izlendi. İmmuhistokimyasal olarak SMA, kalponin, MSA pozitif; sitokeratin, S-100, sinaptofizin, kromogranin A ve NSE negatif olarak izlenmiştir. Olgumuza bu bulgular eşliğinde Glomus Tümörü tanısı verildi. Glomus tümörü midede lokalize submukozal nodüler lezyonların ayırıcı tanısında akılda tutulmalıdır. Çoğunlukla benign davranışlı olmasına rağmen öngörülemeyen malign davranış potansiyeli nedeniyle tüm olgular takip edilmelidir.
Keywords: glomus tümörü, mide, submukozal lezyon
Case Report
İdris Çıldır
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 57-60
ABSTRACT
Rhinolith is a rare mineralized mass located in the nose. A rhinolith can be asymptomatic for many years and can be detected by chance during a routine examination. Unilateral nasal congestion and nasal discharge are the most common symptoms. Rhinolite cases are often followed as chronic sinusitis or allergic rhinitis. The diagnosis is made by rigid endoscopic examination and paranasal sinus tomography. Treatment is surgical removal of the mass. We present this case as a case of rhinolite followed by chronic sinusitis for many years in the light of literature.
Keywords: chronic sinusitis, rhinolith, nasal mass
ÖZ
Rinolit burunda yerleşim gösteren mineralize nadir bir kitledir. Rinolit uzun yıllar asemptomatik olabilir ve rutin muayene esnasında tesadüfen tespit edilirler. Tek taraflı burun tıkanıklığı ve burun akıntısı en yaygın semptomlardandır. Rinolit vakaları sıklıkla kronik sinüzit veya alerjik rinit hastalığı olarak takip edilirler. Tanısı rijit endoskopik muayene ve paranazal sinüs tomografisi ile konur. Tedavisi ise kitlenin cerrahi olarak çıkartılmasıdır. Bu vakayı uzun yıllar kronik sinüzit tanısı ile takip edilen rinolit olgusu olarak literatür eşliğinde sunduk.
Keywords: kronik sinüzit, rinolit, burun içi kitle
Research Article
Ayşegül Ceylan, Mehmet Burak Eşkin
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 61-68
ABSTRACT
Aim: Supraclavicular blockade under ultrasonic-guidance has recently increased its popularity and is an alternative to anesthesia and analgesia in arthroscopic surgery of the shoulder.
The aim of this study is to evaluate the effectiveness of the perfusion index (PI) which indicates the increase in peripheral perfusion of the upper extremity in determining the success of single dose supraclavicular nerve block under general anesthesia.
Material and Methods: The PI was measured non-invasively with pulse-oximetry probe (Masimo Corp, Irvine, CA, USA) from the fingers at the same and opposite sides of blockade at the beginning, 5th, 10th, 20th, 30th minutes, postoperatively and in post anesthesia care unit (PACU). The pain scores were recorded in the PACU, post-operatively and at the 1st, 12th, and 24th hours. Preoperative and postoperative arterial pressures and pulse rates were monitored and recorded at the beginning, 5th, 10th, 20th, 30th minutes, postoperatively and in PACU.
Results: Mean PI change rate measured at the beginning was significantly higher than those measured in all other times and when compared to the initial PI change rate, the rates of change were found to increase significantly in the 5th, 10th and 20th minutes (p<0.001). Mean arterial pressure and mean heart rate values measured at the beginning were significantly higher than those measured at all times (p<0.001). No intraoperative injection of fentanyl or infusion of remifentanyl were performed. The patients had no additional requirement of narcotics during the 24-hours follow-up period postoperatively, except for routine analgesics.
Conclusions: We think that peripheral blocks; especially in multimodal anesthetic applications, have intraoperative analgesic activity in addition to postoperative efficacy. They may also contribute to hemodynamic stabilization without narcotic requirement. The success of the blockade can reliably be evaluated by the PI measurement.
Keywords: supraclavicular block, perfusion index
ÖZ
Amaç: Ultrason kılavuzluğu altındaki supraklaviküler blokaj son zamanlarda popülerliğini arttırmıştır ve omuz artroskopik cerrahisinde anestezi ve analjeziye alternatif olmaktadır.
Bu çalışmanın amacı, genel anestezi altında tek doz supraklaviküler sinir bloğunun başarısını belirlemede üst ekstremitenin periferal perfüzyonundaki artışı belirten Perfüzyon İndeks (PI) değerinin etkinliğini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntemler: PI değeri blokaj öncesi başlangıçta, blokajdan sonraki 5., 10., 20., 30. dakikalarda ve anestezi sonrası bakım ünitesinde (PACU) blokajın aynı ekstremite tarafından ve diğer tarafındaki parmaklarından nabız-oksimetri probu (Masimo Corp, Irvine, CA, ABD) ile non invazif şekilde ölçülmüştür. Ağrı skorları ameliyat sonrası ve 1., 12. ve 24. saatlerde PACU’da kaydedildi. Ameliyat öncesi ve ameliyat sonrası arter basınçları ve nabızları, ameliyat öncesi, ameliyat sonrası ve PACU’da 5., 10., 20., 30. dakikalarda izlendi ve kaydedildi.
Bulgular: Başlangıçta ölçülen ortalama PI değişim oranı, diğer tüm zamanlarda ölçülenlerden anlamlı derecede yüksekti ve ilk PI değişim oranı ile karşılaştırıldığında, değişim oranlarının 5., 10. ve 20. dakikalarda anlamlı şekilde arttığı bulundu (p<0,001). Başlangıçta ölçülen ortalama arter basıncı, ortalama kalp atış hızı değeri diğer zamanlarda ölçülenlerden anlamlı derecede yüksekti (p<0,001). Hiçbir intraoperatif fentanil enjeksiyonu veya remifentanil infüzyonu gerçekleştirilmedi. Hastaların postoperatif 24 saatlik takiplerinde rutin analjezikler dışında ek narkotik gereksinimi yoktu.
Sonuç: Periferik bloklar özellikle multimodal anestezik uygulamalarda postoperatif etkinliğin yanı sıra intraoperatif analjezik aktiviteye sahiptir, narkotik gereksinimi olmadan hemodinamik stabilizasyona katkıda bulunabilirler ve PI ölçümü blokajın başarısının değerlendirilmesinde güvenilir bir yöntem olabilir.
Keywords: supraklaviküler blok, perfüzyon indeksi
Correction
Serkan Kayabaşı, Fatih Gül
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 69-72
ABSTRACT
ERRATUM NOTICE: Some errors in the article entitled “New predictive parameters of Pfapa syndrome: neutrophil to lymphocyte ratio and platelet to lymphocyte ratio” which was previously published in Vol. 11 No. 3 pp. 231-244 with DOI “10.21601/ortadogutipdergisi.456084” at https://dergipark.org.tr/tr/pub/ortadogutipdergisi/issue/46899/456084 was recognized by the authors. This article is the corrected version of the original article.
Objective: In this study, neutrophil-lymphocyte ratio (NLR) and platelet-lymphocyte ratio (PLR), which are new markers of inflammation, were compared between patients diagnosed with PFAPA syndrome and healthy individuals.
Material and Method: Thirty patients (Pf group) (16 males, 14 females; mean age 3.33; range 1-21 years) diagnosed with PFAPA syndrome and 30 healthy individuals (15 males, 15 females; mean age 4.01 years; range 1-23 years) (control group) were included in the study. Hematologic parameters of both groups were compared statistically. Neutrophil, lymphocyte, platelet values and NLR and TLO ratios were used for comparison.
Results: When neutrophil, lymphocyte and platelet values were compared, no difference was observed between Pf and control groups (p> 0.05). When the NLR ratios were compared, a statistically significant increase was detected in the Pf group (p = 0.012). When the PLR ratios were compared, no statistical difference was observed (p = 0.117).
Conclusion: PFAPA syndrome is usually diagnosed clinically. However, in diagnosis of difficult clinical cases, the rate of NLR may be helpful as a laboratory finding.
Keywords: PFAPA syndrome, neutrophil-lymphocyte ratio, platelet-lymphocyte ratio
ÖZ
DÜZELTME YAZISI: Dergimizin 11. Cilt 3. Sayı 231-234 sayfaları arası, “10.21601/ortadogutipdergisi.456084” DOI numarası
ile, https://dergipark.org.tr/tr/pub/ortadogutipdergisi/issue/46899/456084 internet adresinde yayımlanan “Pfapa sendromunda yeni öngörücü parametreler: nötrofil lenfosit oranı ve trombosit lenfosit oranı” isimli makalede bulunan bazı hatalar, yazarlar tarafından fark edilmiştir. Bu makale, orijinal makalede yer alan hataların giderilmesi amacı ile hazırlanmış düzeltilmiş versiyondur.
Amaç: Bu çalışmada PFAPA sendromu tanısı konulan hastalar ile sağlıklı bireyler yeni inflamasyon belirteçlerinden olan nötrofil-lenfosit oranı (NLO) ve trombosit-lenfosit oranı (TLO) bakımından karşılaştırıldı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya PFAPA sendromu tanısı konulmuş 30 hasta (Pf grubu) (16 erkek, 14 kadın; ort. yaş 3,33; dağılım 1-21 yıl) ile 30 sağlıklı birey (15 erkek, 15 kadın; ort. yaş 4,01 yıl; dağılım 1-23 yıl) (kontrol grubu) dahil edildi. Her iki grubun hematolojik parametreleri istatiksel olarak karşılaştırıldı. Nötrofil, lenfosit, trombosit değerleri ile NLO ve TLO oranları kullanıldı.
Bulgular: Nötrofil, lenfosit ve trombosit değerleri karşılaştırıldığında Pf ve kontrol grubu arasında bir fark gözlenmedi (p>0.05). NLO oranları karşılaştırıldığında Pf grubunda (p=0,012) istatiksel olarak anlamlı yükseklik saptandı. TLO oranları karşılaştırıldığında ise istatiksel fark gözlenmedi (p=0,117).
Sonuç: PFAPA sendromu tanısı genellikle klinik olarak konulmaktadır. Ancak tanısı zor konan vakalarda NLO oranı bir laboratuvar bulgusu olarak yardımcı olabilir.
Keywords: PFAPA sendromu, nötrofil-lenfosit oranı, trombosit-lenfosit oranı
Case Report
Yeliz Dadalı, Aynur Turan, Şerife Nilgün Kalaç, Ayla Tezer
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 73-77
ABSTRACT
The tuberculosis infection of the parotid gland is a rare condition and its progress is usually slow. The clinical findings of this entity are nonspesific and differential diagnosis from other parotid masses is challenging. The imaging findings are also nonspesific and the diagnosis is usually made by histo-pathological evaluation. Here we report a 72 years old female patient who applied to our clinic with a parotid mass lesion, which was located on her right neck and progressed within 4 months. In physical examination, a semi-mobile mass about 2 cm in size was detected on right parotid region. The sputum smears negative for acid-fast bacilli are detected. Laboratory findings and plain chest radiography were normal. 2 cm size heterogeneous mass in the parotid gland and adjacent lymphadenopathy were detected by magnetic resonance imaging and ultrasonography. Fine needle aspiration biopsy was done from parotid gland and adjacent lymphadenopathy. Non-caseous granulomas were seen, but no basil was produced. Antituberculosis therapy was given to the patient. The mass lesion showed regression by the treatment so we concluded the diagnosis of parotid gland tuberculosis.
Keywords: magnetic resonance imaging, parotid gland, tuberculosis
ÖZ
Parotis bezinin tüberkülozu oldukça nadir olup genellikle yavaş seyirlidir. Parotisin diğer kitlelerinden ayırt edilmeleri zor olup, klinik bulgular nonspesifiktir. Görüntüleme bulguları da spesifik olmayıp, tanı genellikle histopatolojik değerlendirme sonrasında konur. Bu makalede, sağ parotis bezi lojunda kitle ile başvuran 72 yaşındaki bayan hastayı sunduk. Bu şişlik 4 ay önce başlamış ve gittikçe büyümüştü. Muayenede sağ parotis bölgesinde yaklaşık 2 cm boyutlarında yarı hareketli kitle saptandı. Balgamda aside dirençli basil negatifti. Laboratuvar bulguları ve akciğer grafisi normaldi. Ultrasonografi ve manyetik rezonans görüntülemede parotis bezinde 2 cm boyutlarında heterojen kitle ve komşuluğunda lenf nodları tespit edildi. Parotis bezinden ve komşu lenfadenopatiden ince iğne aspirasyon biyopsisi yapıldı. Nonkazeifiye granülomlar görüldü, ancak basil üretilemedi. Antitüberküloz tedaviden fayda gören hasta parotis tüberkülozu olarak değerlendirildi.
Keywords: manyetik rezonans görüntüleme, parotis glandı, tüberküloz
Research Article
Muzaffer Güneş
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 78-83
ABSTRACT
Aim: Intravenous recombinant tissue plasminogen activator (IV rt-PA) has revolutionized the treatment of acute ischemic stroke (AIS). The use of IV rt-PA in the treatment of AIS is still not at the expected level. Data regarding utilization rate in Turkey is inadequate. In this study, we aimed to present the clinical and demographic characteristics of AIS patients and to share IV rt-PA application data.
Material and Methods: 224 patients diagnosed with AIS between January 2017 and January 2019 were included in the study. Among these, 17 patients received IV rt-PA treatment after informed consent was obtained. Clinical and laboratory findings, risk factors and demographic characteristics of the patients were recorded from our database. Statistical significance level was accepted as p < 0.05.
Results: In this study, the rate of IV rt-PA administration was 7.6% (17 of 224 patients) among all AIS patients. However, in all AIS patients (n = 224), the rate of patients (n = 57) who could application IV rt-PA clinically (National Institutes of Health Stroke Scale [NIHSS] of ≥5 or aphasia or homonymous hemianopsia) was 25.4%. The most common reason for not applying IV rt-PA (72.5%) was that the onset of symptoms was uncertain or the therapeutic time was over 4.5 hours (3 hours in patients over 80 years of age and wide middle cerebral artery infarction).
Conclusion: There are many patients who can benefit from IV rt-PA, which has proven efficacy in the treatment of AIS. In order to increase the number of patients who can benefit from this treatment, multi-faceted studies are needed, including awareness raising activities for the population and training of emergency and ambulance health personnel.
Keywords: acute ischemic stroke, application rate, awareness, recombinant tissue plasminogen activator
ÖZ
Amaç: İntravenöz rekombinant doku plazminojen aktivatörü (IV rt-PA), akut iskemik inme (Aİİ) tedavisinde çığır açmıştır. Aİİ tedavisinde IV rt-PA kullanımı hala beklenen düzeyde değildir. Türkiye’de ise kullanım oranlarına ilişkin veriler yetersizdir. Bu çalışmada, Aİİ hastalarının klinik ve demografik özelliklerini sunmak ve ek olarak IV rt-PA uygulama verilerini paylaşmak amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntemler: Ocak 2017 ile Ocak 2019 tarihleri arasında hastanemizde Aİİ tanısı konulan 224 hasta çalışmaya alındı. Bunlardan 17’si bilgilendirilmiş onam alındıktan sonra IV rt-PA tedavi uygulanmış hastalar idi. Hastaların klinik ve laboratuvar bulguları, risk faktörleri ve demografik özelliklerine ait bilgilere veri tabanımızdan ulaşılarak kaydedildi. İstatistiksel anlamlılık düzeyi p<0,05 olarak kabul edildi.
Bulgular: Bu çalışmada, tüm Aİİ hastaları içinde IV rt-PA uygulama oranı yaklaşık %7,6 (224 hastanın 17’si) idi. Oysa tüm Aİİ hastalarının içinde (n=224) klinik olarak (Ulusal Sağlık Enstitüsü İnme Ölçeği [National Institutes of Health Stroke Scale, NIHSS] 5 ve üstü veya afazi veya homonim hemianopsi) IV rt-PA uygulanabilecek hastaların (n=57) oranı %25,4’dir. En sık IV rt-PA uygulamama nedeni (%72,5), semptom başlama zamanının belirsiz olması ya da terapötik zamanın 4.5 saati (80 yaş üstü ve geniş orta serebral arter infarktında 3 saat) geçmiş olması idi.
Sonuç: Aİİ tedavisinde etkinliği kanıtlanmış olan IV rt-PA’dan faydalanabilecek çok sayıda hasta vardır. Bu tedaviden faydalanabilecek hastaların sayısını arttırmak için toplumu inme konusunda bilinçlendirme çalışmaları, acil ve ambulans sağlık personelinin eğitimi de dahil olmak üzere çok yönlü çalışmalara ihtiyaç vardır.
Keywords: akut iskemik inme, uygulama oranı, farkındalık, rekombinant doku plazminojen aktivatörü
Case Report
Emre Emekli, Mustafa Fuat Açıkalın, Melek Kezban Gürbüz, Uğur Toprak
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 84-88
ABSTRACT
Synovial sarcomas are rare malignant neoplasms commonly arising from articular tendons and joint capsules. Despite being termed synovial sarcomas due to their histologic similarity to the synovium, they rarely involve a synovial structure. Although they mostly occur in lower extremities, rare cases originating from the thorax, abdomen, head, and neck have also been reported. A 60-year-old male patient was admitted to the hospital with a complaint of swelling in left side of the neck. CT revealed a mass of approximately 6.5x5 cm, occupying the left parapharyngeal space and left submandibular fossa and protruding into the pharynx lumen. The lesion was non-infiltrative, well circumscribed, and uniformly ovoid. The patient underwent surgery, and subsequent pathological examination confirmed the diagnosis of synovial sarcoma. Despite their rarity, synovial sarcomas should be considered, along with Ewing’s sarcoma, rhabdomyosarcoma, and other sarcomas, in the differential diagnosis of a large juxtaarticular mass containing calcifications.
Keywords: synovial sarcoma, computed tomography, jugulodigastric space, neck
ÖZ
Sinoviyal sarkomlar artiküler tendonlardan ve eklem kapsüllerinden köken alan nadir malign tümörlerdir. Histolojik olarak sinoviyuma benzerlikleri nedeniyle sinoviyal sarkom olarak isimlendirilmelerine rağmen, nadiren sinoviyal yapı içerirler. Genellikler alt ekstremitede görülmekle birlikte nadir olarak toraks, abdomen, baş-boyun bölgesinde sinoviyal sarkom tespit edilen olgular bildirilmiştir. 60 yaşında erkek hasta boyun sol yarısında şişlik şikayeti ile hastanemize başvurdu. Çekilen bilgisayarlı tomografide sol parafaringeal boşluğu ve sol submandibular fossayı doldurup, farenk lümenine protrude yaklaşık 6,5x5 cm boyutunda kitle tespit edildi. Kitle düzgün sınırlı, ovoid şekilli ve çevre dokulara infiltrasyon göstermemekteydi. Cerrahi olarak total çıkarılan kitlenin histopatolojik tanısı sinovyal sarkom olarak belirlendi. Nadir görülmelerine rağmen sinoviyal sarkomlar Ewing sarkomu, rabdomiyosarkom ve diğer sarkomlarla birlikte kalsifikasyon içeren jukstaartiküler kitlelerin ayırıcı tanısında düşünülmelidir.
Keywords: sinoviyal sarkom, bilgisayarlı tomografi, jugulodigastric boşluk, boyun
Research Article
Yasemin Durduran, Bahar Kandemir, Elif Nur Yıldırım, Özlem Pakna, Lütfi Saltuk Demir
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 89-95
ABSTRACT
Aim: The training and practices taken by the cleaning staff and the caregivers working at the hospital about prevention of nosocomial infections, approach to medical waste and hand hygiene are important in terms of both patient and staff health. It is aimed to assess the efficiency of previous training information given to the cleaning staff and caregivers working in a university hospital about nosocomial infections and the ways of prevention of these infections and efficiency of the last training given by reorganizing the same topics in this study.
Methods: The number of trainings taken about the same topic by participants of the study was listed and the pre-test, interactive training, and then the final test were applied. Chi-square test, McNemar test, T-test, factorial covariance analysis and Pearson correlation analysis were used in the analysis of the data. p<0.05 was accepted as the limit value for statistical significance.
Results: 63.6% of the employees were caregivers and 36.4% of them were cleaning staff; 57.1% were employed in internal medicine branches, 25.6% in surgical branches and 17.2% in other units such as laundry. The median about receiving education in similar subjects so far in the respondents was 9 (1-17). Knowing the correct application of contact isolation was higher in the caregivers than the cleaners (p=0.01) and in those working in the internal medicine branches than the others (p=0.001). There was no significant relationship between the number of training received by the participants and the number of questions correctly known in the pre-test before the training (p>0.05).
Conclusion: In our study, we found that there was no significant relationship between the number of trainings on prevention of nosocomial infections and the number of questions correctly known in the pre-test suggested us to review the trainings given and also the necessity of observing the employees in units about these subjects.
Keywords: infection control, educational activities, survey works
ÖZ
Amaç: Hastanede çalışan temizlik personeli ve hasta bakıcıların hastane enfeksiyonlarından korunma, tıbbi atık kontrolü ve el hijyeni konularında aldıkları eğitimler ve uygulamaları; hem hasta hem de çalışan sağlığı açısından önemlidir. Bu çalışmada; bir üniversite hastanesinde görev yapmakta olan temizlik personeli, hasta bakıcılara, hastane enfeksiyonları ve bu enfeksiyonlardan korunma yolları konularında verilen önceki eğitim bilgilerinin ve aynı konularda yeniden düzenlenerek verilen sonraki eğitim etkinliğinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Yöntemler: Çalışmaya katılanların aynı konuda önceden aldığı eğitim sayıları listelenip, ön test, interaktif eğitim ve ardından son test uygulanmıştır. Verilerin analizinde ki-kare testi, McNemar testi, bağımlı gruplarda t testi, faktöriyel kovaryans analizi (ANCOVA) ve Pearson korelasyon analizi kullanılmıştır. P<0,05 değeri istatistiksel olarak anlamlı kabul edilmiştir.
Bulgular: Çalışanların %63,6’sı hasta bakıcı, %36,4’ü temizlik personeli idi. %57,1’i dahili branşlarda, %25,6’sı cerrahi branşlarda ve %17,2’si çamaşırhane gibi diğer birimlerde görev yapıyordu. Katılımcılarda şu ana kadar benzer konularda eğitim alma ortancası 9 (1-17) idi. Temas izolasyonu uygulamasını doğru bilme, hasta bakıcılarda temizlik çalışanlarına göre (p=0,01), dahili birimde çalışanlarda diğer bölümlerde çalışanlara göre (p=0,001) yüksekti. Katılımcıların konuyla ilişkili aldıkları eğitimin sayısı ile eğitim öncesinde yapılan ön testte doğru bilinen soru sayısı arasında anlamlı bir ilişki bulunmadı (p>0,05).
Sonuç: Araştırmamızda hastane enfeksiyonlarını önleme konusunda alınan eğitimin sayısı ile ön testte doğru bilinen soru sayısı arasında bir ilişki bulunamamış olması; bizlere yapılan eğitimlerin gözden geçirilmesi, ayrıca çalışanların verilen eğitim konuları konusunda çalıştıkları birimlerde gözlemlenmesi gerekliliğini düşündürmüştür.
Keywords: enfeksiyon kontrolü, eğitim, anket çalışması
Research Article
Mehmet Burak Eskin, Ayşegül Ceylan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 96-102
ABSTRACT
Background: The perfusion index (PI) is a non-invasive method that measures the monitoring and success of peripheral nerve blocks in regional anesthesia. The perfusion index (PI) is an objective non-invasive method of measuring and monitoring the success of peripheral nerve blocks. We compare the effects of interscalene, supraclavicular and infraclavicular blocks on the perfusion index, with the aim being to contribute to the decision-making process regarding the type of block to be selected for surgeries in which increased perfusion is important.
Methods: Included in the study were 60 patients aged between 18 and 60 years with an ASA (American Society of Anesthesiologists) I-II risk rating who were scheduled for upper extremity surgery. An equal number of patients were applied supraclavicular, interscalene and infraclavicular blockades, and the PI was measured non-invasively using a pulse-oximetry probe on the fingers on the same and opposite side of blockade at the beginning, at the 10th, 20th and 30th minutes, postoperatively and in the post-anesthetic care unit (PACU).
Results: After a successful blockade of brachial plexus in all patients, a statistically significant increase in PI values was detected. Aside from the initial values, the mean rate of change in PI was significantly higher in the interscalene group than the supraclavicular and infraclavicular groups (p < 0.001).
Conclusion: PI can be used as a non-invasive monitoring method for the determination of the success of a brachial plexus blockade. Based on the results of the present study, an interscalene blockade may be preferred especially for surgeries in which an increase in tissue perfusion is desired due to its perfusion-enhancing properties when compared to supraclavicular and infraclavicular blocks.
Keywords: perfusion index, interscalene block, supraclavicular block, infraclavicular block
ÖZ
Amaç: Perfüzyon indeksi (PI), bölgesel anestezide uygulanan periferik sinir bloklarının monitörizasyonunu ve başarısını ölçen non-invaziv bir yöntemdir. Çalışmamızda interskalen, supraklavikular ve infraklavikular sinir bloklarının perfüzyon indeksi üzerindeki etkilerini karşılaştırdık. Amaç, artan perfüzyonun önemli olduğu ameliyatlar için seçilecek periferik bölgesel anestezi şekline karar alma sürecine katkıda bulunmaktır.
Metod: Çalışmaya 18-60 yaş arası 60 hasta ve üst ekstremite cerrahisi için ASA (Amerikan Anestezistler Derneği) skoru I veya II olan hastalar dahil edildi. Eşit sayıda hastaya supraklavikular, interskalen ve infraklavikular blokaj uygulandı. Başlangıçta, 10., 20. ve 30. Dakika ve anestezi sonrası bakım ünitesinde (PACU) PI değerleri non-invasif olarak ölçüldü.
Bulgular: Tüm hastalarda başarılı bir brakiyal pleksus blokajından sonra PI değerlerinde istatistiksel olarak anlamlı bir artış tespit edildi. İlk tespit edilen değerlere göre, PI’deki ortalama değişim oranı, interskalen grubunda, supraklavikular ve infraklavikular gruplara göre anlamlı derecede yüksekti (p < 0,001).
Sonuç: PI, brakiyal pleksus blokajının başarısının belirlenmesinde invazif olmayan standart bir izleme yöntemi olarak kullanılabilirliği gösterilmiştir. Bu çalışmanın sonuçlarına dayanarak, bir supraklavikular ve infraklavikular bloklara kıyasla perfüzyon arttırıcı özelliklerinden dolayı doku perfüzyonunda bir artışın istendiği ameliyatlar için inteskalen blokaj tercih edilebilir.
Keywords: perfüzyon indeksi, interskalen blok, supraklavikular blok, infraklavikular blok
Research Article
Emrah Acar, Mehmet Inanir, Alev Kılıçgedik, Servet Izci, Mehmet Fatih Yılmaz, Turgut Karabağ, İbrahim Akın İzgi, Cevat Kırma
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 103-112
ABSTRACT
Background: The early and late term results of who underwent transcatheter aortic valve implantation (TAVI) in our center were evaluated in this study.
Patients and Methods: The early and late term results of 48 patients with severe aortic stenosis who underwent the TAVI procedure in our clinic between 2011 and 2013 years were evaluated. All of our patients were implanted with CoreValve bioprosthetic valves through the transfemoral approach and followed-up for 17.4±15.3 months.
Results: Before the procedure, the mean aortic valve area (AVA) was 0.7±0.2cm2, the mean valvular gradients (MnG) were 55.4±19.8 mmHg and the mean functional class was 2.5±0.4. Following the TAVI procedure the AVA, MnG and functional class were improved, significantly. The technical success rate was %87.5, and mean 1.5±0.5 valves was implanted in all patients. Surgical AVR was required for 1 patient because of severe paravalvular leakage. At the procedure, in 3 patients third degree atrioventricular (AV) block and in 2 patient coronary occlusion were developed. The patients with third degree AV block was required permanent pacemaker. In the early term after TAVI in 3 patients transient ischemic attack and in 2 patients minors hemoragy were developed. 3 patient was dead of cardiac tamponade in the procedure, 1 patient was dead from infections and sepsis postoperative 28th days, 2 patients were dead from cardiac arrest because of complex ventricular arrythmia, 2 patients were dead of noncardiac reasons on the 1st and 4th months, respectively. In this study 3 years survi of TAVI procedure was %75.
Conclusion: In the patients with high surgery risk or inoperable aortic stenosis TAVI is a rather safe and successful method in the early and late terms as an alternative therapy to surgery.
Keywords: aortic stenosis, echocardiography, transcatheter
ÖZ
Giriş ve Amaç: Bu çalışmada merkezimizde transkateter aortik kapak implantasyonu (TAVİ) uygulanan hastaların erken ve geç dönem klinik ve ekokardiyografik takip sonuçları değerlendirildi.
Hastalar ve Yöntem: 2011-2013 yılları arasında kliniğimizde ciddi aort darlığı (AD) nedeni ile TAVİ uygulanan 48 hastanın erken ve geç dönem sonuçları değerlendirildi. Tüm hastalara transfemoral yaklaşım ile CoreValve biyoprotez kapak yerleştirildi ve hastalar 17,4±15,3 ay takip edildi.
Bulgular: Hastaların (24’ü kadın, ortalama yaş 77,4±8,1) işlem öncesi ortalama aortic kapak alanı (AVA) 0,7±0,2 cm2, ortalama aortik kapak gradiyenti (MnG) 55,4±19,8 mmHg, fonksiyonel sınıfı New York Kalp Cemiyeti (NYHA)’ne göre 2,5±0,4 iken, TAVİ işlemini takiben AVA, MnG ve fonksiyonel sınıflamalarında anlamlı düzelme görüldü. İşlem başarısı %87,5 olup, hastalara ortalama 1,5±0,5 kapak implante edildi. 1 hastada kapak implantasyonu sonrası hemodinamiyi bozan ileri paravalvüler AY geliştiği için cerrahi aort kapak replasmanı yapıldı. İşlemde 3 hastada AV tam blok, 2 hastada koroner obstrüksiyona bağlı ventriküler taşikardi; işlem sonrası erken dönemde ise 3 hastada geçici iskemik atak, 2 hastada minör kanama gelişti. 3 hasta işlemde gelişen kalp tamponadı nedeniyle, 1 hasta işlem sonrası 28. gün enfeksiyon ve sepsis nedeniyle, 2 hasta kompleks ventriküler artimiye bağlı kardiyak arrestten, 2 hasta da 1. ve 4. aylarda kalp dışı nedenlerden hayatını kaybetti. İşlemin 3 yıllık yaşam süresi %75 bulundu.
Sonuç: Cerrahi riski yüksek veya opere edilemeyecek olan semptomatik AD hastalarında, cerrahiye alternatif bir tedavi yöntemi olarak klinik pratiğe girmiş olan TAVİ işlemi, erken ve geç dönem sonuçları itibariyle başarılı ve güvenilir bir yöntemdir.
Keywords: aort darlığı, ekokardiyografi, transkateter
Research Article
Ayhanim Tumturk, Selma Tosun, Ilknur Esen Yıldız, Handan Alay, Duru Mıstanoglu Ozatay, Duygu Mert, Kenan Ugurlu, Ibrahim Mungan, Mustafa Dogan, Busra Ergut Sezer, Merve Sefa Sayar, Secil Deniz, Zehra Karacaer, Mustafa Uguz, Fernaz Yıldız, Gul Durmus, Fatma Unlu, Yesim Uygun Kızmaz, Sirin Menekse, Nefise Oztoprak, Cağla Karakoc, Nuran Sarı, Melike Betul Ogutmen, Cumhur Artuk, Emre Guven, Yasemin Balkan, Abdulkadir Daldal, Ozlem Mete, Meltem Tasbakan, Tansu Yamazhan, Deniz Akyol, Pınar Ergen, Ozlem Senaydın, Selda Sayın, Rıza Aytac Cetinkaya, Ercan Yenilmez, Nurgul Ceran, Serpil Erol, Sinan Ozturk, Ayten Kadanalı, Arzu Altıncekic, Osman Ekinci, Ozgur Daglı, Hulya Ozkan Ozdemir, Ayse Batırel, Ergenekon Karagoz, Ugur Kostakoglu, Fazılet Duygu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 113-119
ABSTRACT
Aim: The aim of this study is to evaluate the attitudes of healthcare workers against seasonal influenza vaccine and the reasons for vaccine avoidance.
Materials and Methods: This national survey was conducted from April 1st to June 30th in 2017. The study was carried out among health care workers working in primary, secondary and tertiary care settings. A total of 12 questions were sent to 5046 health care professionals from 55 different cities who agreed to participate in the survey.
Results: 7% of the participants stated that they get vaccinated regularly every year. 65.8% of the participants stated that they don’t get vaccinated at all. The most important reason for those who did not receive influenza vaccination was their disbelief in the necessity of the vaccination (51.9%). The most common reason for the seasonal influenza vaccination was the prevention of influenza infection (56.7%).
Conclusion: The results of the study showed that HCWs influenza vaccination rates are very low. Doctors have been found to have slightly better rates than other HCWs. The high level of education and the increase in professional experience had a positive effect on the vaccination rate. It is important to know the HCWs attitudes and behaviors towards the vaccination to increase the rates.
Keywords: seasonal influenza vaccination, healthcare workers, attitudes
ÖZ
Amaç: İnfluenza tüm dünyada önemli ölçüde morbidite, mortalite ve maliyet yükünden sorumludur. Sağlık çalışanları (HCP) mesleksel bulaş açısından risk altındadırlar. Bu çalışmada sağlık çalışanlarının mevsimsel influenza aşısına karşı tutumlarının ve aşıdan kaçınma nedenlerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Bu çok merkezli ulusal anket çalışması 1 Nisan-30 Haziran 2017 tarihleri arasında gerçekleştirildi. Ankete katılmayı kabul eden 55 şehirden toplam 5046 HCP uzaktan katılım yoluyla cevaplamaları için toplam 12 sorudan oluşan bir anket gönderildi.
Bulgular: Çalışmaya katılanların %7’si her yıl düzenli olarak aşı yaptırdığını belirtti. Hiç yaptırmıyorum diyenlerin oranı %65,8 idi. İnfluenza aşışını yaptırmayanların en önemli nedeni grip aşısının gerekliliğine inanmama idi (%51,9). Mevsimsel grip aşısı yaptıranların en önemli gerekçesi grip infeksiyonundan korunma (%56,7) idi.
Sonuç: Sonuçlarımız, tüm HCP influenza aşılama oranlarının çok düşük olduğunu göstermiştir. Doktorların diğer HCP’lerden biraz daha iyi oranlara sahip olduğunu görülmüştür. Eğitim düzeyinin yüksek olması ve mesleki tecrübenin artması aşılama oranını olumlu yönde etkilemiştir. Sağlık çalışanlarının aşılanma oranlarının artırılabilmesi için öncelikle aşı konusundaki tutum ve davranışlarının bilinmesi gerekir.
Keywords: mevsimsel inluenza aşısı, sağlık çalışanları, tutumlar
Case Report
Cem Onur Kirac, Suleyman Hilmi Ipekci, Suleyman Baldane, Banu Turgut Ozturk, Levent Kebapcilar
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 120-123
ABSTRACT
Hashimoto’s disease is the most common cause of hypothyroidism. Since it is an autoimmune disease, the incidence of other autoimmune diseases has increased with Hashimoto’s disease. Extra-thyroidal involvements are also seen due to the autoantibodies that play a role in the etiopathogenesis of the disease. One of these is ophthalmopathy. We aimed to report the association of ophthalmopathy with Hashimoto’s disease which is frequently associated with Graves’ disease and to report the mechanism involved in pathogenesis in the light of literature.
Keywords: Etiopathogenesis, Hashimoto’s disease, thyroid ophthalmopathy, thyroid stimulating immunoglobulin
ÖZ
Hashimoto hastalığı hipotiroidinin en sık sebebidir. Otoimmun bir hastalık olmasından dolayı beraberinde diğer otoimmun hastalıkların görülme sıklığı artmıştır. Hastalığın etiyopatogenezinde rol alan otoantikorlardan dolayı ekstra-tiroidal tutulumlar da görülmektedir. Bunlardan biri de oftalmopatidir. Bu vakada, sıklıkla Graves hastalığı ile ilişkilendirilen tiroid oftalmopatisinin Hashimoto hastalığı ile olan birlikteliğini ve patogenezinde rol alan mekanizmaları literatür eşliğinde sunmayı amaçladık.
Keywords: Etiyopatogenez, Hashimoto hastalığı, tiroid oftalmopatisi, tiroid stimulan antikor
Research Article
Medine Sisman, Betül Erismis, Meral Mert
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 1, pp. 124-130
ABSTRACT
Purpose: The most important effect of vitamin D (vit D) is on calcium, phosphorus metabolism and bone mineralization. However, in recent years, vit D deficiency has been found to be associated with many chronic diseases. In this study, we aimed to investigate the relationship between insulin resistance and vit D levels.
Patients and methods: The records of 302 patients were evaluated retrospectively. Thyroid stimulating hormone (TSH), insulin, fasting blood glucose (FBG), hemoglobin A1c (HbA1c), anti-thyroglobulin antibody, anti-thyroid peroxidase antibody, Homeostasis Model Assessment-Insulin Resistance (HOMA-IR), vitamin B12, folate levels of patients were recorded. Analyzes were made with SPSS version 24.0 and significance level was considered as 0.05.
Results: Of the 302 patients, 256 (84.7%) were female and 46 (15.2%) were male. Patients were divided into 2 groups as vitamin D deficiency/insufficiency and normal vitamin D levels. There was a significant correlation between vitamin D levels and FBG, HOMA-IR, HbA1c and thyroid immunity status (p <0.05), but was no significant relationship with sex, age, folate, vitamin B12 and TSH (p≥0.05). HOMA-IR was associated with; HbA1c with a positive correlation of 15.9%, thyroid immunity with a positive correlation of 8.2%, FBG with a positive correlation of 28%. HbA1c was not associated with thyroid immunity but was 22.1% positively associated with FBG.
Discussion: Insulin resistance should be predicted in patients with vitamin D deficiency. The importance of vitamin D in providing metabolic control, insulin resistance and related pathologies in primary care should be remembered.
Keywords: vitamin D, diabetes, insulin resistance
ÖZ
Amaç: D vitamini, en önemli etkisi kalsiyum, fosfor metabolizması ve kemik mineralizasyonu üzerine olan bir vitamindir. Ancak son yıllarda D vitamininin, malinite, kardiyovasküler hastalıklar, metabolik sendrom, enfeksiyöz ve otoimmün hastalıklar gibi birçok kronik hastalıkla ilişki içinde olduğu tespit edilmiştir. Bu çalışmamızda diyabet ve obeziteye sıklıkla eşlik eden insülin direnci ile D vitamini düzeyi arasındaki ilişkiyi araştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: 2015-2017 yılları arasında, Bakırköy Dr. Sadi Konuk SUAM poliklinik takipli 302 hastanın kayıtları retrospektif olarak incelendi. Hastaların tiroit uyarıcı hormon, insülin, açlık kan şekeri, hemoglobin A1c, anti tiroglobulin antikoru, anti tiroit peroksidaz antikoru, vitamin B12, folat düzeyleri kaydedildi. Hastalar vitamin D yetersiz grup (vitamin D eksikliği olanlar da dahil) ve vitamin D normal grup şeklinde ikiye ayrıldı. İstatistiksel analizler SPSS 24.0 sürümü ile yapıldı ve anlamlılık düzeyi 0,05 olarak ele alındı.
Bulgular: Çalışmaya alınan 302 hastanın 256’sı (%84,7) kadın, 46’sı (%15,2) erkekti. Vitamin D düzeyine göre iki gruba ayrılan hastaların; vitamin D düzeyi ile AKŞ, HOMA-IR, HbA1c ve tiroit immünitesi arasında anlamlı ilişki (p<0,05) saptanırken; cinsiyet, yaş, folat, vitamin B12, TSH arasında anlamlı ilişki saptanmadı (p≥0,05). Korelasyon analizine göre HOMA-IR; HbA1c ile %15,9, tiroit immünitesiyle %8,2 ve AKŞ ile %28 pozitif ilişkili saptandı. HbA1c ise tiroit immünitesiyle ilişkili bulunmazken AKŞ ile %22,1 pozitif ilişkili saptandı.
Sonuç: Vitamin D eksikliği, yetersizliği saptanan hastalarda insülin direnci olabileceği de öngörülmelidir. Birinci basamakta metabolik kontrolün sağlanması, insülin direnci ve ilişkili patolojilerin önlenmesinde vitamin D’nin önemine dikkat çekilmelidir.
Keywords: vitamin D, diyabet, insülin direnci