Research Article
Doğukan Atabay, İsmet Miraç Çakır, Şükrü Oğuz, Oğuzhan Özdemir, Eser Bulut, Hasan Dinç
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 94-100
ABSTRACT
Aim: Surgical clipping is the gold standard treatment method for the treatment of intracranial aneurysms, but endovascular therapy has become an alternative to surgical treatment for the last 30 years. In aneurysms treated with the endovascular method, recurrence may develop due to the mechanic failure of coil. The purpose of this study is; endovascularly-treated aneurysms follow up as planed.
Material and Method: The study included 149 aneurysms of 130 patients treated and controlled endovascularly between January 2004 and December 2013. 72 of the patients were women, and 58 were males. Patients were between 13 and 81 years of age and the mean age was 50.9. Patients were followed for 6 to 84 months by magnetic resonance angiography and digital subtraction angiography. Morphological results were evaluated according to the Raymond classification. Raymond 1 (total occlusion), Raymond 2 (filling of the aneurysm neck) and Raymond 3 (residual aneurysm).
Results: Raymond class 1 occlusion was obtained in 116 aneurysms treated with endovascular treatment (77.9%), Raymond class 2 in 16 aneurysms (10.9%) and Raymond class 3 occlusion in 17 aneurysms (11.4%). The total recanalization rate was 22.1%. Of 33 patients with Raymond class 2 and 3, 17 were diagnosed at the 6th month. The remaining 14 patients were diagnosed at the 1st year controls and 2 patients at the 2nd year controls. Of the 33 aneurysms with remnant-recurrence, 5 were giant aneurysms (> 25 mm), 14 were large aneurysms (10-25 mm), and 14 were small aneurysms (<10 mm).
Conclusion: It is important to assess the stability of follow-up treatment after endovascular treatment and to detect early of recurrence. Many studies have reported that at least two controls should be performed within the first year after endovascular treatment. Long term follow-up is an appropriate choice to perform with magnetic resonance angiography.
Keywords: Intracranial aneurysm, endovascular treatment, digital subtraction angiography
ÖZ
Giriş ve Amaç: İntrakraniyal anevrizmaların tedavisinde cerrahi yolla klipleme altın standart tedavi metodu iken son 30 yıldır endovasküler tedavi cerrahi tedaviye alternatif hale gelmiştir. Endovasküler yol ile tedavi edilen anevrizmalarda, total oklüzyon sağlanmasına rağmen koillerin mekanik başarısızlığına bağlı nüks gelişebilir. Bu çalışmanın amacı; endovasküler yol ile tedavi edilmiş anevrizmaların takibi olarak planlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Ocak 2004-Aralık 2013 tarihleri arasında endovasküler yolla tedavi edilen ve kontrollerine uyan 130 hastaya ait 149 anevrizma dahil edildi. Hastaların 72’si kadın, 58’i erkektir. Hastaların yaşı 13 ile 81 yaş arasında olup ortalama yaş 50,9’dur. Hastalar 6-84 ay arasında manyetik rezonans anjiyografi ve dijital substraksiyon anjiyografi ile takip edildi. Morfolojik sonuçlar Raymond sınıflamasına göre değerlendirildi. Raymond 1 (total oklüzyon), Raymond 2 (anevrizma boynunda doluş var) ve Raymond 3 (rezidü anevrizma) şeklindedir.
Bulgular: Endovasküler yolla tedavi edilmiş 116 anevrizmada (%77,9) Raymond sınıf 1, 16 anevrizmada (%10,9) Raymond sınıf 2, 17 anevrizmada (%11,4) Raymond sınıf 3 oklüzyon elde edilmiştir. Toplam rekanalizasyon oranı %22,1 bulunmuştur. Raymond sınıf 2 ve 3 olan 33 hastanın 17 tanesi 6.ay kontrollerinde tespit edilmiştir. Kalan 14 hasta 1.yıl kontrollerinde 2 hasta ise 2.yıl kontrollerinde tespit edilmiştir. Remnant-nüks tespit edilen 33 anevrizmanın 5 tanesi dev anevrizma (>25mm), 14 tanesi büyük anevrizma (10-25 mm), 14 tanesi ise küçük anevrizmlarda (<10mm) izlenmiştir.
Sonuç: Endovasküler tedavi sonrası takipler tedavinin stabilitesini değerlendirmek ve oluşabilecek nüksü erken dönemde saptanmasında önemlidir. Birçok çalışmada endovasküler tedavi sonrasında ilk yıl içerisinde en az iki kontrol yapılması gerektiği bildirilmektedir. Uzun dönem takiplerin manyetik rezonans anjiyografi ile yapılması uygun bir seçenektir.
Keywords: İntrakraniyal anevrizma, endovasküler tedavi, dijital subtraksiyon anjiyografi
Research Article
Meyha Şahin, Selcan Cesur, Serkan Enki
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 101-106
ABSTRACT
Aim: Brucellosis is the most common bacterial zoonosis in all around the world and still a public health threat with high rates of incidence in Turkey. In the present study, we evaluated the brucella infection cases, manifested in Sirnak, one of the regions that brucellosis is common in our country.
Materials and Methods: We retrospectively collected data of 83 outpatients and inpatients who admitted infectious disease department of a second-line hospital between dates of October 2017 and December 2018. We have evaluated possible risk factors for brucellosis, complaints of the patients, the initiation time of the complaints, clinical signs, complications and treatment regimes.
Results: 61.4% (51/83) of the patients included in the study were female. The mean age of the patients was 35.3 (15-84). Brucella infection was most common among housewives (39.7%) and the most common risk factor was fresh dairy cheese consumption (78.3%). The most common symptom was muscle and joint pain. We have applied 13 different treatment regimens in the form of double and triple drug combinations, and treatment of 13.2% of the patients was switched because of various reasons. 30.1% of the patients infected with brucella had hepatitis and 13.2% had osteoarticular involvement. Erythrocyte sedimentation rate (p = 0.009) and C reactive protein (p = 0.046) were statistically significant high in patients with osteoarticular involvement compared to without. The correlation between higher Erythrocyte sedimentation rate (p = 0.009), C reactive protein (p = 0.046) values and osteoarticular involvement was statistically significant. Epididymoorchitis was developed in three patients (3,6%). The rate of relapse was 26.5%.
Conclusion: Brucella infection should be kept in mind in patients presenting with nonspecific symptoms, especially in areas where brucella infection is common like our region and patients should be examined for brucellosis.
Keywords: Brucellosis, complications, relapse
ÖZ
Amaç: Brusella enfeksiyonu; dünya genelindeki en yaygın bakteriyel zoonoz olup ülkemizde de yüksek görülme oranları ile bir halk sağlığı sorunu olmaya devam etmektedir. Biz de çalışmamızda brusellozun ülkemizde sık görüldüğü bölgelerden biri olan Şırnak ilindeki olguları irdeledik.
Gereç ve Yöntem: İkinci basamak bir hastanenin enfeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji polikliğine Ekim 2017- Aralık 2018 tarihleri arasında başvuran, ayaktan ve yatarak takip edilen 83 brusella ile enfekte hastanın olası risk faktörleri, başvuru şikayetleri, şikayetlerin başlama zamanı, klinik bulguları, gelişen komplikasyonları ve başlanan tedavileri retrospektif olarak incelendi.
Bulgular: Çalışmaya alınan 83 hastanın %61,4’ü (51/83) kadındı. Hastaların yaş ortalaması 35,3 (15-84) saptandı. Brusella enfeksiyonuna en çok ev hanımlarında rastlandı (%39,7) ve en yaygın risk faktörü taze peynir tüketimi idi (%78,3). En sık görülen semptom ise yaygın kas ve eklem ağrısı idi. İkili ve üçlü kombinasyonlar şeklinde 13 farklı tedavi rejimi uygulandı, hastaların %13,2’sinde çeşitli nedenlerle tedavi değişikliği yapıldı. Brusella ile enfekte hastaların %30,1’inde hepatit, %13,2’sinde kemik eklem tutulumu saptandı. Osteoartiküler tutulumu olanlarda; eritrosit sedimantasyon hızı (p=0,009) ve C reaktif protein (p=0,046) yüksekliği, olmayanlara göre istatistiksel olarak anlamlı saptandı. Üç hastada (%3,6) ise epididmoorşit gelişmişti. Hastaların %26,5’inde relaps görüldü.
Sonuç: Özellikle bölgemiz gibi brusella enfeksiyonunun yaygın olarak görüldüğü yerlerde nonspesifik semptom ve bulgular ile başvuran hastalarda mutlaka brusella enfeksiyonu akılda tutulmalı ve hastalar bruselloz açısından tetkik edilmelidir.
Keywords: Bruselloz, komplikasyonlar, relaps
Research Article
Mustafa Öğden, Ulas Yüksel, Suleyman Akkaya, Jonathan Oppong, Üçler Kısa, Bulent Bakar, Mehmet Faik Ozveren
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 107-113
ABSTRACT
Aim: Diffuse idiopathic skeletal hyperosteosis (DISH) characterized by formation of disseminated osteofites on vertebra in the absence of traumatic or post infectious changes is a chronic disease of unknown etiology. This study was aimed to investigate the biochemical relationship of DISH in patients with DISH.
Material and Method: Eleven patients diagnosed with DISH (DIH group) and eleven patients with axial pain but without any vertebral disease (Control group) who applied to the neurosurgery clinic between the years 2016-2017 were enrolled in this retrospective study. HLA-B27 antigen positivity, erythrocyte sedimentation rate, leukocyte, basofil and eosinophil counts, C-reactive protein, phosphorus and calcium levels, and their results in individuals were investigated. Anteroposterior and lateral pelvis, knee, lateral foot radiograms showing extra-axial involvement were viewed.
Results: Of the patients with DISH, one owing to difficulty in swallowing and another owing to quadriplegia as a result of cervical trauma underwent surgical therapy. Radiological investigations of this group revealed iliac involvement in four patients and patellar joint involvement in one patient. There was no difference between groups with respect to age, sex, leucocyte, basophil and eosinophil count, C-reactive protein, phosphorus and calcium levels. However there was a significant difference with respect to dysphagia and extra-axial involvement. No individual was positive for HLA-B27 antigen.
Conclusion: Present study findings suggested that both acute and/ or chronic inflammatory processes have no place in the etiology of this disease.
Keywords: comorbidity, DISH, diffuse idiopathic skeletal hyperostosis, comorbidity
ÖZ
Amaç: Yaygın idiopatik iskelet hiperosteozu (DISH) henüz sebebi bilinmeyen, travmatik veya inflamatuvar değişiklik olmaksızın omurgada, diğer eklemlerde ve ligamentlerde yaygın kalsifikasyonla karakterize kronik bir hastalıktır. Bu çalışmada DISH sendromuyla eşlik eden hastalıklar ve rutin biyokimya laboratuar bulguları arasındaki ilişki araştırıldı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 22 kişi (DISH grubu: 11; Kontrol grubu: 11) alındı. Bireylerde disfaji, komorbidite (diyabetes mellitus, esansiyel hipertansiyon, romatolojik hastalık) sorgulandı. HLAB-27, eritrosit sedimantasyon hızı(ESR), beyaz küre sayımı, C-reaktif protein, fosfor, kalsiyum düzeyleri incelendi. Ekstraaksiyel (omurga dışı) tutulumları göstermeye yönelik anteroposterior-lateral pelvis, diz ve lateral ayak röntgenleri görüldü.
Bulgular: DISH sendromu olan tüm bireylerde HLAB-27 negatif bulundu ve 1 hasta yutma güçlüğü ve 1 hasta düşme sonrası gelişen parapleji nedeniyle opere edildi ve 3 hastada omurga dışı tutulum (sakroiliak eklemlerde, patella ve aşil tendonda) saptandı. İki grup arasında laboratuvar değerleri bakımından istatistiksel farklılık saptanmadı. Diğer yandan DISH grubunda ekstraaksiyel tutulum ile beyaz küre (r=-0.748, p=0.013), C-reaktif protein (r=-0.635, p=0.036) düzeyleri arasında ve disfaji ile eozinofil düzeyi (r=-0.719, p=0.013) arasında negatif korelasyon saptandı. DISH sendromu ile yaş, cinsiyet, komorbidite ve diğer laboratuvar değerleri arasında korelasyon bulunmadı.
Sonuç: Bu çalışmada her ne kadar çalışma grubu küçük olsa da DISH sendromunun ekstraaksiyel tutulum da yapabildiği, seronegatif bir hastalık olduğu, romatizmal hastalıklardan farklı olarak kan biyokimya değerlerinde bir anormalliğe neden olmadığı teyit edildi. Diğer yandan özellikle servikal ve torakal tutulumu olan hastaların klinik takibinde travmaya ikincil gelişebilecek kuadripleji/parapleji yönünden dikkatli olunması gerektiği düşünüldü.
Keywords: ekstraaksiyel tutulum, komorbidite, lökosit, C-reaktif protein, yaygın idiopatik iskelet hiperosteozu, kalsiyum
Research Article
Mehmet Beyazal, Hatice Beyazal Polat, Fatma Beyazal Çeliker, Ekrem Kara, Arzu Turan, Mehmet Fatih İnecikli, Tuğba Eldeş
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 114-118
ABSTRACT
Objective: Elastography is a new ultrasound-based technique able to assess tissue elasticity. The aims of this study were to evaluate the renal parenchyma with elastography in patients with glomerülonephritis and to determine the association between strain index and patients’ laboratory parameters.
Material and Method: Twenty-three patients (13 men, 13 women; mean age 41.67 ± 13.4 years) with glomerülonephritis and 20 sex and age-matched healthy controls were enrolled in this study. Estimated glomerüler filtration rate (eGFR), serum creatinine, spot urine protein, spot urine creatinine, spot urine protein/creatinine ratio were recorded in patients with glomerülonephritis. Elastography examinations of renal paranchyma were performed for all participants and the strain ratio values were measured.
Results: The right and left strain index values were significantly higher in patients with glomerülonephritis than in controls (right; 3.89±0.82 vs. 3.39±0.78 p=0.038, left; 3.94±0.69 vs. 3.24±0.81 p=0.003, respectively). The strain index scores did not showed any significant correlation with eGFR, serum creatinine, spot urine protein, spot urine creatinine, spot urine protein/creatinine ratio (for all, p˃ 0.05). On ROC curve analysis based on strain ratio values of the patient and control groups, the cut-off value for the diagnosis of glomerülonefritis was 3.8, with a sensitivity of 61.5% and a specificity of 85%.
Conclusions: Strain index of elastography can be used to differentiate patients with glomerülonefritis from healthy individuals.
Keywords: elastography, ultrasonography, strain index, glomerülar diseases
ÖZ
Amaç: Elastografi doku elastisitesini değerlendiren yeni bir ultrasonografi tekniğidir. Bu çalışmanın amacı, glomerülonefritli hastalarda böbrek parankimini elastografi ile değerlendirmek ve hastaların laboratuvar verileri ile gerinim indeksi arasında ilişkiyi tespit etmektir.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışmaya glomerülonefritli 26 hasta (13 erkek, 13 kadın, ortalama yaş; 41,67 ± 13,4) ile cinsiyet ve yaş eşleştirilmiş 20 sağlıklı kontrol grubu dahil edildi. Glomerülonefritli hastaların tahmini glomerül filtrasyon hızı (eGFR), serum kreatinin, spot idrar proteini, spot idrar kreatinin, spot idrar protein / kreatinin oranı kaydedildi. Tüm katılımcıların elastografi ile böbrek parankim incelemeleri yapıldı ve gerinim indeksleri ölçüldü.
Bulgular: Glomerülonefritli hastalarda sağ ve sol böbrek gerinim indeksleri kontrollerden daha yüksekti (sağ; 3,89 ± 0,82 ve 3,39 ± 0,78 p = 0,038, sol; 3,94 ± 0,69 ve 3,24 ± 0,81 p = 0,003). Hastaların böbrek gerinim indeksleri ile tahmini glomerül filtrasyon hızı, serum kreatinin, spot idrar protein, spot idrar kreatinin, spot idrar protein/kreatinin değerleri ile anlamlı bir korelasyon saptanmadı (p˃ 0,05). Hasta ve kontrol gruplarının gerinim indekslerine dayanan ROC eğrisi analizindeki incelemede glomerülonefrit tanısı için gerinim oranı değerleri cut-off değeri 3,8, duyarlılık %61,5 ve özgüllük %85 idi.
Sonuç: Elastogram indeksleri glomerülonefritli hastaları sağlıklı bireylerden ayırmak için kullanılabilir.
Keywords: elastografi, ultrasonografi, gerinim indeksi, glomerüler hastalık
Research Article
Betül Erişmiş, Medine Şişman, Nadiye Sever, Deniz Yılmaz, Itır Şirinoğlu Demiriz
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 119-124
ABSTRACT
Aim: Erythrocyte sedimentation rate (ESR) is a simple and inexpensive laboratory test that is often desired in clinical practice. Normal range of ESR; 2-5 mm in men, 7 mm in women, in the first hour and 9 mm in men,12 mm in women in the second hour. Excessive elevation of ESR (≥ 100 mm/h) is often associated with serious diseases.
Material and Method: Records of patients who applied to University of Health Sciences Dr. Sadi Konuk Education and Research Hospital internal medicine outpatient clinics, in 2016-2018 years, with an ESR value of 100 mm/hour were reviewed retrospectively. The age, sex, hemogram, biochemistry and diagnosis of these patients were recorded. For each variable considered in the study, normality tests were performed, and Kolmogorov-Smirnov and Shapiro-Wilk tests were applied. Mann-Whitney-U test was used for 2 groups, Kruskal-Wallis test was used for 3 groups and above. Analyzes were made with SPSS 22.0 version and the significance level was taken as 0.05.
Results: A total of 397 patients, 160 male and 237 female were included in the study. The Median ESR value was 113 mm/hour. Patients were divided into five diagnostic categories: infection (18.6%), malignancy (25.1%), inflammatory/connective tissue diseases (9.5%), renal diseases (12%) and other causes (34.5%). In cases where etiology was found, most frequent cause was malignancy in females and infection in male patients.
Conclusion: However, since the most common etiologic factors in the persistence of high ESR are malignancy and infection, it will be helpful first to screen patients from these angles.
Keywords: erythrocyte sedimentation rate, malignancy, infection
ÖZ
Amaç: Eritrosit sedimantasyon hızı (ESH) klinik tıpta sıklıkla istenen basit ve ucuz bir laboratuvar testidir. ESH’nin normal değeri; birinci saatte erkeklerde 2-5 mm, kadınlarda 7 mm, ikinci saatte ise erkeklerde 9 mm, kadınlarda 12 mm’dir. ESH’nin aşırı yükselmesi (≥ 100 mm/saat) ise sıklıkla ciddi hastalıklar ile ilişkilidir.
Gereç ve Yöntem: Sağlık Bilimleri Üniversitesi Dr. Sadi Konuk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Poliklinikleri’ne 2016-2018 yılları arasında başvuran ve ESH değeri >100 mm/saat olan hasta kayıtları retrospektif olarak incelendi. Bu hastaların yaş, cinsiyet, hemogram, biyokimya ve tanıları kaydedildi. Çalışmada ele alınan her bir değişken için normallik testleri yapıldı ve Kolmogorov-Smirnov ile Shapiro-Wilk testleri uygulandı. Grup farklılıkları analizinde, 2 grup için Mann-Whitney-U testi, 3 ve üzeri grup için Kruskal-Wallis testi uygulandı. Analizler SPSS 22.0 sürümü ile yapılarak anlamlılık düzeyi 0,05 olarak ele alındı.
Bulgular: Çalışmada 160 erkek ve 237 kadın hasta olmak üzere toplam 397 hasta ele alındı. Median ESH değeri 113 mm/saat olarak saptandı. Hastalar beş tanısal kategoriye ayrıldı: enfeksiyon (%18,6), malignite (%25,1), inflamatuvar/konnektif doku hastalıkları (%9,5), renal hastalıklar (%12), diğer nedenler (%34,5). Etiyolojisi tespit edilen durumlarda, kadın hastalarda malignite, erkek hastalarda enfeksiyon en sık ESH yükselten neden olarak tespit edildi.
Sonuç: ESH yüksekliği ile gelen hastalarda tek bir sonuç ile yetinilmemeli ve takiplerde ESH kontrolü yapılarak düşük sonuç saptandığında gereksiz ileri tetkik yapılmasının önüne geçilmelidir. Ancak ESH yüksekliğinin sebat ettiği durumlarda en sık görülen etiyolojik nedenler malignite ve enfeksiyon olduğundan hastaların öncelikle bu açılardan taranması yararlı olacaktır.
Keywords: eritrosit sedimentasyon hızı, malignite, enfeksiyon
Research Article
Funda İncekara, Ebru Sayılır Güven, Şevki Mustafa Demiröz, Merve Şengül İnan, Koray Aydoğdu, Funda Demirağ, Selim Şakir Erkmen Gülhan, Sadi Kaya, Göktürk Fındık
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 125-130
ABSTRACT
Objectives: Pulmonary giant cell carcinoma (PGCC) is a histological type of nonsmall cell lung cancer and classified as one of the five subtypes of sarcomatoid carcinoma of the lung. Pure PGCC is very rare.
Material and Method: We represent our experience in the management of 7 patients (6 males and 1 female, with a range of 44-63 yr) with PGCC. The most representing symptoms were cough and hemoptysis. Upper lobectomy (n=7) and additionally mediastinal lymphadenectomy were performed in all patients.
Results: Definitive histological examination confirmed the diagnosis of PGCC in all cases. Even though there was no perioperative mortality, postoperative complications developed in a case were hemorrhage in the early perioperative period and bronchus fistula after two months from the operation. The mean survival of the patients was estimated as 28.8 months (38 days - 116 months).
Conclusion: The main treatment for PGCC is the complete surgical resection. Complete surgical resection was found to be usefull as a treatment of choice of PGCC in the early stage and contributed to survival.
Keywords: chemotherapy, giant cell carcinoma, radiotherapy, surgery, World Health Organization
ÖZ
Amaç: Pulmoner dev hücreli karsinom (PDHK) küçük hücreli dışı akciğer kanserinin bir histolojik tipidir ve akciğer sarkomatoid karsinomunun beş subtipinden biri olarak sınıflandırılır. Pür PDHK çok nadirdir.
Gereç ve Yöntem: Kliniğimizde PDHK nedeni ile tedavi gören 7 hastayla ilgili tecrübelerimizi sunduk (6 erkek ve 1 kadın, yaş aralığı 46-63 yıl). En sık görülen semptomlar öksürük ve hemoptizi idi. Üst lobektomi (n=7) ve ek olarak mediastinal lenfadenektomi bütün hastalara uygulandı.
Bulgular: Kesin histolojik inceleme ile tüm hastalarda PDHK tanısı doğrulandı. Herhangi bir perioperatif mortalite görülmemesine rağmen bir olguda ameliyat sonrası komplikasyon gelişti; erken perioperatif dönemde hemoraji ve operasyondan iki ay sonra bronşiyal fistül gelişti. Hastaların ortalama sağkalımı 28,8 ay (38 gün-116 ay) olarak bulundu.
Sonuç: PDHK için asıl tedavi komplet cerrahi rezeksiyondur. Komplet cerrahi rezeksiyonun erken evre PDHK için yararlı bir tedavi tercihi olduğu ve sağkalıma katkı sağladığı bulunmuştur.
Keywords: kemoterapi, dev hücreli karsinom, radyoterapi, cerrahi, Dünya Sağlık Örgütü
Research Article
Harun Düğeroğlu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 131-135
ABSTRACT
Aim: The aim of the study was to determine the frequency of comorbid diseases in patients diagnosed with fibromyalgia by the Physical Therapy Clinic.
Material and Method: Data of 674 patients diagnosed with fibromyalgia between January 2013 and May 2018 were retrospectively reviewed. Comorbid disease data of patients diagnosed with fibromyalgia were analyzed statistically.
Results: 208 (30.8%) of the 674 patients were male and 466 (69.2%) were female. The mean age of the patients was 49.2±10.4 years in males and 50.4±12.7 years in females. There were at least one comorbid disease in 548 patients (81.3%) and no comorbid disease in 126 (18.6%) patients. The most common comorbid diseases were cardiovascular diseases in 224 (40.8%) patients and endocrine diseases in 187 (34.1%) patients.
Conclusion: Fibromyalgia is an increasingly prevalent disease in recent years. Close monitoring of comorbid disease states of patients diagnosed with fibromyalgia will be useful in the treatment of fibromyalgia.
Keywords: Comorbidity, fibromyalgia, incidence, chronic diseases
ÖZ
Amaç: Çalışmanın amacı, Fizik Tedavi kliniği tarafından fibromiyalji tanısı konulan hastalarda komorbid hastalıkların sıklığını belirlemeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Ocak 2013 - Mayıs 2018 tarihleri arasında fibromiyalji tanısı konulan 674 hastanın verileri retrospektif olarak incelenmiştir. Fibromiyalji tanısı konulan hastaların komorbid hastalık verileri istatistiksel olarak analiz edildi.
Bulgular: Çalışmaya alınan 674 hastanın 208 (%30,8)’i erkek, 466 (%69,2)’ı kadın hastalardı. Hastaların yaş ortalaması, erkeklerde 49,2±10,4 yıl, kadınlarda 50,4±12,7 yıldı. Hastaların 548 (%81,3)’inde en az bir komorbid hastalık varken, 126 (%18,6) hastada herhangi bir komorbid hastalık yoktu. En sık görülen komorbid hastalık 224 (%40,8) hasta ile kardiyovasküler hastalıklar, ikinci sırada 187 (%34,1) hasta ile endokrin hastalıklar yer almaktadır.
Sonuç: Fibromiyalji, son yıllarda sıklığı giderek artan bir hastalıktır. Fibromiyalji tanısı konulan hastaların, komorbid hastalık durumlarının yakından takip edilmesi, fibromiyaljinin tedavisinde yararlı olacaktır.
Keywords: Komorbidite, fibromiyalji, insidans, kronik hastalıklar
Research Article
Erbin Kandemir, Tuğba Aşkın, Tünay Kandemir, Gonca Oğuz Tuncel, Süheyla Ünver
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 136-142
ABSTRACT
Aim: Breast cancer is the most common cancer in women and is the second most cause of cancer associated death. After diagnosis is made, emotional distress, anxiety and depression occurs in 35-38% of women. High anxiety levels prior to operation increases the sensitivity and expectation of the patients towrads pain, influencing the severity of postoperative pain. The aim of the present study was to evaluate the effect of preoperative anxiety on postoperative pain expectation, postoperative pain and opioid consumption in patients undergoing modified radical mastectomy.
Material and Method: 60 female patients between the ages of 18-65 were included in the present study. Preoperative anxiety was evaluated using State Trait Anxiety Inventory (STAI) and postoperative pain expectation using Visual Analog Scale (VAS). STAI1 test was administered at preoperative visit, preoperatively and postoperative 6th hour while STAI2 was administered at preoeprative visit. Demographic characteristics were questioned. Postoperative pain levels and overall morphine consumption were recorded.
Results: Postoperative STAI1 values were significantly lower than preoperative visit and preoperative STAI1 values (p=0.002 - p=0.004). Weak but statistically significant correlation was shown between preoperative visit STAI1 and STAI2 values. A statistically significant but weak positive relation was found betwen STAI1 preoperative and STAI1 postoperative 6th hour values and postoperative VAS (p=0.030; rho=0.280; p=0.003; rho=0.378). Median postperative pain expectation was found to be 6.0 (min=3.0; max=10.0).
Conclusion: In the present study, it was demonstrated that high preoparetive anxiety scores are associated with increased postoperative pain level anxiety stimulations may potentiate pain, by exerting pain like effect via psychological system. It is our suggestion that, in special patient groups in which anxiety levels are high, such as breast cancer patients, planning postoeprative pain management after determining preoperative anxiety level and other risk factors will increase patient satsisfaction and the efficacy of analgesia.
Keywords: modified radical mastectomy, anxiety, expectation of
ÖZ
Amaç: Meme kanseri kadınlarda en sık görülen ve ikinci sırada yer alan kanser ilişkili ölüm sebebidir. Tanı konulduktan sonra hastaların %35-38’inde emosyonel distres, anksiyete ve depresyon görülür. Ameliyat öncesi yüksek anksiyete, hastanın ağrıya karşı olan hassasiyetini ve beklentisini arttırarak postoperatif ağrının şiddetini etkileyebilir. Bu çalışmadaki amacımız modifiye radikal mastektomi operasyonu uygulanan hastalarda preoperatif anksiyetenin postoperatif ağrı beklentisi, postoperatif ağrı ve opioid tüketimi üzerine etkisinin değerlendirilmesidir.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 18-65 yaş arası 60 kadın hasta dahil edildi. Preoperatif anksiyete Sürekli Durum Anksiyete Envanteri (STAI), postoperatif ağrı beklentisi Visüel Analog Skala (VAS) kullanılarak değerlendirildi. STAI1 testi preoperatif vizit, preoperatif, postoperatif 6. saatte, STAI2 ise preoperatif vizitte uygulandı. Demografik özellikler sorgulandı. Hastaların postoperatif ağrı seviyeleri ve toplam morfin tüketimleri izlenerek kaydedildi.
Bulgular: Postoperatif STAI1 değerleri, preoperatif vizit ve preoperatif STAI1’den anlamlı düzeyde düşüktü (p=0,002 - p=0,004). Preoperatif vizit STAI1 ile STAI2 arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif zayıf korelasyon olduğu gösterildi. STAI1 preoperatif ve STAI1 postoperatif 6. saat ile postoperatif VAS arasında istatistiksel olarak anlamlı pozitif zayıf bir ilişki olduğu belirlendi (p=0,030; rho=0,280; p=0,003; rho=0,378). Operasyon sonrası postoperatif ağrı beklentisi ortancası 6,0 (min=3,0; maks=10,0) olarak bulundu.
Sonuç: Çalışmamızda preoperatif yüksek anksiyete skorlarının artmış postoperatif ağrı düzeyi ile ilişkili olduğu gösterildi. Anksiyete uyarıları psikolojik sistem üzerinden ağrı benzeri etkiler yaparak ağrıyı potansiyelize edebilir. Meme kanseri gibi anksiyetenin yüksek olduğu özellikli hasta gruplarında, preoperatif anksiyete düzeyi ve diğer risk faktörleri belirlendikten sonra postoperatif ağrı tedavisi planının yapılmasının hasta memnuniyeti ve analjezi etkinliğini arttıracağını düşünüyoruz.
Keywords: modifiye radikal mastektomi, anksiyete, ağrı beklentisi
Research Article
Ferhat Coşkun, Birgül Özçırpıcı, Servet Özgür
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 143-147
ABSTRACT
Aim: Alcohol and drug consumption is a growing public health problem in the world and in our country. Therefore, we aim to study alcohol and drug usage of undergraduate students in Gaziantep University Central Campus and to determine the factors that affect it.
Material and Method: To determine the change of the alcohol and drug usage among the first and last year university students, all 1352 first-year students and all 865 last year students within whole departments and without any sample selection had been participated in the survey of this study. A questionnaire including 39 personal and alcohol and drug usage related questions had been completed by the students in their class. SPSS package program had been used for data evaluation.
Results: We determined that 56.8% of the men and 44.0% of the women had consumed alcohol at least once; 8.6% of the men and 2.1% of the women had used drug at least once. We found out that 65.5% of the last year students and 43.2% of the first-year students had consumed alcohol at least once; 8.3% of the last year students and 4.6% of the first-year students had used drug at least once. Based on the results of logistic regression analysis, current alcohol consumption of students has increased 15.152 times by the effect of alcohol consumption in their close circle, 1.898 times in the last year of the university and 1.704 times as being a male. The current drug usage has increased 66.667 times by the effect of drug usage in their close circle, 4.167 times related with current alcohol consumption and 3.049 times due to school failure.
Discussion: The same as all over the world, alcohol and drug consumption is one of the main problems both among university students and in our country. Since the alcohol and drug consumption rates in the last year were higher than the first year, it’s thought that the university life has an increasing effect on alcohol and drug consumption. Thus, to reduce alcohol and drug consumption rates of students, we suggest to give them health and addiction-related trainings and help them in all kinds of problems. Primarily families, health professionals and community have the responsibility for the prevention of the addiction.
Keywords: alcohol, drug, university student
ÖZ
Amaç: Alkol ve madde kullanımı, dünyada ve ülkemizde giderek artan bir halk sağlığı problemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle araştırmamızda Gaziantep Üniversitesi merkez kampüsündeki lisans öğrencilerinde alkol ve madde kullanım durumu ve bunu etkileyen faktörleri belirlemek amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Üniversite öğrencilerinin üniversiteye başlarken ve bitirirken alkol ve madde kullanım durumunu belirlemek amacıyla tüm lisans bölümlerinin ilk sınıflarındaki 1352 ve son sınıflarındaki 865 öğrencinin hepsi örnek seçilmeden araştırmaya dahil edilmiştir. Öğrencilere sınıflarında 39 soruluk kişisel bilgiler ve alkol ve madde kullanım durumunu içeren soru kağıtları uygulanmıştır. Veriler SPSS istatistik paket programında değerlendirilmiştir.
Bulgular: Araştırmaya katılan erkek öğrencilerin %56,8’inin, kız öğrencilerin %44,0’ının en az bir kez alkolü denediği; erkek öğrencilerin %8,6’sının, kız öğrencilerin %2,1’inin en az bir kez madde kullandığı belirlenmiştir (p=0,000). Son sınıf öğrencilerinin %65,5 inin, ilk sınıf öğrencilerinin %43,2 sinin en az bir kez alkol; son sınıf öğrencilerinin %8,3 ünün, ilk sınıf öğrencilerinin %4,6 sının en az bir kez madde kullandığı saptanmıştır (p=0,000). Lojistik regresyon analiz sonuçlarına göre halen alkol kullanımını yakın çevresinde alkol kullanan olması 15,152 kat, son sınıfta okuma 1,898 kat ve erkek cinsiyette olma 1,704 kat artırmaktadır. Halen madde kullanımını ise yakın çevresinde madde kullanan olması 66,667 kat, halen alkol kullanımı 4,167 kat ve okul başarısının kötü olması 3,049 kat artırmaktadır.
Tartışma: Alkol ve madde kullanımı tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde ve üniversite öğrencileri arasında önemli sorun teşkil etmektedir. Kullanım oranlarının son sınıf öğrencilerinde ilk sınıf öğrencilerinden daha yüksek olması nedeniyle üniversite yaşamının alkol ve madde kullanımını artırıcı bir etkisi olduğu düşünülmektedir. Öğrencilerin alkol ve madde kullanım oranlarını düşürmek için, sağlık ve madde bağımlılığı konusunda eğitimler verilmesi ve üniversite hayatlarında karşılaşacakları sorunlarda kendilerine destek olunması önerilmektedir. Bağımlılığı önlemede öncelikle ailelere, sağlık çalışanlarına ve topluma büyük görevler düşmektedir.
Keywords: alkol, madde, üniversite öğrencisi
Research Article
Yaşar Topal, Hatice Topal, Betül Battaloğlu İnanç
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 148-154
ABSTRACT
Aim: Dental problems in children are important health problems all over the world as well as in our country. In this study, we aimed to determine the status of regular dental health checkups and some sociodemographic characteristics in 0-14 year old children in Turkey
Material and Method: The study was conducted using data from the Turkish Statistical Institute Health Study Questionnaire 2014. Within the scope of the study, a total of 6946 individuals between 0-14 years of age were studied. Descriptive statistics were taken first in this study, which was conducted for dental control of children aged 0-6 and 7-14. In the second phase, the differences between age groups according to demographic characteristics of dental health related habits were examined.
Results: It has been determined that 82.7% of children at the age group 0-6 and 41.7% of children at the age group 7-14 are not taken to the dental control until this age. The proportion of those who are taken to the dentist for control without complaints increases with age (0-6 years: 9.9%, 7-14 years: 21.9%). In both age groups, the rate of bringing children to the dentist increases by the higher monthly income level. The rate of children, who are taken to the healthy child follow-up, brought back to the dentist for control purposes are also escalating.
Conclusion: Children are usually not brought to the dentist for dental control without having dental problems. The proportion of children brought to the dentist for routine control is as low as 1/10 of those who are taken to the dentist at the age group of 0-6. The rate of first-time dentist visit for children is increasing due to economic status of their families and the fact that they are followed up by sound child monitoring.
Keywords: children, dental health screening, tooth decay
ÖZ
Amaç: Çocuklarda ağız-diş sağlığı ile ilişkili sorunlar, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de önemli bir sağlık sorunu olarak görülmektedir. Bu çalışmada Türkiye’de 0-14 yaş grubundaki çocuklarda düzenli diş sağlığı kontrollerinin yaptırılma durumunu ve bazı sosyodemografik özelliklerle ilişkisini ortaya koymayı amaçladık
Gereç ve Yöntem: Çalışma, Türkiye İstatistik Kurumu’nun Sağlık Araştırması Anketi 2014 yılı verileri kullanılarak yapıldı. Çalışma kapsamında 0-14 yaş arasında bulunan toplam 6946 bireye ait veriler üzerinde çalışıldı. Yaşları 0-6 ve 7-14 arasında olan çocukların diş kontrollerine yönelik olarak gerçekleştirilen bu çalışmada ilk olarak tanımlayıcı istatistiksel analizle yapıldı. İkinci aşamada ise diş sağlığı ile ilgili alışkanlıkların demografik özellikler ile yaş grupları arasındaki farklılıklar incelendi.
Bulgular: Çocuklardan 0-6 yaş grubundakilerin %82,7’ünün, 7-14 yaş aralığında olanların %41,7’sinin hiç diş hekimi kontrolüne götürülmediği saptandı. Yakınma olmadan kontrol amaçlı diş hekimine başvuru oranının yaşla birlikte arttığı görüldü (0-6 yaş: % 9,9; 7-14 yaş: %21,9). Her iki yaş grubunda da aylık gelirin yükselmesi ile diş hekimine başvuru oranında artış saptandı. Sağlam çocuk izleminin yapıldığı çocuklarda, kontrol amaçlı diş hekimine başvuru oranının da yükseldiği gözlendi.
Sonuçlar: Diş hekimine başvurular arasında rutin kontrol amaçlı başvuranların oranı, 0-6 yaş grubundaki çocukların 1/10’u kadardı. Çocukların ilk defa diş hekimine getirilme oranının ailelerin ekonomik durumu ve sağlam çocuk izleminin düzenli yapılmasına bağlı olarak arttığı saptandı.
Keywords: çocuklar, diş sağlığı taraması, diş çürüğü
Research Article
Hatice Köse, Fatih Temoçin
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 155-160
ABSTRACT
Aim: The most common occupational risks that health workers are exposed to infectious diseases. It is aimed to determine the seroprevalence of Hepatitis A, Hepatitis B and Hepatitis C from the healthcare personnel working at Yozgat City Hospital, which constitutes a high occupational risk for healthcare workers. Differences between age groups, gender, occupation, and working services were evaluated against these diseases.
Material and Method: The results of the health screening of the employees of our hospital were examined retrospectively. 628 health workers’ data have been reached through the hospital information system and the results were recorded for the age, gender, occupation, working unit, and anti HAV IgG, HBsAg, anti HBs, anti HCV.
Results: 628 health workers were included in the study, 378 (60.1%) participants were female and 250 of them (39.9%) were male. The average age of the participants is 35.8 ± 9.6. Anti HAV IgG positivity rates were determined to be 79.3% and 80.7% in females and 77.2% in males. Anti HAV IgG positivity in the group was evaluated as assistant health personnel and administrative staff was found statistically significantly higher than the doctors and nurses (p: 0.00). HBs Ag positivity was determined 1.3%, and anti HBs positivity was determined to 86%. Anti HBs positivity was found to increase with age (p: 0.00), in the physician and nurse group, immunizations were higher than assisted health personnel and administrative staff (p<0.05). Anti HCV positivity was detected in 0.5%.
Conclusion: The screening examinations of the staff at the hospital should be performed regularly and hepatitis A, which is usually neglected, should be included. It is required to the completion of hepatitis A and B vaccinations according to the screening results of all personnel, including healthcare personnel who do not contact with the patient, and for hepatitis C, universal precautions should be followed.
Keywords: hepatitis A, hepatitis B, hepatitis C, healthcare worker
ÖZ
Amaç: Sağlık çalışanlarının en sık maruz kaldığı mesleki risklerin başında, enfeksiyon hastalıkları gelmektedir. Yozgat Şehir Hastanesi’nde çalışan sağlık personelinde, sağlık çalışanları için yüksek mesleki risk oluşturan hepatit A, hepatit B ve hepatit C seroprevalansının belirlenmesi amaçlanmıştır. Bu hastalıklara karşı, yaş grupları, cinsiyet, meslek ve çalışılan birimler arasındaki farklılıklar irdelenmiştir.
Gereç ve Yöntem: Hastanemiz personeline yapılan sağlık taraması sonuçları retrospektif olarak incelenmiştir. 628 sağlık çalışanının verilerine, hastane bilgi sistemi üzerinden ulaşılmış ve personellerin, yaşı, cinsiyeti, mesleği, çalıştığı birim ve anti HAV IgG, HBsAg, anti HBs, anti HCV sonuçları kaydedilmiştir.
Bulgular: Çalışmaya 378 (%60,1)’i kadın, 250 (%39,9)’u erkek olmak üzere 628 sağlık çalışanı dahil edilmiştir. Katılımcıların yaş ortalaması 35,8±9,6’dır. Anti HAV IgG pozitiflik oranları %79,3 saptanmış olup kadınlarda %80,7; erkeklerde %77,2 olduğu görülmüştür. Yardımcı sağlık personeli ve idari personel olarak değerlendirdiğimiz grupta anti HAV IgG pozitifliği, doktor ve hemşirelere göre istatistiksel olarak anlamlı derecede yüksek bulunmuştur (p:0,00). HBsAg pozitifliği %1,3; anti HBs pozitifliği %86 saptanmıştır. Anti HBs pozitifliğinin yaş ile birlikte arttığı (p:0,00), doktor ve hemşire grubunda bağışıklığın, yardımcı sağlık personeli ve idari personele göre daha yüksek olduğu görülmüştür (p<0,05). Anti HCV pozitifliği %0,5 saptanmıştır.
Sonuçlar: Hastanede çalışan personelin tarama muayenelerinin düzenli olarak yapılması ve genellikle ihmal edilen Hepatit A’ya yer verilmesi gerekmektedir. Hasta ile temas etmeyen sağlık çalışanları da dahil olmak üzere tüm personelin tarama sonuçlarına göre hepatit A ve B aşılarının tamamlanması, hepatit C için evrensel önlemlere uyulması gereklidir.
Keywords: hepatit A, hepatit B, hepatit C, sağlık çalışanı
Research Article
Yucel Yuce, Kutlu Hakan Erkal, Oguzhan Kılavuz
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 161-166
ABSTRACT
Introduction: Medical photography has a wide range of uses. Photographs are used in clinical documentation, in publishing research in scientific journals, and in teaching.
Material and Method: We evaluated the pictures of patients treated with 2009-2017 in intensive care unit, service and outpatient departments of the Burn Center of Kartal Dr. Lutfi Kirdar Education and Research Hospital.
Findings: At the dates mentioned, the photographs of a total of 13150 patients (1162 burn intensive care patients, 3583 burn patients in regular service and 8405 outpatients) were taken. Each step of the patient’s treatments was photographed and archived digitally. We pictured the latest changes in dressing, urine color, and non-common diseases. We recorded the areas and donor sites where grafts are applied during surgical procedures and the most recent statuses digitally.
Discussion: Photography has become part of the treatment of burn patients. Calculation of burn fractions, evaluation of damage at the time of first application, identification of areas to be infected or grafting is possible by photographing. Also; detection of causes of graft loss wound healing and sequelae formation can also be done with this photograph. Also, they provide evidence of applied treatments and materials used. We believe that digital imaging is an easy and inexpensive method of recording burned patients’ images in countries where laser Doppler imaging and psychoacoustical imaging are expensive.
Keywords: burns, medical photography, intensive care
ÖZ
Giriş: Tıbbi fotoğrafçılığın çok geniş bir kullanım alanı vardır. Fotoğraflar klinik dokümantasyonda, bilimsel dergilerde araştırmaların yayımlanmasında ve öğretim alanında kullanılırlar.
Materyal ve Metod: Kartal Dr. Lütfi Kırdar Eğitim ve Araştırma Hastanesi Yanık Merkezi’nde 2009-2017 yılları arasında tedavi edilen yoğun bakım, servis ve poliklinik hastasının çekilen resimleri değerlendirilmiştir.
Bulgular: Belirtilen tarihlerde toplam 11866 hastanın (841 yanık yoğun bakım hastası, 2613 yanık servis hastası ve 8405 poliklinik hastası) tedavilerinin her basamağında çekilen resimleri toplanmıştır. Hastaların tedavilerinin her basamağını fotoğraflandı ve dijital ortamda arşivlendi. Pansuman değişimlerinin son halleri, idrar rengi ve yaygın olmayan hastalıklar fotoğraflandı. Cerrahi işlemler sırasında greft uygulanan alanlar ve donör alanları; son durumları dijital olarak kaydedildi.
Tartışma: Fotoğraflama yanık hastalarının tedavilerinin bir parçası haline gelmiştir. Yanık yüzdelerinin hesaplanması, ilk başvuru anında hasarların değerlendirilmesi, enfekte alanların ya da greft uygulanacak alanların belirlenmesi fotoğraflama ile mümkündür. Ayrıca; greft kaybının nedenlerinin tespiti, yara iyileşmesinin ve sekel oluşumunun takibi de bu fotoğraflama ile yapılabilir. Ek olarak uygulanan tedavilere ve kullanılan materyallere kanıt oluştururlar. Ayrıca lazer doppler görüntüleme ve fotoakustik görüntüleme gibi cihazların pahalı olarak değerlendirildiği ülkelerde dijital fotoğrafçılığın yanık hastalarının görüntülerinin kaydedilmesinde kolay ve ucuz bir yöntem olduğunu düşünmekteyiz.
Keywords: yanık, tıbbi fotoğrafçılık, yoğun bakım
Research Article
Azad Hekimoğlu, İsmail Kırbaş, Onur Ergun
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 167-173
ABSTRACT
Aim: Fibrin sheath formation is the most common problem in dysfunctional tunneled hemodialysis catheters. Different methods are available to prolong catheter patency in such situations. In this study, it was aimed to compare the effect of balloon angioplasty on catheter patency in the replacement of dysfunctional tunneled hemodialysis catheters.
Material and Method: A total of 93 catheter exchange procedures in 84 patients with dysfunctional tunneled hemodialysis catheters were included in the study. Fifty-two catheter exchange procedures performed with balloon angioplasty and 41 catheter exchange procedures performed without balloon angioplasty were retrospectively evaluated. Catheter patency in both groups were assessed at 1st, 3rd, 6th and 12th months.
Results: There was no significant difference in age, sex and catheter location between the groups. The mean patency time was 5.9 months (1 week-29 months) for all exchanged tunneled catheters. The mean patency duration of the catheters was calculated as 5 months in the balloon angioplasty group and 7.1 months in the group without balloon angioplasty (p=0.083). There was no statistically significant difference in patency duration of two groups.
Conclusion: Comparing patency durations of exchanged dysfunctional tunneled catheters, there was no effect of performing balloon angioplasty during the exchange procedure. In such cases, it would be more appropriate to consider the condition of the patient and to choose a less harmful and costly procedure for the patient.
Keywords: tunneled hemodialysis catheters, fibrin sheath, balloon angioplasty
ÖZ
Amaç: Disfonksiyone tünelli hemodiyaliz kateterlerinde en sık karşılaşılan sorun fibrin kılıf oluşumudur. Bu durumda kateter patensisini uzatmak amacıyla farklı yöntemler mevcuttur. Bu çalışmada disfonksiyone tünelli hemodiyaliz kataterlerinin balon anjioplasti uygulanarak değişimi ile balon anjioplasti uygulanmadan değişiminin kateter patensisi açısından karşılaştırılması amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya disfonksiyone tünelli hemodiyaliz kateteri bulunan 84 hastada yapılan toplam 93 kateter değişim işlemi dahil edildi. Balon anjiyoplasti uygulanarak yapılan 52 kateter değişim işlemi ve balon anjiyoplasti uygulanmadan yapılan 41 kateter değişim işlemi retrospektif olarak değerlendirildi. Her iki grupta değiştirilen kateterlerin 1., 3., 6. ve 12. ayda patensilerine bakıldı.
Bulgular: Gruplar arasında yaş, cinsiyet ve kateter lokalizasyonu açısından anlamlı farklılık saptanmadı. Değişimi yapılan tüm tünelli kateterler için ortalama patensi süresi 5,9 ay (1 hafta-29 ay) olarak hesaplandı. Balon anjioplasti uygulanan grupta kateterlerin patensi süresi ortalama 5 ay, balon anjioplasti uygulanmayan grupta ise 7,1 ay olarak hesaplandı (p=0,083). İki grubun patensi süreleri karşılaştırıldığında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı.
Sonuç: Disfonksiyone tünelli kateterlerde balon anjiyoplasti uygulanarak yapılan kateter değişimi ile balon anjiyoplasi uygulanmadan yapılan kateter değişiminin kateter patensisi açısından birbirine üstünlüğü saptanmamıştır. Bu gibi hallerde hastanın durumu göz önünde bulundurulup, zararı ve maliyeti daha düşük işlemin seçilmesi daha doğru yaklaşım olacaktır.
Keywords: Tünelli hemodiyaliz kateteri, fibrin kılıf, balon anjioplasti
Research Article
Meltem Özdemir, Tahsin Rendan Edgüer, Halil Öztürk, Emine Öztürk, Alper Dilli, Baki Hekimoğlu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 174-180
ABSTRACT
Aim: The aim of our study was to evaluate the diagnostic value of three-dimensional contrast-enhanced magnetic resonance angiography (3D CE-MRA) in detecting renal artery stenosis (RAS), and in demonstrating segmental and accessory renal arteries in patients with suspected renovascular hypertension, taking digital subtraction angiography (DSA) as the reference method.
Material and Method: Twenty five patients underwent 3D CE-MRA and DSA. Sensitivity, specificity, positive predictive value, and negative predictive value of CE-MRA in depicting RAS, and sensitivity of the technique in demonstrating segmental and accessory arteries were calculated.
Results: For detecting RAS, the sensitivity, specificity, positive predictive value, and negative predictive value of 3D CE-MRA were; 100%, 97.8%, 87.5%, and 100%, respectively. The sencitivity of the technique in demonstrating segmental and accessory arteries were 58% and 91.7%, respectively.
Conclusion: We found that 3D CE-MRA is a reliable technique in not only detecting RAS, but in demonstrating accessory arteries as well. However, according to our results, the value of the method in visualising segmental arteries is limited.
Keywords: renal MRA, magnetic resonance angiography, contrast-enhanced MRA
ÖZ
Amaç: Çalışmamızın amacı, digital subtraction angiography (DSA) tekniğini referans metod alarak, üç boyutlu kontrastlı manyetik rezonans anjiyografi (3D CE-MRA) tekniğinin, renal arter stenozu (RAS) tanısındaki ve segmental ve aksesuar renal arter görüntülemesindeki değerini saptamak idi.
Gereç ve Yöntem: Yirmi beş hastaya 3D CE-MRA ve DSA tetkikleri uygulandı. CE-MRA tekniğinin RAS tanısındaki sensitivite, spesifisite ve pozitif ve negatif kestirim değerleri ile tekniğin segmental ve aksesuar renal arter görüntülemedeki sensitivite değerleri hesaplandı.
Bulgular: RAS tanısında CE-MRA tekniğinin sensitivite, spesifisite, pozitif ve negatif kestirim değerleri, aynı sıra ile; %100, %97,8, %87,5, ve %100 olarak hesaplandı. Tekniğin segmental ve aksesuar renal arter görüntülemedeki sensitivite değerlerinin, aynı sıra ile; %58 ve %91,7 olduğu saptandı.
Sonuç: 3D CE-MRA tekniğinin, sadece renal arter stenozu tanısında değil, aksesuar arterlerin görüntülemesinde de güvenilir olduğu saptandı. Ancak çalışmamızın sonuçlarına göre, tekniğin segmental arter görüntülemesindeki değeri sınırlıdır.
Keywords: renal MRA, manyetik rezonans anjiyografi, kontrastlı MRA
Research Article
Burak Bursalı, Serhat Sayın, Ramazan Gökdemir
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 181-186
ABSTRACT
Objective: The aim of this study is to investigate the etiological, epidemiological, clinical and laboratory findings of patients hospitalized in internal clinics with elevated transaminases and to create a point of view with clinical cues for acute hepatitis.
Methods: A total of 102 patients who were hospitalized in Internal Medicine and Infectious Diseases Clinics between January 2010 and September 2013 and whose transaminase levels were at least five times higher than the upper limit were included in the study. Patients’ age, sex, etiology, laboratory findings, length of stay in the clinic, and duration of liver enzymes normalizations were examined retrospectively. ANOVA, Kruskal-Wallis and chi-square tests were used in the analysis of qualitative and quantitative data.
Results: Of the 102 patients with acute liver injury, 58 (56.9%) were female and 44 (43.1%) were male. The average age is 46 years. The study group consisted of three main groups: toxic hepatitis (34.3%), acute viral hepatitis (25.5%) and ischemic hepatitis (17.6%). This was followed by acute nonbiliary pancreatitis (6.9%), autoimmune hepatitis (4.9%) and other (10.8%) groups. Transaminase and bilirubin values were higher in acute viral hepatitis than other groups. Acute viral hepatitis group hospitalized for the longest time. The group which the liver enzymes recovered at the latest was toxic hepatitis. The two most common causes of toxic hepatitis were nonsteroidal anti-inflammatory drugs and herbal products. In the ischemic hepatitis group, the mean age was significantly higher. Alcohol use was not effective on the duration of hospitalization and normalization of liver enzymes.
Conclusion: Rapid determination of etiology, shortening hospitalization periot, and proper use of laboratory tests are important in patients with elevated transaminases. The purpose of this study is to enable the clinician to have an effective approach to acute liver damage.
Keywords: acute hepatitis, tranaminase elevation, liver cell damage
ÖZ
Amaç: Transaminazlarda belirgin yükseklik saptanarak dahili kliniklere yatırılmış hastaların etiyolojik, epidemiyolojik, klinik ve laboratuar bulgularının değerlendirilerek akut hepatit tablosuna klinik ipuçları ile ışık tutmak amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2010–Eylül 2013 yılları arasında İç Hastalıkları ile Enfeksiyon Hastalıkları Kliniklerinde yatırılan, transaminaz düzeylerinde üst sınırın en az beş katı yükseklik saptanan 102 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların yaş, cinsiyet, etiyoloji, laboratuvar bulguları, klinikte yatış süreleri ve karaciğer enzim düzeylerinin normal düzeye dönme süreleri retrospektif olarak incelendi. ANOVA, Kruskal-Wallis ve Ki-kare test niceliksel ve niteliksel verilerin analizinde kullanıldı.
Bulgular: Akut karaciğer hasarı olan 102 hastanın 58’i (%56,9) kadın, 44’ü (%43,1) erkekti. Yaş ortalaması 46 yıldı. Çalışmada 3 ana grubu toksik hepatit (%34,3), akut viral hepatit (%25,5) ve iskemik hepatit (%17,6) grupları oluşturdu. Bunu akut nonbiliyer pankreatit (%6,9), otoimmun hepatit (%4,9) ve diğer (%10,8) grupları izledi. Akut viral hepatitlilerde diğer gruplara kıyasla transaminaz ve bilirubin değerleri anlamlı (p<0,05) olarak daha yüksekti. Hastanede en uzun süre yatırılan hasta grubunu akut viral hepatitliler oluşturdu. Karaciğer enzimlerinin en geç düzeldiği grubu toksik hepatitliler oluşturdu. Toksik hepatitlilerde en sık iki neden nonsteroid antiinflamatuvar ilaçlar ve bitkisel ürünlerdi. İskemik hepatit grubunda, yaş ortalaması tüm hepatit gruplarına göre anlamlı olarak yüksek saptandı. Alkol kullanımının, klinikte yatış süresi ve karaciğer enzimlerinin normalleşme süresi üzerinde etkili olmadığı görüldü.
Sonuç: Transaminaz yüksekliği olan hastalarda hızlıca etiyolojinin belirlenmesi, gereksiz yatış sürelerinin kısaltılması ve laboratuvar testlerinin yerinde ve akılcı kullanılması önemlidir. Çalışmamızın amacı akut karaciğer hasarına klinisyen gözüyle doğru ve etkin bir yaklaşım sağlayabilmektir.
Keywords: akut hepatit, transaminaz yüksekliği, karaciğer hücre hasarı
Research Article
Burak Mustafa Taş, Gökçe Şimşek, Mahi Balcı, Rahmi Kılıç
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 187-192
ABSTRACT
Aim: We aimed to evaluate the presentation and distribution of pathologic and clinical data of patients who were operated with benign vocal cord lesions in our clinic.
Material and Method: The study was performed with retrospective evaluation of patient files diagnosed as benign vocal cord lesions between December 2013 and March 2017 at Kırıkkale University Medical Faculty Otorhinolaryngology Department.
Results: Their average age was 47.8 a total of 108 patients were analyzed. Twenty four patients (22.3%) were female and 84 patients (77.7%) were male. According to pathological results of patients, 61 patients results were vocal cord polyp (56.4%), 20 patients results were leukoplakia (18.5%), 11 patients were Reinke’s edema (10.1%), 7 patients were laryngeal cyst (6.4%), 6 patients were vocal cord nodule (5.5%), 2 patients were laryngeal papillomatosis (1.8%), 1 patient was laryngocele (0.9%).
Conclusion: Patients with benign vocal cord lesions are most frequently encountered with vocal cord polyp in pathology results. With the evaluation of pathological results of benign vocal cord lesions of each clinic, data on the distribution of the results of benign vocal cord lesions in our country can be created.
Keywords: histopathology, larynx, vocal cord
ÖZ
Amaç: Kliniğimizde opere olan benign vokal kord lezyonları hastaların patolojik ve klinik verilerinin sunulması ve dağılım yüzdelerinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışma Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz Anabilim Dalında Aralık 2013 - Mart 2017 tarihleri arasında benign vokal kord lezyonları tanısı alan hasta dosyalarının retrospektif olarak değerlendirilmesi ile gerçekleştirilmiştir.
Bulgular: Ortalama yaşları 47,8 olan toplam 108 hastanın verileri incelendi. Hastaların 24’ü (%22,3) kadın 84’ü (%77,7) erkek idi. Hastaların patoloji sonuçları 61 (%56,4) vokal kord polipi, 20 (%18,5) değişik derecelerde keratotik lezyon olan lökoplazi, 11 (%10,1) Reinke ödemi, 7 (%6,4) larengeal kist, 6 (%5,5) vokal kord nodülü, 2 (%1,8) larinks papillomatozu ve 1 (%0,9) larengosel olarak kaydedildi. Hastaların 76’sının (%70,3) anamnezinde sigara öyküsü olduğu gözlendi.
Sonuç: Benign vokal kord lezyonları bulunan hastaların patoloji sonuçlarında en sık vokal kord polipi ile karşılaşılmaktadır. Her kliniğin benign vokal kord lezyonları patoloji sonuçlarının değerlendirilmesi ile ülkemizdeki benign vokal kord lezyonları sonuçlarının dağılımı ile ilgili veriler oluşturulabilir.
Keywords: histopatoloji, larenks, vokal kord
Research Article
Fatma Yazılıtaş, Evra Çelikkaya, Fehime Kara Eroğlu, Gökçe Gür Can, Evrim Kargın Çakıcı, Tülin Güngör, Mehmet Bülbül
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 193-199
ABSTRACT
Aim: Chronic kidney disease is associated with some hematologic changes such as decreased platelet production, platelet dysfunction and thrombocytosis. The inflammatory markers increase in chronic kidney disease. Mean platelet volume, the ratio of neutrophil count to lymphocyte count, and the ratio of platelet count to lymphocyte count are indicative of inflammation. Erythrocyte stimulating agents can increase platelet count and thrombotic events. We aimed to determine the relationship between the use of erythrocyte stimulating agents and mean platelet volume, the neutrophil/lymphocyte ratio and the platelet/lymphocyte ratio in children with chronic kidney disease in this study.
Material and Method: The files of 30 patients diagnosed with chronic kidney disease and treated with erythrocyte stimulating agents between 2013 and 2018 were reviewed retrospectively.
Results: The mean age of the patients (16 boys and 14 girls) was 10.6 ± 5.4 years (median 12; 1-17 years). Twelve of them were in pre-dialysis, 9 in hemodialysis and 9 in peritoneal dialysis group. The mean duration of use of erythrocyte stimulating agents was 29.2 ± 34.8 months (median 12.5; 1-127 months). Mean platelet volume values after treatment with erythrocyte stimulating agents in chronic kidney disease patients were significantly higher in all groups. The platelet/lymphocyte ratio values after treatment with erythrocyte stimulating agents were not significant different in all groups. The platelet/lymphocyte ratio had a significant but opposite correlation with mean platelet volume, white cell count and monocyte counts. Mean platelet volume and the neutrophil/lymphocyte ratio measurements were affected by dialysis modality. However the platelet/lymphocyte ratio was not affected.
Conclusions: In this small retrospective study, we could not report causality and effect associations in our results. Nevertheless, these simple, cheap, universal methods may be used as the first step in the evaluation of patients by nephrologists.
Keywords: children, chronic kidney disease, mean platelet volume, platelet/lymphocyte ratio, neutrophil/lymphocyte ratio
ÖZ
Amaç: Kronik böbrek hastalığı anemi, azalmış trombosit üretimi, trombosit disfonksiyonu ve trombositoz gibi bazı hematolojik değişikliklerle ilişkilidir. İnflamatuar belirteçler kronik böbrek hastalığı sürecinde artmaktadır. Ortalama trombosit hacmi, nötrofil sayısının lenfosit sayısına oranı ve trombosit sayısının lenfosit sayısına oranı enflamasyonun göstergesidir. Eritrosit uyarıcı maddeler trombosit sayısını ve trombotik olayları arttırabilir. Bu çalışmada Kronik böbrek hastalığı olan çocuklarda eritrosit uyarıcı ajan tedavisi sonrası ortalama trombosit hacmi, nötrofil/lenfosit oranı ve trombosit/lenfosit oranı kullanımı arasındaki ilişkiyi incelemeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Kronik böbrek hastalığı’ tanısı alan ve 2013-2018 yılları arasında eritrosit uyarıcı ajan ile tedavi edilen 30 hastanın dosyaları retrospektif olarak incelendi.
Bulgular: Çalışmamıza 16 erkek ve 14 kız hasta dahil edildi. Hastaların ortalama yaşı 10,6±5,4 yıl idi (ortanca 12; 1-17 yaş). Hastaların 12’si diyaliz öncesi, 9’u hemodiyaliz ve 9’u periton diyalizi grubundaydı. Hastaların ortalama eritrosit uyarıcı ajan kullanım süresi ortanca 12,5 ay (aralık 1-127 ay) idi. Kronik böbrek hastalığı tanılı hastalarda eritrosit uyarıcı ajan ile tedavi sonrası ortalama trombosit hacmi değerleri tüm gruplarda anlamlı olarak daha yüksek saptandı. Eritrosit uyarıcı ajan ile tedavi sonrası trombosit/lenfosit oranlarında anlamlı olarak farklılık gözlenmedi. Trombosit/lenfosit oranı, ortalama trombosit hacmi, beyaz hücre sayısı ve monosit sayıları ile anlamlı ancak ters bir korelasyona sahipti. Ortalama trombosit hacmi ve nötrofil/lenfosit oranı ölçümleri diyaliz modalitesinden etkilenirken trombosit/lenfosit oranının etkilenmediği saptandı.
Sonuçlar: Bu çalışmada, sonuçlarımızdaki nedensellik ve etki ilişkilerini raporlayamadık. Bununla birlikte, bu basit, ucuz, evrensel yöntemler nefrologlar tarafından hastaların değerlendirilmesinde ilk adım olarak kullanılabilir.
Keywords: kronik böbrek hastalığı, ortalama eritrosit hacmi, nötrofil/lenfosit oranı trombosit/lenfosit oranı, eritrosit uyarıcı ajan
Research Article
Rasime Pelin Kavak, Nazan Çiledağ, Kemal Niyazi Arda, Elif Aktaş, Füsun Ardıç
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 200-206
ABSTRACT
Purpose: In this prospective study, it is aimed to correlate the histopathological evaluation findings of the patients having lesions referred for excisional biopsy due to BI-RADS (Breast Imaging Reporting and Data System) 3, BI-RADS 4, BI-RADS 5 lesions detected by ultrasonography, with their elastography elasticity index values, to investigate the role of elastography and to determine elastography elasticity index cut-off value for the malignant benign differentiation of these lesions.
Material and Method: In 1 November 2008-28 February 2009, seventy female patients referred to the Department of Radiology in Dr. Abdurrahman Yurtaslan Oncology Training and Research Hospital, who were found to have solid breast lesions by ultrasonography, were evaluated. The colour score and elasticity index values of the masses were assessed.
Results: Statistically, elasticity index cut-off value for the malignant-differentiation of the lesions was calculated as 4.05. Also for the same differentiation, the sensitivity and specificity of elastography were calculated as 90% and 97%, respectively, whereas positive predictive value and negative predictive value were determined as 90% and 97.5%, respectively.
Conclusion: Real-time elastography is a quite useful imaging technique, that is useful for benign malignant differentiation of suspicious breast lesions with high sensitivity and specificity as well as high positive and negative predictive values.
Keywords: real-time elastography, malignant breast tumours, BI-RADS 3, BI-RADS 4, BI-RADS 5
ÖZ
Amaç: Bu prospektif çalışmada ultrasonografide BI-RADS (Meme görüntüleme ve rapor sistemi) 3, BI-RADS 4, BI-RADS 5 olarak değerlendirilen lezyonlar nedeniyle eksizyonel biyopsiye yönlendirilen hastaların histopatolojik inceleme bulgularının elastografi elastikiyet indeksi değerleri ile korelasyonu, lezyonların malign-benign ayrımına yönelik olarak elastografinin etkinliğinin araştırılması ve elastikiyet indeksi cut-off değerinin belirlenmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: 1 Kasım 2008 ile 28 Şubat 2009 tarihleri arasında Ankara Dr. Abdurrahman Yurtaslan Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi Radyoloji Kliniği’ne yönlendirilen ve meme ultrasonografisinde solid kitle saptanan 70 kadın hasta incelendi. Meme kitlelerinin renk skoru ve elastikiyet indeksi değerleri değerlendirildi.
Bulgular: İstatistiksel olarak lezyonların malign-benign ayrımına yönelik elastikiyet indeksi cut-off değeri 4,05 olarak hesaplanmıştır. Ayrıca, aynı ayrıma yönelik olarak elastografinin sensitivitesi ve spesifitesi ayrı ayrı %90 ve %97 olarak hesaplanırken, pozitif prediktif değeri ve negatif prediktif değeri ise ayrı ayrı %90 ve %97,5 olarak belirlenmiştir.
Sonuç: Gerçek zamanlı elastografi şüpheli meme lezyonlarının benign malign ayırımında uygulanabilecek yüksek sensitiviteye ve spesifiteye sahip olduğu kadar, yüksek pozitif ve negatif prediktif değerlere sahip oldukça yararlı bir görüntüleme tekniğidir.
Keywords: gerçek zamanlı elastografi, malign meme tümörleri, BI-RADS 3, BI-RADS 4, BI-RADS 5
Case Report
Hatice Kaplanoğlu, Osman Beton
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 207-210
ABSTRACT
Extracranial carotid artery aneurysms are quite rare. They account for 0.4% to 4% of all peripheral arterial aneurysms. Precise treatment is essential in order to avoid neurological complications of aneurysms. A 67-year-old male patient was admitted to the cardiology outpatient clinic of our hospital three months ago, with complaints of chest pain during exertion. The effort test of the case revealed a positive result, and coronary angiography revealed stenosis in the coronary arteries. The carotis doppler ultrasonography revealed plaque in the left internal carotid artery, causing 80% narrowing in the lumen. Four vessels were determine to be bypassed, and a left carotid endarterectomy was applied in the same session. Swelling and cyanosis were present in the patient’s neck two days after the operation. The control doppler ultrasonography revealed the development of an aneurysm in the left internal carotid artery. The patient was operated on again one week after the first operation, and end-to-end anastomosis was applied with a saphenous vein interposition graft. The decision was made for follow-ups with doppler ultrasonography controls in six-month intervals.
Keywords: carotid arteries, carotid aneurysm, surgery, endovascular techniques
ÖZ
Ekstrakranial karotid arter anevrizmaları oldukça nadirdir. Tüm periferal arter anevrizmalarının %0.4-4’ünü oluşturmaktadır. Anevrizmaların nörolojik komplikasyonlarından kaçınmak için kesin tedavi gerekmektedir. Altmış yedi yaşında erkek hasta, üç ay önce efor sırasında ortaya çıkan göğüs ağrısı şikayeti ile hastanemiz kardiyoloji polikliniğine başvuruyor. Olguya yapılan efor testinin pozitif çıktı ve koroner anjiyografide koroner arterlerde darlık saptandı. Karotis Doppler ultrasonografide, sol internal karotid arterde %80 darlığa neden olan plak vardı. Dört damar bypass kararı alındı ve aynı senasta sol karotid endarterektomi yapıldı. Operasyonu takiben iki gün sonra hastanın boynunda şişlik ve morarma görüldü. Yapılan kontrol Doppler ultrasonografide sol internal karotid arterde anevrizma geliştiği izlendi. İlk operasyonu takiben bir hafta sonra tekrar opere edildi ve safen ven greft interpozisyonu ile uç uca anastamoz yapıldı. Altı aylık Doppler ultrasonografi kontrolleri ile takibi alındı.
Keywords: karotid arterler, karotis anevrizması, cerrahi, endovasküler teknikler
Case Report
Ömer Faruk Bük, Sönmez Ocak
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 211-213
ABSTRACT
Meckel’s diverticulum is a congenital abnormality due to incomplete closure of omphalo-mesenteric duct. It is called ‘Littre hernia’ when it is present in the hernia sac. In this paper, we present a 39-year-old man who underwent emergency surgery for incarcerated inguinal hernia and Meckel’s diverticulum detected in the hernia sac.
Keywords: Meckel's diverticulum, Littre's hernia, inguinal hernia
ÖZ
Meckel divertikülü omfalo mezenterik kanalın kapanmaması sonucu oluşan konjenital bir anomalidir. Nadiren fıtık kesesi içinde bulunduğunda Littre Hernisi olarak adlandırılmaktadır. Bu olgu sunumunda inkarsere inguinal herni tanısı ile opere edilen ve herni kesesi içinde Meckel divertikülü saptanan 39 yaşında bir erkek hasta sunulmuştur.
Keywords: Meckel divertikülü, Littre hernisi, inguinal herni
Case Report
Mehmet Suat Yalçın, Serhat Sayın, Burak Bursalı
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 214-216
ABSTRACT
Gastric outlet obstruction is a clinical syndrome characterized by epigastric abdominal pain due to mechanical occlusion and postprandial vomiting. An 82-year-old male patient applied to the emergency service with nausea, vomiting and abdominal pain. The patient with amylase elevation was admitted with pre-diagnosis of acute pancreatitis. However, pancreas parenchyma was normal in abdominal CT. A giant gastric polyp causing gastric outlet obstruction was detected in endoscopy which was decided after duodenal wall thickening. Tubular adenoma with high grade dysplasia was detected in biopsy. Here, we aim to present a case of gastric polyp that can rarely cause gastric outlet obstruction.
Keywords: gastric outlet obstruction, gastric polyp, endoscopy
ÖZ
Gastrik çıkış obstrüksiyonu, mekanik tıkanıklığa bağlı epigastrik karın ağrısı ve postprandiyal kusma ile karakterize klinik bir sendromdur. Seksen iki yaşında erkek hasta bulantı, kusma ve karın ağrısı ile acil servise başvurdu. Amilaz yüksekliği saptanan hasta akut pankreatit ön tanısı ile yatırıldı. Ancak abdomen tomografisinde pankreas parankimi normal saptandı. Duodenumda duvar kalınlaşması saptanması üzerine planlanan endoskopisinde gastrik çıkış obstrüksiyonuna sebep olan dev gastrik polip saptandı. Biyopsi sonucu high grade displazi içeren tubuler adenoma olarak saptandı. Burada gastrik çıkış obstrüksiyonuna nadiren sebep olabilen gastrik polip olgusunu sunmayı amaçladık.
Keywords: mide çıkış tıkanıklığı, gastrik polip, endoskopi
Letter
Ünsal Savcı, Mustafa Şahin, Havva Hande Keser Şahin
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 217-218
ABSTRACT
Sayın Editör,
Yoğun bakım ünitesinde yatan hastaların klinik örneklerinden izole edilen Candida türlerinin dağılımı ve antifungal duyarlılıklarını belirlemeyi amaçladıkları Altın ve arkadaşlarının yakın zamanda yayınlanmış olan makalesini büyük bir ilgi ile okuduk. Bu çalışmada yoğun bakım ünitesinde yatan hastalarda Candida türlerinin sıklığının ve antifungal duyarlılıklarının saptanması hem antifungal tedavinin planlanması hem de etkene spesifik antifungal tedavinin belirlenmesi açısından gerekli olduğu sonucuna varmışlardır.
Ancak, bu çalışma hakkında vurgulanması gereken bazı önemli noktalar olduğunu düşünüyoruz [1].
İlk olarak, mikroorganizma dağılımlarının ve antifungal duyarlılıklarının araştırıldığı çalışmalarda izole edilen suş sayısının yeterli olması, örnek dağılımlarının mümkün olduğu kadar homojen olması araştırmanın sunduğu verilerin güvenilirliğini artıracaktır. Çalışmada örnek sayıları retrospektif bir çalışmaya göre daha fazla olmalıydı. Ayrıca örnek büyüklüğünü arttırmak suretiyle istatistikî anlamlılığı da artırmak mümkün olacaktır [2].
Yoğun bakım ünitelerindeki enfeksiyonların %80’inden fazlasını ventilatör ilişkili pnömoni, kateterle ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonları ve üriner enfeksiyonlar oluşturmaktadır [3]. Bu çalışmada idrar örnekleri tüm örneklerin yaklaşık %90’lık kısmını oluşturmaktadır. Bu durum mikroorganizma dağılımlarını ve antibiyotik duyarlılıklarını etkileyebilir.
İkincisi, izole edilen Candida türlerinin kontaminasyon veya flora elemanları mı yoksa patojen etken mi olduğunun ve enfeksiyon ile ilişkisinin belirlenmesi gereklidir. Ayrıca çalışmada idrar kültürlerinde Candida üreyen izolatların tamamında idrar sondası mevcuttur.
Semptomatik üriner sistem enfeksiyonu; idrar kültüründe Candida türünün izole edilmesi, ateş >38°C, pollaküri, dizüri ve suprapubik hassasiyet gibi semptom ve bulgulardan en az birinin mevcudiyeti olarak tanımlanır. Üriner kateter kolonizasyonu; idrar kateteri olan hastanın, idrar kültüründe Candida türünün izole edilmesi ve yukarıdaki semptom ve bulgulardan hiçbirinin olmaması üriner kateter kolonizasyonu olarak tanımlanır [4].
Sonuç olarak, bu tür çalışmalarda örnek sayısının yeterli olması, tüm klinik örnekleri kapsaması ve izole edilen mikroorganizmaların enfeksiyon etkeni olup olmadığının saptanması sonuçların daha güvenilir olmasını sağlayacaktır.
Saygılarımızla.
Keywords: Candida, Yoğun bakım
ÖZ
Sayın Editör,
Yoğun bakım ünitesinde yatan hastaların klinik örneklerinden izole edilen Candida türlerinin dağılımı ve antifungal duyarlılıklarını belirlemeyi amaçladıkları Altın ve arkadaşlarının yakın zamanda yayınlanmış olan makalesini büyük bir ilgi ile okuduk. Bu çalışmada yoğun bakım ünitesinde yatan hastalarda Candida türlerinin sıklığının ve antifungal duyarlılıklarının saptanması hem antifungal tedavinin planlanması hem de etkene spesifik antifungal tedavinin belirlenmesi açısından gerekli olduğu sonucuna varmışlardır.
Ancak, bu çalışma hakkında vurgulanması gereken bazı önemli noktalar olduğunu düşünüyoruz [1].
İlk olarak, mikroorganizma dağılımlarının ve antifungal duyarlılıklarının araştırıldığı çalışmalarda izole edilen suş sayısının yeterli olması, örnek dağılımlarının mümkün olduğu kadar homojen olması araştırmanın sunduğu verilerin güvenilirliğini artıracaktır. Çalışmada örnek sayıları retrospektif bir çalışmaya göre daha fazla olmalıydı. Ayrıca örnek büyüklüğünü arttırmak suretiyle istatistikî anlamlılığı da artırmak mümkün olacaktır [2].
Yoğun bakım ünitelerindeki enfeksiyonların %80’inden fazlasını ventilatör ilişkili pnömoni, kateterle ilişkili kan dolaşımı enfeksiyonları ve üriner enfeksiyonlar oluşturmaktadır [3]. Bu çalışmada idrar örnekleri tüm örneklerin yaklaşık %90’lık kısmını oluşturmaktadır. Bu durum mikroorganizma dağılımlarını ve antibiyotik duyarlılıklarını etkileyebilir.
İkincisi, izole edilen Candida türlerinin kontaminasyon veya flora elemanları mı yoksa patojen etken mi olduğunun ve enfeksiyon ile ilişkisinin belirlenmesi gereklidir. Ayrıca çalışmada idrar kültürlerinde Candida üreyen izolatların tamamında idrar sondası mevcuttur.
Semptomatik üriner sistem enfeksiyonu; idrar kültüründe Candida türünün izole edilmesi, ateş >38°C, pollaküri, dizüri ve suprapubik hassasiyet gibi semptom ve bulgulardan en az birinin mevcudiyeti olarak tanımlanır. Üriner kateter kolonizasyonu; idrar kateteri olan hastanın, idrar kültüründe Candida türünün izole edilmesi ve yukarıdaki semptom ve bulgulardan hiçbirinin olmaması üriner kateter kolonizasyonu olarak tanımlanır [4].
Sonuç olarak, bu tür çalışmalarda örnek sayısının yeterli olması, tüm klinik örnekleri kapsaması ve izole edilen mikroorganizmaların enfeksiyon etkeni olup olmadığının saptanması sonuçların daha güvenilir olmasını sağlayacaktır.
Saygılarımızla.
Keywords: Candida, Yoğun bakım