Research Article
Mehmet Yaşar Özkars, Serkan Kırık
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 403-406
ABSTRACT
Aim: The alternative therapy methods that have been in use for thousands of years in the asthma and still used with
pharmacological treatments used in modern times. In this study, we aimed to investigate which products/materials
are used in Complementary and Alternative Therapy (CAT) in asthma treatment in our region.
Material and Method: 155 children (66 female, 89 male) who were admitted to the Pediatric Allergy Clinic were
enrolled in this study. Mothers of children with asthma were asked whether they used CAT methods for their child.
In addition, the education level of the mothers and income rate of the family were also determined by questions.
Results: The educational status of the mothers of 35 patients who did not use CAT; 28,6% primary school and
42,9% mothers were university graduates. The educational status of mother of 120 patients using CAT; 35% of
mothers were primary school and 25% of mothers were college graduates. Family income status of 35 patients not
using CAT; 17,1% were low, 14,3% were middle and 68,6% were high income. When the family income status of
120 patients using CAT is examined; 10% patients were low, 15% were middle, and 75% had upper income levels.
No statistically significant difference was found between mother education level or family income level and the use
of CAT methods in asthma. The most commonly used method of CAT was honey. Then molasses, goat horn, molasses,
cucumber oil, olive oil, mint and lemon were coming in order.
Conclusion: As with all other chronic diseases in asthma, the use of CAT still used widespread worldwide. For this
reason, we think that physicians need to research and learn more about TAT applications.
Keywords: Asthma, child, alternative therapy
ÖZ
Amaç: Astım tedavisinde binlerce yıldır kullanılmakta olan tedaviler, modern çağda kullanılan farmakolojik tedavilerle birlikte kullanılmaya devam etmektedir. Amacımız bölgemizde astım tedavisinde Tamamlayıcı ve Alternatif Tedavide (TAT) nelerin kullanılmakta olduğunu araştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamız Çocuk Alerji Polikliniğine gelen 155 (Kadın 66, Erkek 89) astımlı hastada yapılmıştır. Astımlı hastaların annelerine TAT yöntemleri kullanıp kullanmadıkları sorulmuştur. Ayrıca annelerin eğitim durumu ve ailenin gelir düzeyi de sorularla tespit edilmiştir.
Bulgular: Hastalarımızın 120’si astım tedavisinde TAT yöntemleri kullanırken 35 hastamız TAT yöntemlerini kullanmamaktaydı. TAT kullanmayan 35 hastanın annesinin eğitim durumu; %28,6 ilkokul ve %42,9 anne ise üniversite mezunu idi. TAT kullanan 120 hastanın annesinin eğitim durumu; %35 anne ilkokul ve %25 anne de üniversite mezunu idi. TAT kullanmayan 35 hastanın aile gelir durumu; %17,1 hasta düşük, %14,3 hasta orta ve %68,6 hasta üst gelir düzeyine sahipti. TAT kullanan 120 hastanın aile gelir durumu incelendiğinde; %10 hasta düşük, %15 hasta orta ve %75 hasta üst gelir düzeyine sahipti. Anne eğitim durumu veya aile gelir düzeyi ile astımda TAT yöntemleri kullanımı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark tespit edilemedi. En fazla kullanılan TAT yöntemi baldı. Sonra sırasıyla pekmez, keçi boynozu, andız pekmezi, çörekotu yağı, zeytin yağı, nane ve limon gelmekteydi.
Sonuçlar: Astımda tüm diğer kronik hastalıklar gibi, dünya genelinde yaygın bir şekilde TAT kullanımı devam etmektedir. Bu nedenle biz hekimlerin TAT uygulamaları hakkında daha çok araştırma yapmaya ve bilgi edinmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz.
Keywords: Astım, çocuk, alternatif tedavi
Research Article
Yeşim Güzey Aras, Adil Can Güngen
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 407-412
ABSTRACT
Aim: This study is intended to evaluate effect on transferring to Intensive Care Unit (ICU) of smoking and presence of at least one of cardiac pathologies, which can be detected Echocardiography (ECHO), and of Atrial Fibrillation (AF) in patients who were transferred to the ICU due to deterioration in their neurological condition while they were under inpatient follow-up in neurology service with ischemic stroke diagnosis.
Materials and Method: The records of the patients who received inpatient treatment due to acute ischemic stroke and were transferred to the ICU for neurological deterioration were retrospectively studied. Smoking history, neurological examination, Cranial MRI, infarct localization, ECG and ECHO findings of the patients were recorded. ECG, ECO findings and smoking stories of the patients who were transferred to the ICU were examined.
Findings: Of 612 stroke patients registered, 298 (56.9%) were male and 264 (43.1%) were female. The number of patients transferred to ICU was 100 (16.3%) and the number of patients not transferred was 512 (83.7%). At least one ECHO-detectable cardiac pathology and AF was determined in 36 (36%) of the patients who were transferred to the ICU. There was a statistically significant relationship determined in terms of the presence of AF and cardiac pathology between the patients who were transferred to ICU and those who were not (p:0.01, p:0.014, respectively).
Conclusion: Our study showed that presence of ECHO-detectable cardiac pathologies and AF in ischemic stroke patients were the risk factors for transferring to ICU. It is important to suggest that close follow-up and treatment of ECHO-detectable cardiac pathologies and AF are determinants for stroke prognosis.
Keywords: ECHO, AF, Smoking, Stroke
ÖZ
Amaç: Bu çalışmada iskemik inme tanısı ile nöroloji servisinde yatarak takip edilirken nörolojik durumda kötüleşme nedeni ile Yoğun Bakım Ünitesi (YBÜ)'ne nakledilen hastalardaki Atriyal Fibrilasyon (AF), Ekokardiyografi (EKO)’da tespit edilebilen en az bir kardiyak patoloji varlığı ve sigara içiminin YBÜ‘ne gidiş üzerindeki etkisinin değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Sakarya Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Nöroloji Kliniğinde Nisan 2015 ile Nisan 2017 tarihleri arasında akut iskemik inme nedeniyle yatarak tedavi gören ve nörolojik durumda kötüleşme nedeni ile YBÜ'ne nakil edilen hastaların kayıtları retrospektif olarak incelendi. Hastaların demografik verileri, sigara içim öyküleri, sistemik ve nörolojik muayene bulguları, kraniyal alan görüntülemeleri (Kraniyal MRI), enfarkt lokalizasyonu, inme etiyolojisine yönelik yapılan karotis-vertebral arter Doppler Ultrasonografi (Doppler USG) bulguları, EKG ve EKO bulguları kaydedildi. YBÜ’ne nakil edilen hastaların EKG, EKO bulguları ve sigara içim öyküleri incelendi. İstatistiksel analiz için veri analizinde SPSS statistics 21 kullanıldı. P<0,05 anlamlı kabul edildi.
Bulgular: Kayıtlı 612 inme hastasının 298’ü (%56,9) erkek, 264’ü (%43,1) kadın cinsiyette idi. Nörolojik durumda kötüleşme nedeni ile YBÜ’ne nakil edilen hasta sayısı 100 idi. Tüm hastaların yaş ortalaması 68,02±12,5 iken, YBÜ‘ne nakil edilenlerin yaş ortalaması 69,54±12,1 idi. YBÜ’sine nakledilmeyen hastaların 100(%16,3)’ünde EKO’da tespit edilebilen en az bir kardiyak patoloji varlığı ve AF varlığı saptandı. YBÜ‘ne nakil edilenlerin ise 36(%36)’inde EKO'da tespit edilebilen en az bir kardiyak patoloji ve AF saptandı. YBÜ‘ne nakil edilen hastalar ile edilmeyenler arasında AF varlığı ve kardiyak patoloji varlığı arasında istatistiksel olarak anlamlı ilişki saptandı (sırasıyla p:0,01, p:0,014). YBÜ’ne nakil edilen hastalar ile edilmeyen hastalar arasında cinsiyet, TA, DM ve sigara kullanımı arasında ilişki saptanmadı (sırasıyla p:0,877, p:0,423, p:0,421, p:0,278).
Sonuç: Çalışmamız, iskemik inmeli hastalarda EKO'da tespit edilebilen kardiyak patolojilerin ve AF varlığının YBÜ‘ne nakil için bir risk faktörü olduğunu ancak sigara içiminin risk faktörü olmadığını gösterdi. EKO ile tespit edilebilen kardiyak patolojilerin ve AF'nin yakın takip ve tedavisinin inme prognozu üzerinde belirleyici olduğunu ortaya koyması bakımından önemlidir.
Keywords: EKO, AF, sigara, inme
Research Article
Olcay Güngör, Gülay Güngör, Can Acıpayam
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 413-416
ABSTRACT
Aim: The aim of our study is to evaluate the clinical and radiological features of children with neurofibromatosis type 1.
Material and Method: The patients who were followed up and treated with neurofibromatosis type 1 in Department of Pediatric Neurology at Sutcu Imam University between the years of 2013-2016 were retrospectively evaluated clinically and radiologically.
Results: Twenty one children were included in this study. Of those, 11 were boys and 10 were girls. Fourteen cases (28.6%) had a family history. The mean age of the children was 10.41±3.05 years. Lisch nodules were observed in 11 patients, and axillary freckling in 7 patients. There were neurofibromas in 5 cases (23.8%). Plexiform neurofibromas were not detected in any of the cases. Scoliosis was seen in 4 patients (19%). Six of the cases (28.5%) had learning difficulties.
Conclusion: Early diagnosis of NF-1 is very important to inform families about the disease and prevent treatable complications with regular follow-up of these children.
Keywords: Child, magnetic resonance imaging, neurofibromatosis type 1
ÖZ
Amaç: Çocukluk çağı nörofibromatozis tip 1 olgularımızın klinik ve radyolojik bulgularının değerlendirilmesi
Gereç ve Yöntem: 2013-2016 yılları arasında Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nöroloji Bilim Dalı’nda nörofibromatozis tanısı ile takip ve tedavileri yapılan hastaların klinik ve radyolojij özellikleri retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Çalışma grubuna 21 çocuk dahil edildi. Bunlardan 11’i erkek ve 10’u kızdı. Yaş ortalaması 10.41±3.05 yıl saptandı. On dört (%28,6) olguda aile öyküsü mevcuttu. On bir (%52,3) hastada Lisch nodülü ve 7 (%33,3) hastada koltukaltı çillenmesi görüldü. Olguların 5 (%23,8)’inde nörofibrom vardı. Olguların hiçbirinde pleksiform nörofibrom saptanmadı. Dört (%19) hastada skolyoz görülmüştür. Olguların 6’sında (%28,5) öğrenme güçlüğü vardı.
Sonuç: Nörofibromatozis tip 1’in erken tanısı; ailelerin hastalık hakkında bilgilendirilmesi ve bu çocukların düzenli klinik takibi ile tedavi edilebilir komplikasyonları önlemek açısından çok önemlidir.
Keywords: Çocuk, manyetik rezonans görüntüleme, nörofibromatozis tip 1
Research Article
Memduh Şahin, Mehmet Cindoruk
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 417-422
ABSTRACT
Aim: Subepithelial lesions can be composed of all layers of the gastrointestinal tract and endosonography is a diagnostic method that is necessary for diagnosis in determining the size limit echo structure and lymph node proximity in these lesions. In our study, we aimed to evaluate the images obtained by EUS in the context of pathological analyzes obtained later and to evaluate the compliance status.
Material and Method: In our study, 36 upper gastrointestinal submucosal mass lesions detected by EUS between 2005 and 2011 in Gazi University Fac of Med Gastroenterology Department were examined retrospectively.To some of these lesions included fine needle aspiration biopsies and surgery material pathological data.
Results: Twelve (33.3%) of 36 submucosal mass lesions detected by endosonography were diagnosed histopathologically by fine needle aspiration biopsy (FNA) and 13 (36.1) were diagnosed by surgery. 22 (61.1%) of the cases were stomach, 5 (13.9%) were duodenum and 9 (25%) were of esophagus origin. Stromal or GIST tumors were considered in 36 EUS evaluations and 14 (38.8%) were pathologically confirmed. The stromal tumor was confirmed in 2 cases with FNA. The diagnosis of stromal tumors in 2 cases with FNA was predicted as suspicious.
Conclusion: Endosondography is a valuable method in the evaluation of upper gastrointestinal system submucosal mass and the addition of fine needle aspiration biopsies to this method plays a supporting role in diagnostic quality in terms of high quality. In our country, endosonographic dominant gastric upper gastrointestinal organ location of submucosal mass lesions is consistent with international literature data.
Keywords: Endonography, submucosa, fine needle aspiration
ÖZ
Amaç: Subepitelyal lezyonlar gastrointestinal sistemin tüm katmanlarından gelişebilmekte olup bu lezyonların tanısında endosonografi, lezyonun boyutu, sınırı, ekosu ile lenf nodu yakınlığının tespitinde gerekli olan tanısal bir yöntemdir. Çalışmamızda endosonografi (EUS) ile elde edilen görüntülemelerin, bu vakaların patolojik analizleri eşliğinde değerlendirilmesini ve patolojik sonuçlarla uyumunu incelemeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamızda retrospektif olarak Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Gastroenteroloji Bölümü’nde 2005-2011 yılları arasında EUS ile tespit edilen 36 adet üst gastrointestinal intramural-submukozal kitle lezyonu incelenmiştir. Patolojik değerlendirme yapılan vakaların ince iğne aspirasyon biyopsisi (İİAB) ve/veya cerrahi teknikler ile alınan patolojik verileri de derlenmiştir.
Bulgular: Otuz-altı adet submukozal kitle lezyonunun 12’sine (%33,3) İİAB ile, 13’ine (%36,1) cerrahi işlem ile patolojik tanı konulmuştur. Vakaların 22’si (%61,1) mide, 5’i (%13,9) duodenum, 9’u (%25) özofagus orijinli idi. Tüm EUS değerlendirmelerinde stromal ya da gastrointestinal stromal tümör (GIST) düşünülmüş olup 14 (%38,8) vakada bu sonuç patolojik olarak doğrulanmıştır. İİAB yapılan 2 vakada stromal tümör tanısı kesin, 2 vakada şüpheli olarak konulmuştur.
Sonuç: EUS üst gastrointestinal sistem intramural-submukozal kitle incelemesinde değerli bir yöntem olup İİAB’nin bu yönteme eklenmesi tanısal doğruluk açısından yüksek nitelikte destekleyici olarak rol oynamaktadır. Ülkemizde EUS ile saptanan submukozal kitle lezyonlarının en sık yerleşimi gastrik lokalizasyondadır ve bu bulgu uluslararası literatür verileri ile uyumludur
Keywords: Endosonografi, submukoza, ince iğne aspirasyon biyopsisi
Research Article
Serden Ay
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 423-426
ABSTRACT
Aim: By the dissemination of laparoscopic colorectal surgery there are many studies comparing the laparoscopic and open surgery. One of the parameters that are compared is the dissected lymph node number. The guidelines offer that there should be a minimum number of 12 lymph nodes for the staging of colorectal cancer. It is reported that only 48% of the resections achieve this number. In this study aims to compare the number of lymph nodes resected in laparoscopic and open colorectal cancer surgery.
Material and Method: The files of the patients who had colorectal surgery in our clinic in between January 2011 and January 2013 were retrospectively evaluated. The patients were divided into two groups as laparoscopic and open surgery groups. Patients’ age, gender, preoperative diagnosis, tumor stage, surgical method, resected lymph node number and positivity of lymphatic metastasis were recorded. The groups were compared according to lymph node features.
Results: There were 55 patients with colorectal surgery [17(31%) laparoscopic and 38(69%) open surgery]. The mean age of the patients was 63.9±12.9, the groups were similar in terms of age, gender and the tumor stage. The mean dissected lymph node number was 17.2±4.8 for laparoscopy group and 18.7±5.2 for open surgery group. This difference was not statistically significant (p>0.05). There is no difference in between the groups in terms of metastatic lymph node numbers.
Conclusion: Laparoscopic surgery is as effective as open surgery in term of harvested lymph nodes. For the reliable tumor staging the surgeon and the pathologist should work together.
Keywords: Laparoscopic surgery, lymph node, colorectal surgery
ÖZ
Amaç: Laparoskopik kolorektal cerrahinin artmasıyla birlikte laparoskopik ve açık cerrahiyi karşılaştıran bir çok
çalışma yapılmaya başlanmıştır. Karşılaştırma parametrelerinden bir taneside yeterli sayıda lenf nodunun çıkartılıp
çıkartılmadığıdır. Yerinde bir kolorektal kanser evrelemesi için kılavuzların tavsiyesi 12’den aşağı lenf nodu çıkartılmaması
gerektiği yönündedir. Literatürde kolorektal rezeksiyonların yalnızca %48’inde bu sayıya ulaşıldığı
bildirilmiştir. Biz çalışmamızda laparoskopik kolorektal cerrahi ile açık cerrahinin lenf nodu diseksiyonu sayısı ve
özellikleri üzerine etkisini değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Hastanemiz genel cerrahi kliniğinde Ocak 2011-Ocak 2013 tarihleri arasında kolorektal kanser
cerrahisi uygulanan hastalara ait dosyalar retrospektif olarak tarandı. Hastalar açık cerrahi ve laparoskopik cerrahi
uygulananlar olarak iki gruba ayrıldı. Hastaların yaş, cins, ameliyat öncesi tanıları, tümör evreleri, yapılan ameliyatın
şekli, çıkarılan lenf nodu sayısı ve lenf nodlarında metastazın olup olmadığı kaydedildi. Gruplar lenf nodu
özellikleri açısından karşılaştırıldı.
Bulgular: Toplamda 55 hastaya kolorektal kanser cerrahisi uygulanmıştı. Bunların 17 (%31)’sine laparoskopik,
38 (%69)’ ine açık kolon cerrahisi uygulanmıştı. Hastaların yaş ortalaması 63,9±12,9 idi. Gruplar yaş, cinsiyet ve
tümör evresi yönünden benzerdi. Laparoskopik cerrahide çıkartılan lenf nodu sayısı ortalama 17,2±4,8 iken açık
cerrahide bu oran 18,7±5,2 idi. Bu fark istatistiksel olarak benzerdi (p>0,05). Metastatik lenf nodları değerlendirildiğinde
ise iki grup arasında fark yoktu.
Sonuç: Çıkartılan lenf nodları bakımından laparoskopik cerrahi açık cerrahi kadar etkindir. Yerinde cerrahi evreleme
yapılabilmesi için cerrah ve patologun beraber çalışması gerekmektedir.
Keywords: Laparoskopik cerrahi, lenf nodu, kolorektal cerrahi
Research Article
Eda Şimşek
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 427-430
ABSTRACT
Aim: Enuresis nocturna (EN) is a condition that is characterized by frequent intermittent night-time incontinence in children. The aim of this study was to investigate the effect of tonsillectomy and adenoidectomy on EN in patients with tonsil hypertrophy and adenoid hypertrophy.
Material and Method: Thirty pediatric patients who were admitted to urology clinic between May 2015 and May 2016, who had completed toilet training and who were diagnosed with enuresis nocturna between the ages of 5 and 16 and had open mouth, snoring, breathing in sleep, were included in the study. A detailed ear,nose,throat examination and flexible endoscopic examination were performed in all patients. Patients were grouped according to tonsil and adenoid size. Demographic and examination findings of the patients were recorded. Patients were operated according to the condition of tonsils and adenoids, and 6 months later, control was performed.
Results: The mean age of the participants was 9.36 ± 2.85. While 21 (70%) patients underwent adenoidectomy, 5 (16.6%) patients underwent tonsillectomy and 4 (13.3%) underwent tonsillectomy and adenoidectomy. Postoperative follow-up 6 months later, 15 (71.4%) patients underwent adenoidectomy and 1 (20%) underwent tonsillectomy, and 2 (50%) patients who underwent tonsillectomy and adenoidectomy were completely followed by the disappearance of complaints nocturnal enuresis. Thus, in the preoperative and postoperative 6th month evaluation, there was a statistically significant difference in the improvement of complaints of enuresis nocturna after surgery (p‹0.01).
Conclusion: In conclusion, surgery for upper airway obstruction due to tonsil and adenoid hypertrophy in enuresis nocturna patients may contribute to the reduction of complaints of enuresis nocturna.
Keywords: Tonsillectomy, adenoidectomy, enuresis nocturna
ÖZ
Amaç: Enürezis nokturna (EN) çocuklarda sık görülen aralıklı gece idrar kaçırmaları ile karakterize olan bir durumdur. Üst solunum yolu obstrüksiyonun pediatrik popülasyonda en önemli nedenlerinin başında tonsil ve adenoid hipertrofileri gelmektedir. Bu çalışmada tonsil hipertofisi ve adenoid hipertrofisi tanısı alan hastalarda tonsillektomi, adenoidektominin ve adenotonsillektominin EN üzerine etkisini incelenmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya Mayıs 2015 ile Mayıs 2016 tarihleri arasında üroloji polikiniğine başvurmuş, tuvalet eğitimini tamamlamış ve yaşları 5 ile 16 arasındaki enürezis nokturna tanısı konulmuş olan, ağzı açık uyuma, horlama, uykuda nefes durma şikayeti olan 30 çocuk hasta dahil edildi. Tüm hastalar detaylı kulak,burun, boğaz muayenesi ve fleksibl endoskopik muayenesi yapıldı. Hastalar tonsil ve adenoid büyüklüklerine göre gruplandırıldı. Hastaların demografik ve muayene bulguları kayıt edildi. Hastalar tonsil ve adenoidlerin durumuna göre opere edildi ve postoperatif 6 ay sonra kontrolleri yapıldı .
Bulgular: Çalışmaya katılan bireylerin ortalama yaşları 9,36±2.85 idi. Yirmi bir (%70) hastaya adenoidektomi uygulanırken 5 (%16,6) hastaya tonsillektomi , 4 (%13,3) hastaya adenotonsillektomi yapıldı.. Cerrahi uygulanan hastaların postopertif 6 ay sonra yapılan kontrollerinde adenoidektomi yapılan 15 (%71,4) hastada ve tonsillektomi yapılan 1 (%20), adenotonsillektomi yapılan 2 (%50) hastada enürezis nokturna şikayetlerinin tamamen ortadan kalktığı izlendi. Böylece preoperatif ve postoperatif 6. ayda yapılan değerlendirmede, cerrahi sonrası enürezis nokturna şikayetlerinde düzelme açısından istatistiksel anlamlı fark olduğu görüldü (p‹0.01).
Sonuç: Sonuç olarak enürezis nokturna hastalarında tonsil ve adenoid hipertrofisi nedeniyle üst solunum yolu obstrüksiyonun cerrahisi enürezis nokturna şikayetlerinin azalmasına katkı sağlayabilir.
Keywords: Tonsillektomi, edenoidektomi, enürezis nokturna
Research Article
Mustafa Kaplan, Nisbet Yılmaz, Gülsüm Özet
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 431-435
ABSTRACT
Aim: In this study, we aimed to evaluate the basal value of immature reticulocyte fraction (IRF) in healthy population,
the baseline IRF level in patients with iron deficiency anemia (IDA), and the IRF response to oral iron replacement
therapy.
Material and Method: This study was conducted with 100 study patients diagnosed with IDA and 103 control
group patients who were admitted to the internal medicine polyclinic between March 2011 and September 2011. At
the time of diagnosis whole blood count, reticulocyte and IRF parameters were studied and then oral iron replacement
therapy was started to the study group patients. The same parameters were prospectively restudied after 7 days
of follow-up. Beckman-Coulter LH750 / 780 instrument was used for the study.
Results: The gender distribution of the control and study group was similar and the average age of the participants
was 44. In the study group, the mean pre-treatment IRF value of the patients was found to be lower than the mean
IRF value of the control group (0.22 ± 0.05% / 0.24% ± 0.05%; p> 0.05). In patients who were referred for control
in the seventh day of treatment, the mean hemoglobin value increased from 9.85 ± 1.52 g / dL to 10.8 ± 1.48 g / dL
(p <0.05) and IRF values increased from 0.22 ± 0.05% to 0.43 ± 0.39% (p <0.05). Although the IRF increase was
more obvious in patients with low hemoglobin levels, younger age and female sex in subgroup analysis, there was
no statistically significant difference between groups.
Conclusion: In this study, baseline IRF value of healthy population measured with Beckman-Coulter LH750 / 780
instrument was found 0.24 ± 0.05%. IRF levels decrease in patients with newly diagnosed IDA and increases in
correlation with the reticulocyte crisis after oral iron replacement therapy.
Keywords: Immature reticulocyte fraction, reticulocyte, microcytic anemia
ÖZ
Amaç: Bu çalışmada immatür retikulosit fraksiyonu (IRF)’nun sağlıklı populasyondaki bazal değerini, demir eksikliği anemisi (DEA) olan hastalarda bazal IRF düzeyini ve oral demir replasman tedavisine IRF yanıtının değerlendirilmesini amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Bu çalışma Mart 2011-Eylül 2011 tarihleri arasında dahiliye polikliniğine başvuran ve yeni tanı DEA tanısı konulan 100 çalışma hastası ve 103 sağlıklı kontrol grubu ile yapılmıştır. Hastalardan tanı anında tam kan sayımı, retikulosit, IRF parametreleri çalışıldıktan sonra çalışma grubu hastalarına oral demir replasman tedavisi başlanmıştır. 7 gün sonra kontrole çağrılan hastalarda aynı parametreler prospektif olarak tekrar çalışılmıştır. Çalışma için Beckman-Coulter LH750/780 cihazı kullanılmıştır.
Sonuçlar: Kontrol grubu ve çalışma grubununun cinsiyet dağılımı benzer olup çalışmaya katılanların ortalama yaşı 44’tü. Çalışma grubunda hastaların tedavi öncesi ortalama IRF değeri kontrol grubundaki hastalara göre düşük bulunmuştur (%0.22±0.05 / %0.24±0.05; p>0.05). 7 günlük tedavi sonrası kontrole çağrılan hastalarda hemoglobin değeri 9.75 ±1.52 g/dl’den 10.8±1.48 g/dl’ ye (p<0.05), IRF değerleri ise %0.22±0.05’ten %0.43±0.39’a yükselmiştir (p<0.05). Alt grup analizlerinde hemoglobin değeri düşük olanlarda, 45 yaşından genç olanlarda ve kadın cinsiyette IRF artışı daha belirgin olmakla beraber istatistiksel olarak anlamlı farklılık bulunmamıştır (p>0.05).
Sonuç: Bu çalışmada sağlıklı populasyonda Beckman-Coulter LH750/780 cihazı ile ölçülen bazal IRF değeri %0.24±0.05 olarak bulunmuştur. Yeni tanı DEA olan hastalarda IRF düzeyinin düştüğü ve oral demir replasman tedavisi alan hastalarda IRF’nin retikulosit krizine korele bir şekilde arttığı gösterilmiştir.
Keywords: İmmatür retikulosit fraksiyonu, retikulosit, mikrositik anemi
Research Article
Salim Neselioglu, Yasemin Eren, Ebru Bilge Dirik, Emine Feyza Yurt, Serpil Erdogan, Orhan Deniz, Ozcan Erel
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 436-443
ABSTRACT
Aim: This study was conducted to investigate thiol-disulphide homeostasis, a novel oxidative stress marker in primary restless legs syndrome (RLS) patients.
Material and Method: Thirty-eight patients and 43 healthy subjects were included in the study. Serum native thiol, total thiol, disulphide and disulphide / native thiol percent ratio levels were measured by using a novel automated method. Diagnosis of RLS was based on the criteria proposed by the International Restless Legs Syndrome Study Group (IRLSSG), and RLS severity was assessed using the IRLSSG Severity Scale.
Results: Serum native thiol and total thiol levels were significantly lower (p< 0.001; p= 0.007, respectively) while disulphide and disulphide/native thiol percent ratio levels significantly higher (p= 0.017; p< 0.001, respectively), in patients with RLS compared with control group. Significant correlations were found between the IRLSSG Severity Scale and thiol-disulphide homeostasis parameters (r= -0.56, p< 0.001 for native thiol; r= -0.51, p< 0.001 for total thiol; r= 0.37, p= 0.020 for disulphide and r= 0.60, p< 0.001 for disulphide/native thiol percent ratio).
Conclusions: Decreased native thiol, increased disulphide levels and increased disulphide/native thiol percent ratio show that thiol-disulphide balance shifted to the oxidation side. Strong correlations between the IRLSSG Severity Scale and thiol-disulphide homeostasis parameters indicate that homeostasis may have a role in the pathogenesis of the Primary RLS.
Keywords: Disulphide, oxidative stress, restless legs syndrome, thiol, thiol-disulphide homeostasis
ÖZ
Amaç: Bu çalışma, primer huzursuz bacak sendromu (RLS) hastalarında yeni bir oksidatif stres belirteci olan tiyol-disülfid homeostazisini araştırmak amacıyla yapıldı.
Gereç ve Yöntem: Otuz sekiz hasta ve 43 sağlıklı birey çalışmaya alındı. Serum nativ tiyol, total tiyol, disülfit ve disülfid / nativ tiyol oranları yeni bir otomatik yöntem kullanılarak ölçülmüştür. RLS tanısı Uluslararası Huzursuz Bacak Sendromu Çalışma Grubu (IRLSSG) tarafından önerilen kriterlere gore konuldu ve RLS şiddeti IRLSSG Şiddet Ölçeği kullanılarak değerlendirildi.
Bulgular: Serum nativ tiyol ve total tiyol düzeyleri anlamlı derecede düşük (sırasıyla p<0.001; p=0.007), disülfid ve disülfid / nativ tiyol oranı anlamlı olarak daha yüksekti (sırasıyla p=0.017; p<0.001). RLS kontrol grubu ile karşılaştırıldı. IRLSSG Önem Ölçeği ve tiyol-disülfid homeostasisi parametreleri arasında anlamlı korelasyonlar bulundu (r=-0.56, nativ tiyol için p<0.001; total tiyol için r=-0.51, p<0.001; disülfid için r=0.37, p=0.020); r=0.60, disülfid / nativ tiyol yüzdesi oranı için p<0.001).
Sonuçlar: Azalmış nativ tiyol, artan disülfid seviyeleri ve artmış disülfid / nativ tiyol oranı, tiyol-disülfür dengesinin oksidasyon tarafına kaydığını göstermektedir. IRLSSG Önem Ölçeği ve tiyol-disülfid homeostasisi parametreleri arasındaki güçlü korelasyonlar, homeostazın primer RLS'nin patogenezinde rol oynayabileceğini göstermektedir.
Keywords: Disülfid, oksidatif stres, huzursuz bacak sendromu, tiyol, tiyol-disülfid homeostazisi
Research Article
Ertuğrul Can, Serkan Akkaya
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 444-448
ABSTRACT
Aim: To evaluate a new astigmatism marking system which creates corneal marks for proper toric intraocular lens (IOL) placement to improve results of premium IOL surgery and limbal relaxing incision surgery.
Material and Method: Patients were randomly allocated into two groups for preoperative corneal marking in the sitting position. A conventional pendulum marker and the new marking system were compared for vertical misalignment and rotational misalignment. A high-resolution anterior segment camera was used to document the corneal markings, and rotational deviation and vertical misalignment were evaluated.
Results: Each group consisted of 40 eyes and all marking points were clearly identified. The mean vertical misalignment in the pendulum marking group and in the new marking system group was 0,71± 0,62 mm and 0,24 ± 0,12 mm, respectively. There was a statistically significant difference in vertical misalignment between the two groups (p < 0,05). The mean rotational deviation in the pendulum marking group and the new marking system group was 1,9 ± 2,4 degrees and 0,8 ± 1,3 degrees respectively, showing a statistically significant difference (p < 0,05).
Conclusion: While the conventional pendulum marker showed a certain amount of deviation and vertical misalignment, the new marking system marked the desired axis and minimized some possible measurement errors. During use of the new system, the entire cornea and conjunctiva were visible and the procedure was controlled perfectly.
Keywords: Astigmatism, cataract, cornea, marking, toric lens
ÖZ
Amaç: Premium göz içi lens (GİL) cerrahisi ve limbal gevşetici insizyon cerrahisi sonuçlarını daha iyi hale getirmek amacıyla uygun torik GİL yerleştirilmesi için kornea işaretleri oluşturan yeni bir astigmatizma işaretleme sistemini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: Hastalar oturma pozisyonunda preoperatif korneal işaretleme için rastgele iki gruba ayrıldı. Konvansiyonel bir sarkaç işaretleyici ve yeni işaretleme sistemi, dikey hizalama hatası ve rotasyonel hizalama hatası açısından karşılaştırıldı. Korneal işaretlerin belgelendirilmesinde yüksek çözünürlüklü ön segment kamera kullanıldı ve rotasyonel sapma ve dikey hizalama hatası değerlendirildi.
Bulgular: Her bir grup 40 gözden oluşmaktaydı ve tüm işaret noktaları açıkça tanımlandı. Sarkaç işaretleme grubunda ve yeni işaretleme sistemi grubunda ortalama dikey hizalama hatası sırasıyla 0,71 ± 0,62 mm ve 0,24 ± 0,12 mm idi. İki grup arasında dikey sapmada istatistiksel olarak anlamlı bir fark vardı (p <0,05). Sarkaç işaretleme grubundaki ve yeni işaretleme sistemi grubundaki ortalama rotasyonel sapma sırasıyla 1,9 ± 2,4 derece ve 0,8 ± 1,3 derece idi ve iki grup arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark gösterdi (p <0,05).
Sonuçlar: Konvansiyonel sarkaç belirteci belirli bir miktar sapma ve dikey hizalama hatası gösterse de, yeni işaretleme sistemi istenen ekseni işaretlemiş ve bazı olası ölçüm hatalarını en aza indirmiştir. Yeni sistemin kullanımı sırasında tüm kornea ve konjonktiva görünür idi ve prosedür mükemmel şekilde kontrol edildi.
Keywords: Astigmatizma, katarakt, kornea, işaretleme, torik lens
Research Article
Ali Ayberk Besen
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 449-453
ABSTRACT
Aim: To evaluate efficacy of the endovascular stenting for symptomatic treatment of malignancy-related vena cava superior (VCS) syndrome.
Material and Method: Thirty-five patients who underwent endovascular stenting at Baskent University between December 2005 and October 2016 due to malign VCS were evaluated retrospectively.
Results: A total of 54 stenting procedures were performed in 35 patients. 48% of the patients had a single stent and 43% had two stents. Of the patients on stenting, 6 were women and 29 were men. 68% of all patients were stage 4, and 77% were patients with lung cancer. Symptomatic relief was observed in 31 (89%) patients after the procedure. Re-stenting was performed in four patients for stent thrombosis and in two patients for tumor ingrowth. After stenting, 23 patients were given anti-coagulant treatment. Median overall survival (OS) was 20 weeks (range, 6.5-33.4) in the whole group. In patients with lung cancer, OS after stenting was found to be numerically shorter than other groups, but it did not reach statistical significance.
Conclusion: Endovascular stenting in the palliative treatment of malignancy-related VCS syndrome is an effective treatment method with high clinical success and low morbidity both in newly diagnosed patients and in patients on progression.
Keywords: vena cava superior syndrome, stent, lung cancer
ÖZ
Amaç: Malignite ilişkili vena kava superior (VKS) sendromunun semptomatik tedavisinde endovasküler stent uygulanan hastalarda bu yaklaşımın etkinliğini değerlendirmeyi amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Malign VKS sendromu nedeniyle Başkent Üniversitesinde Aralık 2005- Ekim 2016 tarihleri arasında endovasküler stent uygulanan 35 hasta retrospektif olarak incelenmiştir.
Bulgular: 35 hastaya toplam 54 stent işlemi gerçekleştirilmiştir. Hastaların %48’ine tek stent %43’üne ise iki stent konulmuştur. Stent uygulanan hastaların 6’sı kadın 29’u ise erkekti. Tüm hastaların %68’ini evre 4, %77’sini akciğer kanserli hastalar oluşturmuştur. İşlem sonrası 31 (%89) hastada semptomatik rahatlama gözlenmiştir. Hastaların takibinde 4 hastada stent trombozu 2 hastada ise tümör basısı nedeni ile re-stent ihtiyacı olmuştur. Stent sonrası 23 hastaya anti-koagülan tedavi verilmiştir. Tüm grupta ortanca genel sağkalım (GSK) 20 hafta (aralık 6,5-33,4 ) olarak bulunmuştur. Stent sonrası akciğer kanserli hastalarda GSK diğer gruplara göre sayısal olarak daha kısa olarak bulunmuş ancak istatistiksel anlamlılığa ulaşmamıştır.
Sonuç: Malignite ilişkili VKS sendromunun palyatif tedavisinde endovasküler stent uygulanması tanı anında ya da progresif hastalık durumunda yüksek klinik başarı ve düşük morbidite ile etkin bir tedavi yöntemidir.
Keywords: Vena kava superior sendromu, stent, akciğer kanseri
Research Article
Mehmet Gündüz, Şule Mine Bakanay, Samet Yaman, Ahmet Usta, Mehmet Özen, Aysun Şentürk Yıkılmaz, Selin Küçükyurt Kaya, Servihan Doğan, Sema Akıncı, İmdat Dilek
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 454-459
ABSTRACT
Aim: Perianal infection is one of the most important causes of infection in acute leukemia which puts the life of patients at risk, increases their morbidity and impairs quality of life.
Material and Method: At the Ankara Atatürk Training and Research Hospital Hematology Clinic, 125 patients who received standard chemotherapy for acute leukemia between 2009 and 2017 werestudied, retrospectively.
Results: Of these 125 acute leukemia patients, 25 (20%) developed perianal disease and 13 (10,4%) developed perianal infection. Perianal disease and infection developed in 34% and 21% of patients with ALL; in 16% and 7% of patients with AML (p=0.03 and p=0.04), respectively. Perianal disease was present in 29% of the patients with a leukocyte count greater than 10,000 at diagnosis, but remained at 12% in those with a leukocyte count below 10,000 (p=0.02). Perianal disease and perianal infection developed in 64% and 69% of the patients during induction and at a median of 13 days (range: 1-40) and 17 days (range: 3-34), respectively. It was observed that 60% of the patients with perianal disease had fever, 28% had positive blood culture, 16% had sepsis and 20% required surgical treatment. Among 7 patients with perianal disease and positive blood cultures, all had Gram (-) bacilli (5 Klebsiella pneumonia and 2 E. coli). Of the 6 patients who had masses in physical examination under went pelvic magnetic resonance imaging (MRI). All patients diagnosed with abscesses on MRI. Five patients who under went surgery; 3 abscess drainage, 1 colostomy and 1 polypectomy was performed.
Conclusion: It was observed that perianal disease and infection developed more frequently in ALL patients compared with AML patients; perianal disease could be controlled mainly with conservative treatment and MRI could be an important guide in the management of these patients.
Keywords: Acute leukemia, perianal diseases, prevalence, current management
ÖZ
Amaç: Perianal enfeksiyon akut lösemi hastalarının sağkalımını tehlikeye atan, morbiditelerini artıran ve yaşam kalitelerini bozan en önemli enfeksiyon nedenlerinden birisidir.
Gereç ve Yöntem: Ankara Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi Hematoloji Kliniği’nde 2009-2017 arasında akut lösemi nedeniyle standart kemoterapi tedavisi alan 125 hasta geriye dönük olarak çalışmaya alındı.
Bulgular: Bu 125 akut lösemi hastasının 25’inde perianal hastalık gelişmiş olup perianal hastalık gelişim riski %20 olarak saptandı. Perianal enfeksiyon ise 13 hastada gelişirken perianal enfeksiyon gelişim riski %10,4 olarak hesaplandı. ALL tanılı hastaların %34’ünde ve AML tanılı hastaların %16’sında perianal hastalık gelişti (p=0,03). Tanıdaki lökosit sayısı 10,000’in üzerinde olanların %29’unda perianal hastalık gelişirken, bu oran lökosit sayısı 10,000’in altında olanlarda %12’de kaldı (p=0,02). ALL hastaları arasında perianal enfeksiyon gelişim riski %21 iken AML hastaları açısından risk %7 olarak saptandı (p=0,04). Perianal hastalık gelişen hastaların %64’ünde perianal hastalığın indüksiyon sırasında geri kalanında ise konsolidasyonda geliştiği ortanca gelişme gününün 13 (aralık:1-40) olduğu gözlendi. Perianal hastalık gelişen hastaların %60’ında ateş gözlendiği, %28’inde kan kültüründe üreme olduğu, %16’sında sepsis geliştiği ve %20’sinde ilerleyen dönemde cerrahi tedavi gerektiği gözlendi. Perianal enfeksiyon gelişimi açısından hastalar incelendiğinde ise hastaların %69’unda enfeksiyonun indüksiyon sırasında geliştiği ve ortanca gelişme gününün 17 (aralık:3-34) olduğu gözlendi. Perianal enfeksiyon saptanan hastaların %62’sinde ateş gözlendiği, %46’sında kan kültüründe üreme gözlendiği, hastaların %15’inde sepsis geliştiği ve hastaların %23’ünün ilerleyen dönemde cerrahi tedavi yapıldığı gözlendi. Perianal hastalığı olup kan kültüründe üremesi olan 7 hasta incelendiğinde tüm hastalarda Gram (-) basil ürediği bunların 5’inin Klebsiella pnömonia ve 2’sinin E. coli olduğu gözlendi. Fizik incelemede abse saptanan ve manyetik rezonans görüntüleme (MRG) yapılan 6 hasta mevcuttu. Tüm hastalarda MRG’de de abse olduğu gözlendi. Cerrahi girişim yapılan 5 hastaya bakıldığında 3 hastada apse drenajı, 1 hastaya kolostomi açılması yapıldığı, 1 hastaya da polipektomi yapıldığı saptandı.
Sonuç: ALL hastalarında AML hastalarına göre daha fazla perianal hastalık ve enfeksiyon geliştiği, perianal hastalığın konservatif tedavi ile büyük oranda düzeltilebileceği ve MRG’nin bu hastaların yönetiminde yol gösterici olabileceği gözlendi.
Keywords: Akut lösemiler, perianal hastalık, prevalans, güncel yaklaşım
Research Article
Halit Halil, Can Demir Karacan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 460-464
ABSTRACT
Aim: Oxidative stress is defined as the imbalance in the detoxification of antioxidants and reactive oxygen products produced during cellular metabolism. The deficiency of antioxidant leads to errors in oxidative hemostasis. Reactive oxygen products make damage to the macromolecules of the cell like lipid, protein and DNA and this leads to cellular death. Oxidative stress plays role in the pathogenesis of many chronic diseases. We aimed to investigate the relationship between short period sleep deprivation and thiol disulfide parameters of oxidative stress.
Material and Method: Children between 6 months and 6 years were included in our study. Children with high fever, upper respiratory tract infection, diarrhea, vomiting, or who had any chronic infection or who use any drugs were excluded from the study. Children who were sleep deprived for more than 4 hours are assigned as the study group. Children who were not sleep deprived are assigned as the control group. Serum thiol and disulfide were calculated using the colorimetric method of Erel’s.
Results: Ninety five patients were included in the study. Fifty six (58.9%) were male and 39 (41.1%) were females. The median (IQR) age was 2.0 (2.0) year, the median (IQR) weight was 13.0 (7.0) kg. The median (IQR) period of sleeplessness was 8.0 (4.0) hours. There were no significant differences between the two groups according to serum levels of native thiol, total thiol, disülfide and disulfide/native thiol and disulfide/ total thiol and native thiol/ total thiol ratios. There was mild correlation between serum disulfide level and the sleep deprivation periods, but no statistical correlation between serum thiol levels and sleep deprivation periods.
Conclusion: We conclude that the oxidative stres hemostasis was not affected by sleeplessnes in pediatric pateints.
Keywords: Thiol, disulfide, pediatrics, oxidative stress, sleep deprivation
ÖZ
Amaç: Oksidatif stres; hücresel metabolizma sırasında oluşan reaktif oksijen türlerinin artışı ile onları detoksifiye eden, antioksidanların yetersizliği sonucu oluşan oksidatif dengenin bozulması olarak tanımlanır. Reaktif oksijen türleri hücre içi lipit, protein ve DNA gibi makromoleküllere hasar vererek hücre ölümüne neden olur. Oksidatif stres, birçok kronik hastalığın patogenezinden sorumludur. Çalışmamızın amacı kısa süre uykusuz bırakılan çocuk hastaların oksidatif stres parametrelerinden biri olan serum tiyol-disulfid düzeyini belirleyerek, uykusuzluk süreleri ile oksidatif stres arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.
Gereç veYöntem: Yaşları altı ay ile 6 yaş arasında değişen, manyetik rezonans görüntüleme
öncesi kliniğimize başvuran çocuk hastalar çalışmaya dahil edildi. Yüksek ateş, akut solunum yolu enfeksiyonu, ishal, kusma şikayetleri olan veya majör konjenital anomalisi olan veya kronik hastalığı nedeniyle sürekli ilaç kullanan hastalar çalışmaya alınmadı. Çekim öncesi en az 4 saat uykusuz bırakılan hastalar çalışma grubu, uykusunu tam alan hastalar kontrol grubu olarak belirlendi. Serum tiyol ve disülfid düzeyleri Erel ve ark.’nın geliştirdiği yeni kolorimetrik metot ile bakıldı.
Bulgular: Toplam 95 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların 56’sı (%58,9) erkek, 39’u (41,1) ise kız çocuklardı. Hastaların ortanca (IQR) yaşı 2,0 (2,0) yıl, ortanca (IQR) vücut ağırlığı 13,0 (7,0) kg idi. Manyetik rezonans görüntüleme’den önce ortanca (IQR) uykusuzluk süresi 8,0 (4,0) saat idi. Nativ tiyol, total tiyol ve disülfid serum düzeyleri uykusuz ve kontrol hastaların arasında anlamlı istatistiksel farklılık saptanmadı. Disülfid/nativ tiyol, disülfid/total tiyol ve nativ tiyol/total tiyol gruplar arasında anlamlı bir istatistiksel farklılık saptanmadı. En az dört saat uykusuz olanlarda uykusuzluk süresi ile disulfid düzeyi arasında orta derecede korelasyon saptandı. Uykusuzluk süresi ile total tiyol arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon saptanmadı.
Sonuç: Kısa süre uykusuz bırakılan çocuklarda oksidatif stress dengesinin bozulmadığı kanaatindeyiz.
Keywords: Tiyol, disulfid, çocuk, oksidatif stress, uykusuzluk
Research Article
Neşe Asal, Mehmet Hamdi Şahan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 465-470
ABSTRACT
Aim: The aim of the study was to determine whether there were variability in the skull base according to magnetic resonance images in migraine patients.
Material and Method: A total of 130 magnetic resonans images including 65 migraine and 65 control groups in the age range 18-50 years were evaluated retrospectively. Modified basal angle (MBA), clivo-axial angle in migraine and control groups were measured by a radiologist in magnetic resonans images. The independent t test was used to compare between the groups. The level of significance was set at p < 0.05. In addition, basilar invagination (according to McGregor and Chamberlain line) was evaluated.
Results: The migraine group was 13 male, 52 female (mean age of male 30.38±11.5, mean age of female 32.54±9 years). The control group was 15 males, 50 females (mean age of male 34.4 ±8.6, mean age of female 33.14±9.7 years). In the migraine group; the modified basal angle average was 123.78 ± 6.06° and the clivo-axial angle average was 142.65 ± 8.73°. In the control group; the modified basal angle average was 121.6 ± 5.5° and the clivo-axial angle average was 153.66 ± 6.35°. Significant differences were detected between the groups. There was no difference between the genders for both groups. In the migraine group; according to McGregor line in 3 patients and McGregor and Chamberlain line in 2 patients, basilar invagination was observed. Basilar invagination was not detected in the control group.
Conclusion: Changes in the skull base angles (modified basal angle and clivo-axial angle) are observed in migraine patients according to magnetic resonance images.
Keywords: magnetic resonans imaging, migraine, skull base
ÖZ
Amaç: Migren hastalarında, manyetik rezonans görüntülerine göre kafa tabanı açılarında değişkenliğin olup olmadığının belirlenmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntem: 18-50 yaş aralığında 65 migren tanılı ve 65 kontrol grubu olmak üzere toplam 130 manyetik rezonans görüntüleri retrospektif olarak incelendi. Migren ve kontrol grubu arasında modifiye bazal açı, klivo-aksiyal açı manyetik rezonans görüntülerde tek radyolog tarafından ölçüldü. Gruplar arasında karşılaştırmada bağımsız t testi kullanıldı. P <0.05 istatiksel olarak anlamlı olarak kabul edildi. Ayrıca baziler invajinasyon (McGregor ve Chamberline hattına göre) açısından değerlendirme yapıldı.
Bulgular: Migren grubu 13 erkek, 52 kadındı (yaş ortalaması erkek 30.38±11.5, kadın 32.54±9 yıl). Kontrol grubu 15 erkek, 50 kadındı (yaş ortalaması erkek 34.4±8.6, kadın 33.14±9.7 yıl). Migren grubunda; modifiye bazal açı ortalaması 123.78±6.06°, klivo-aksiyal açı ortalaması 142.65±8.73°’idi. Kontrol grubunda; modifiye bazal açı ortalaması 121.6±5.5°, klivo-aksiyal açı ortalaması 153.66±6.35°’idi. Gruplar arasında anlamlı farklılık saptandı (p < 0.05). Her iki grup için cinsiyetler arasında farklılık saptanmadı. Ayrıca migren grubunda; 3 hastada McGregor hattına göre ve 2 hastada McGregor ve Chamberline hattına göre baziler invajinasyon izlendi. Kontrol grubunda baziler invajinasyon saptanmadı.
Sonuç: Migren hastalarında, manyetik rezonans görüntülerine göre kafa tabanı açılarında (modifiye bazal açı ve klivo-aksiyal açı) değişiklikler görülmektedir.
Keywords: Manyetik rezonans görüntüleme, migren, kafa tabanı
Research Article
Serkan Demiryürek, Zafer Onaran, Tevfik Oğurel, Nesrin Büyüktortop, Nurgül Örnek
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 471-475
ABSTRACT
Aim: To evaluate the effect of intravitreal injection of ranibizumab, an anti-VEGF agent commonly used for the treatment of choroidal neovascularization, on optic nerve by pattern VEP test.
Material and Method: Pattern VEP test was applied to 20 eyes of 20 patients who received 0.5 mg of ranibizumab injection because of age related choroidal neovascularization maculopathy and also to other non-injected eyes of the same patients in 1st and 6th weeks. Results are compared with 10 control patients of same age distribution.
Results: Mean age was 73.45 in 20 age related maculopathy patients ranging between 64 and 82. Mean best corrected visual acuity of eyes receiving injection was 9/100 before injection and 14/100 finally on 6th week. Mean intraocular pressure was 13.85mmHg in eyes receiving before the injection, 16.75mmHg at 1st week and finally 14mmHg at 6th week. There was no statistically significant difference between the VEP wavelengths and latencies of the patient group and the control group (p> 0.05). There was no statistically significant difference between VEP wavelengths and latencies in 1st and 6th weeks between injection receiving eyes and the other eyes (p> 0.05).
Conclusion: As a result of VEP evaluation it is concluded that 0.5 mg intravitreal ranibizumab injection does not have an indirect toxic effect to the optic nerve.
Keywords: Ranibizumab, optic nerve, intraocular pressure
ÖZ
Amaç: Koroid neovaskülarizasyonu tedavisi için sık olarak kullanılan anti-VEGF ajan olan ranibizumabın intravitreal enjeksiyonunun optik sinir üzerine etkisinin patern VEP testi ile değerlendirilmesidir.
Gereç ve Yöntem: Yaşa bağlı makula dejenerasyonu nedeniyle koroid neovaskülarizasyonu gelişmiş ve 0,5mg intravitreal ranibizumab enjeksiyonu yapılan 20 hastanın 20 gözüne ve diğer gözlerine enjeksiyon öncesi ve sonrası 1. ve 6. haftalarda patern VEP testi yapıldı. Aynı yaş grubunda 10 kontrol grubu hastasına patern VEP testi yapılarak sonuçlar karşılaştırıldı.
Bulgular: Yaşları 64 ve 82 arasında olan 20 yaşa bağlı maküla dejenerasyonlu hastanın yaş ortalaması 73,45 idi. Enjeksiyon yapılan gözlerin başlangıç en iyi görme keskinliği ortalaması 9/100 idi ve son olarak 6. haftadaki en iyi görme keskinliği 14/100' dü. Enjeksiyon yapılan gözlerde başlangıç göziçi basıncı ortalaması 13,85mmHg idi. 1. haftadaki göziçi basınca ortalaması 16,75mmHg ve son olarak 6. haftadaki göziçi basıncı ortalaması ise 14mmHg idi. Hasta grubu ve kontrol grubu VEP dalga boyları ve latansları arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05). Enjeksiyon yapılan ve diğer gözlerde enjeksiyon sonrası 1. ve 6. haftalardaki VEP dalga boylarında ve latanslarında istatistiksel olarak anlamlı bir gerileme yoktu (p>0.05).
Sonuç: Çalışmamızda VEP incelemesi ile 0.5 mg ranibizumabın intravitreal enjeksiyonunun optik sinire dolaylı hasarı olmadığı gösterilmiştir.
Keywords: Ranibizumab, optik sinir, göziçi basınç
Research Article
Deniz Arık, Evrim Yılmaz, Funda Canaz, Özgür Pınarbaşlı, Melek Kezban Gürbüz, Mustafa Fuat Açıkalın
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 476-482
ABSTRACT
Aim: Squamous cell carcinoma is the most common malignant epithelial tumor of the larynx. It is mostly seen in males in 6th and 7th decades. In recent years the incidence has increased in women due to increased use of tobacco and alcohol. Squamous cell carcinoma is more common in supraglottic and glottic regions. The World Health Organization has identified different subtypes of squamous cell carcinoma. Some of these variants has better, some has worse prognosis that than conventional squamous cell carcinoma. We present rare variants of squamous cell carcinoma in our study.
Material and Method: All laryngeal biopsies were scanned at the Pathology Department of Eskişehir Osmangazi University during the last 7 years. The cases that were diagnosed as squamous cell carcinoma variants were included in the study. Patients’ histopathological and clinical parameters were recorded.
Results: There were 1148 laryngeal biopsies in the seven years period. Squamous cell carcinoma was detected in 460 cases. Of these, 31 were rare squamous cell carcinoma variants. These include 3 verrucous carcinomas, 6 basaloid, 11 papillary, 4 spindle cell, 6 acantholytic variant squamous cell carcinomas. Only one case was adenosquamous carcinoma. Verrucous carcinomas were located on the vocal cord. The basaloid variant was detected in supraglottic region in all cases. In other variants, the glottic and supraglottic regions were affected at varying rates. Infraglottic tumor was seen in only one of the cases. This case was acantholytic variant squamous cell carcinoma.
Conclusion: Biological behaviors of rare variants of laryngeal squamous cell carcinoma differ. These tumors can be treated effectively with a multidisciplinary approach. Recognition and description of these subtypes are necessary to determine the appropriate treatment.
Keywords: Larynx, squamous cell carcinoma, rare variants
ÖZ
Amaç: Larinksin malign epitelyal tümörleri arasında skuamöz hücreli karsinom en sık görülendir. Dünya Sağlık Örgütü, skuamöz hücreli karsinomun farklı alt tiplerini tanımlamıştır. Bu varyantlardan bazıları konvansiyonel skuamöz hücreli karsinoma göre daha iyi, bazıları ise daha kötü prognozludur. Çalışmamızda skuamöz hücreli karsinomun az görülen varyantları sunulmaktadır.
Gereç ve Yöntem: Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Anabilim Dalı’nda son 7 yıllık dönemde tüm larinks biyopsileri taranmıştır. Skuamöz hücreli karsinom varyantları şeklinde tanı alan hastalar belirlenmiş, olguların histopatolojik ve klinik özellikleri derlenmiştir.
Bulgular: Yedi yıllık dönemde larinks biyopsisi yapılan 1148 olgu bulunmaktadır. Bu olgulardan 460’ı skuamöz hücreli karsinom tanısı almıştır. Bunlardan 31’i nadir görülen skuamöz hücreli karsinom varyantıdır. Bunlar arasında 3 verrüköz karsinom, 6 bazaloid, 11 papiller, 4 iğsi hücreli, 6 akantolitik varyant skuamöz hücreli karsinom olgusu mevcuttur. Bir olgu ise adenoskuamöz karsinom tanılıdır. Verrüköz karsinom olgularında tümör vokal kord yerleşimlidir. Bazaloid varyant ise olguların tümünde supraglottik bölgede saptanmıştır. Diğer varyantlarda glottik ve supraglottik bölge değişen oranlarda tutulmaktadır. Olguların sadece birinde infraglottik tümör mevcuttur. Bu olgu akantolitik varyant skuamöz hücreli karsinom olarak değerlendirilmiştir.
Sonuç: Larinksin skuamöz hücreli karsinomunun az görülen varyantlarının biyolojik davranışları farklılıklar göstermektedir. Bu tümörler multidisipliner yaklaşım ile efektif şekilde tedavi edilebilir. Alt tiplerin tanınması ve tariflenmesi uygun tedavi yaklaşımının belirlenebilmesi için gereklidir.
Keywords: Larinks, skuamöz hücreli karsinom, nadir varyantlar
Research Article
Mustafa Özdemir, Aysel Türkvatan Cansever, Fatma Ayça Edis Özdemir, Muharrem Tola, Onur Tutar
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 483-491
ABSTRACT
Aim: The aim of this study is to evaluate the results of computerized tomographic (CT) urography in cases with hematuria complaints and to investigate the efficacy of CT urography in detecting the cause of hematuria.
Material and Method: We retrospectively screened 59 patients (27 female, 32 male) aged between 20 and 90 (mean 50.5) who had macroscopic or microscopic hematuria between January 2007 and May 2008 and underwent CT urography in our clinic. All of the cases were examined using the same examination protocol (pre-contrast, nephrographic phase, pyelographic phase) with a 16-detector multislice CT device. Two-and three-dimensional images were generated using basal images from multiplanar reformat, maximum intensity projection and volume rendering techniques.
Findings: In 6 out of 59 patients (10.2%) with hematuria, no findings were found with CT urography. Causes of hematuria detected by CT urography in the remaining 53 cases; renal cell carcinoma (n = 3), Bosniak category 4 renal cyst (n = 1), renal papillary necrosis (n = 1), ureteropelvic junction obstruction (n = 2), pelvicaliceal multiple renal cysts (n = 8), multiple intrarenal lymphadenopathy (n = 1), ureteral tumor (n = 1) and bladder abnormalities (n = 11) causing pneumatic and dilatation of the pelvicalyceal structures. In addition, 41 of 52 (79%) cases had extraurinar findings.
Conclusion: CT urography allows comprehensive evaluation of hematuria in a single examination. For this reason, CT urography can be used as an initial examination if there is no contraindication in any of these patients.
Keywords: Hematuria, computerized tomograpy, urography
ÖZ
Amaç: Bu çalışmanın amacı hematüri yakınması ile gelen olgularda bilgisayarlı tomografik (BT) ürografi sonuçlarının değerlendirilmesi ve hematürinin nedeninin saptanmasında BT ürografinin etkinliğinin araştırılmasıdır.
Gereç ve Yöntem: Ocak 2007 ile Mayıs 2008 tarihleri arasında makroskopik veya mikroskopik hematürisi bulunan ve kliniğimizde BT ürografi çekilen, yaşları 20 ile 90 ( ortalama 50,5) arasında değişen 59 olgunun (27 kadın, 32 erkek) görüntüleri retrospektif olarak tarandı. Olguların tümünün incelenmesinde 16-dedektörlü çok kesitli BT cihazı ile aynı inceleme protokolü (prekontrast, nefrografik faz, pyelografik faz ) kullanıldı. Alınan ham görüntülerden multiplanar reformat, maksimum intensity projection ve volum rendering teknikleri kullanılarak iki ve üç boyutlu görüntüler oluşturuldu.
Bulgular: Hematürisi bulunan toplam 59 olgunun 6’sında (%10,2) BT ürografi ile hematüriye neden olabilecek herhangi bir bulgu saptanmamıştır. Geriye kalan 53 olguda BT ürografi ile saptanan hematüri nedenleri; taş (n=25), renal hücreli karsinom (n=3), Bosniak kategori 4 renal kist (n=1), renal papiller nekroz (n=1), üreteropelvik bileşke darlığı (n=2), pelvikaliksiyel yapılarda basıya neden olan multiple renal kist (n=8), pelvikaliksiyel yapılarda bası ve dilatasyona neden olan multiple intrarenal lenfadenopati (n=1), üretelyal tümör (n=1) ve mesane anormallikleri (n=11) şeklindeydi. Ayrıca 52 olgunun 41’inde (%79) ekstraüriner bulgu mevcuttu.
Sonuç: BT ürografi hematürili olguların tek bir incelemede kapsamlı olarak değerlendirilebilmesine olanak tanımaktadır. Bu nedenle hematürili olgularda BT ürografi daha kapsamlı bilgi vermesi açısından giderek artan bir kullanım alanına sahip olup bu hastalarda herhangibir kontrendikasyon yoksa ilk tetkik olarak kullanılabilir.
Keywords: Hematüri, bilgisayarlı tomografi, ürografi
Research Article
Ünsal Savcı, Taner Alıç, Ayşe Semra Güreser, Ayşegül Taylan Özkan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 492-497
ABSTRACT
Aim: Wound infections are one of the important complications of orthopedic surgery. In this study it was aimed to determine the causative microorganisms, isolation regions and antimicrobial resistance states in the postoperative surgical wound infections.
Material and Method: Between 01.09.2015 - 30.09.2017, postoperative surgical wound infections of patients who applied to our orhopedia and traumatology clinic were retrospectively evaluated and 57 microorganisms were isolated. For identification of species of isolated microorganisms, conventional methods and VITEK 2 Compact® (Biomerieux, France) automated bacterial identification system were used. For antibiotic susceptibility testing VITEK2 Compact® (Biomerieux, France) automated susceptibility system were used.
Results: A total of 57 microorganisms isolated, 32 (56%) were gram negative and 25 (44%) gram positive bacteria. The most frequently isolated bacteria were S. aureus 22 (38.5%) and others in order E. coli 15 (26.3%), E. cloacea 7 (12.3%), A. baumanii 3 (5.3%), P. aeroginosa 3(5.3%) E. aerogenes 1 (1.8%), E. faecalis 1 (1.8%) , E. americana 1 (1.8%) K. pneumonia 2 (3.5%), S. haemolyticus 2 (1.8%) species. With 23 isolates the hip was the orthopedic region in which the most microorganism was isolated. Antibiotic resistance rates of S. aureus isolates are very low compared to S. heamolyticus isolates. A. baumanii isolates were the most resistant in gram negatives.
Conclusion: Cleaning and a sepsis of the hands and incision area are very important in preventing postoperative infections. For successful treatment of these infections, infectious agents and their in vitro antibiotic susceptibility should be known. Thus, with the use of rational antibiotics the success of treatment will increase the spread of resistant hospital infections will be prevented and the costs of treatment will be reduced.
Keywords: Wound infections, surgical wound infections, antibiotic resistance
ÖZ
Amaç: Yara enfeksiyonları postoperatif süreçte ortopedik cerrahinin önemli bir komplikasyonudur. Çalışmamızda postoperatif ortopedik cerrahi yara enfeksiyonlarından izole edilen etken mikroorganizmaların belirlemesi, izole edildikleri bölgelerin ve antimikrobiyal direnç durumlarının değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: 01.09.2015 ve 30.09.2017 tarihleri arasında hastanemiz ortopedi ve travmatoloji kliniğine başvuran hastaların postoperatif ortopedik cerrahi yara enfeksiyonlarından izole edilen 57 mikroorganizma retrospektif olarak değerlendirildi. İzole edilen mikroorganizmaların tür identifikasyonu için konvansiyonel metotlar ve VITEK 2 Compact® (Biomerieux, France) otomatize bakteri tanımlama sistemi, antibiyotik duyarlılık testleri için VITEK 2 Compact® (Biomerieux, France) otomatize duyarlılık sistemi kullanıldı.
Bulgular: İzole edilen toplam 57 mikroorganizmanın 32’si (%56) gram negatif, 25’i (%44) gram pozitif bakterilerden oluşuyordu. En sık izole edilen bakteri Staphylococcus aureus 22 (%38,5) ve diğerleri sırasıyla Escherichia coli 15 (%26,3), Enterobacter cloacae 7 (%12,3), Acinetobacter baumannii 3 (%5,3), Pseudomonas aeruginosa 3 (%5,3), Klebsiella pneumonia 2 (%3,5), Staphylococcus haemolyticus 2 (%3,5), Enterobacter aerogenes 1 (%1,8), Enterococcus faecalis 1 (%1,8), Ewingella americana 1 (%1,8) idi. Kalça 23 izolat ile en fazla mikroorganizmanın izole edildiği ortopedik bölge oldu. S. aureus izolatlarının antibiyotik direnç oranları S. haemolyticus izolatlarına göre oldukça düşüktü. Gram negatif bakteriler içerisinde en dirençli olanlar A. baumannii izolatlarıydı.
Sonuç: Postoperatif enfeksiyonların önlenmesinde insizyon bölgesinin ve ellerin temizliği ve asepsisi oldukça önemlidir. Bu enfeksiyonların başarılı bir şekilde tedavi edilebilmesi için enfeksiyona neden olan ajanların ve invitro antibiyotik duyarlılıklarının bilinmesi faydalı olacaktır. Böylece akılcı antibiyotik kullanımı ile tedavi başarı şansının artacağı, dirençli hastane enfeksiyonlarının yayılmasının engelleneceği, ayrıca tedavi maliyetlerinin de azalacağı söylenebilir.
Keywords: Yara enfeksiyonları, cerrahi yara enfeksiyonları, antibiyotik direnci
Research Article
Bekir Uçan, Nur Kebapçı, Sema Uslu, Mehmet Kara, Nevbahar Akçar Değirmenci, Setenay Öner
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 498-505
ABSTRACT
Aim: Visfatin/pre-B cell enhancement factor stimulates the production of inflammatory cytokines released from adipose tissue such as TNF-α and IL-6, which are shown to be related to the pathogenesis of insulin resistance, diabetes, dyslipidemia, inflammation, autoimmune diseases, and atherosclerosis. Our aim was to evaluate plasma visfatin concentrations in patients with autoimmune hypothyroidism and its relationship with thyroid autoimmunity and atherosclerosis.
Material and Method: Thirty-five patients with newly diagnosed Hashimoto’s thyroiditis (32 women/3 men, mean age 43.8±9.6 years) and 18 healthy controls (17 women/1 men, mean age 43.3±5.2 years) were enrolled in the study. Anthropometric measurements, carotid intima-media thickness (CIMT), serum anti-Tg, anti-TPO, hsCRP, homocysteine, lipo(a), ApoA, ApoB1, β-2 microglobulin, insulin, glucose, visfatin, IL6, TNF-α, oxidized-LDL concentrations, lymphocyte subgroups and lipid profile were investigated both before and after thyroid hormone replacement therapy. Serum visfatin concentrations were determined by enzyme-linked immunosorbent assay (ELISA).
Results: Mean serum visfatin concentrations were similar between autoimmune hypothyroidism group and control group (6.29 ± 1.63 ng/ml to 6.36 ± 1.51 ng/ml, p>0.05) and it was not correlated with thyroid autoimmunity and atherosclerosis markers. Plasma visfatin, oxidized LDL, IL-6, and TNF-α concentrations did not differ statistically between the control group and hypothyroid patients both before and after the therapy. The cardiovascular risk factors for systolic and diastolic blood pressure, HOMA-IR index, triglyceride, Apo B and ApoB/ApoA, homocysteine, β-2 microglobulin, and CIMT were found to be elevated in patients. Ox-LDL, cholesterol, homocysteine, and proteinuria concentrations were positively correlated with anti-Tg concentrations.
Conclusion: Serum visfatin concentrations were not associated with thyroid autoimmunity and atherosclerosis.
Keywords: Visfatin, autoimmune hypothyroidism, atherosclerosis
ÖZ
Amaç: Visfatin/pre-B cell enhancement factor; insülin direnci, diyabet, dislipidemi, inflamasyon, otoimmun hastalıklar ve ateroskleroz patogeneziyle ilişkili adipoz dokudan salınan TNF-alfa ve IL-6 gibi inflamatuar sitokinlerin yapımını uyarır. Bu çalışmada amacımız otoimmün hipotiroidizmli hastalarda plazma visfatin düzeyi ve bunun tiroid otoimmünitesi ve ateroskleroz ile ilişkisini değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamıza 35 yeni tanı almış Hashimoto hipotiroidili olgu (32 kadın/3 erkek, ort. yaş 43.8±9.6) ve 18 sağlıklı kontrol (17 kadın/1 erkek, ort. yaş 43.3±5.2) dahil edildi. Tiroid hormon replasmanı öncesi ve sonrası antropometrik ölçümler, karotid intima-media kalınlığı (KİMK), serum anti-Tg, anti-TPO, hsCRP, homosistein, lipo(a), ApoA, ApoB1, β-2 mikroglobulin, insulin, glukoz, visfatin, IL6, TNF-α, okside-LDL, lenfosit subgrupları ve lipid profile ölçümleri yapıldı. Serum visfatin konsantrasyonları ELİSA yöntemiyle çalışıldı.
Bulgular: Serum visfatin konsantrasyonları otoimmün hipotiroidizm grubu ile kontrol grubu arasında benzerdi (6.29 ± 1.63 ng/ml to 6.36 ± 1.51 ng/ml, p>0.05), tiroid otoimmünitesi ve ateroskleroz belirteçleriyle korelasyonu saptanmadı. Tedavi öncesi ve sonrası hipotiroidi hastalarının plazma visfatin, okside LDL, IL-6 ve TNF-α konsantrasyonları ile sağlıklı kontrol grubu arasında istatiksel farklılık görülmedi. Sistolik ve diyastolik kan basıncı, HOMA-IR, trigliserid, Apo B and ApoB/ApoA, homosistein, β-2 mikroglobulin, KİMK gibi kardiyovasküler risk faktörleri hasta grubunda yüksek olarak bulundu. Okside-LDL, kolesterol, homosistein ve proteinuria konsantrasyonları anti-Tg ile pozitif korele idi.
Sonuç: Serum visfatin konsantrasyonları ile tiroid otoimmünitesi ve ateroskleroz arasında ilişki bulunmadı.
Keywords: Visfatin, otoimmüne hipotiroidi, ateroskleroz
Research Article
Güven Barış Cansu, Bengür Taşkıran, Eylem Bahadır
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 506-510
ABSTRACT
Aim: Adrenal masses incidentally detected (adrenal incidentalomas, AI) during imaging studies performed due to unrelated causes can be benign or malignant in behaviour and hormonally inactive or active in action. It is important whether change in size occurs during follow-up of AIs. In this study we aimed to study change in size of adrenal incidentalomas during follow-up.
Material and Method: Electronic data of 136 patients with AI, who were followed up in endocrinology unit of Yunus Emre State Hospital, Eskisehir, during 2011-2017 were evaluated retrospectively. Hormonal activity were studied by 1 mg dexamethasone suppression test, plasma aldosterone/renin activity ratio, and catecholamines and vanyl mandelic acid measurement in 24 hour urine samples. The longest diameter of AIs in the axial plane were measured by using distance cursor on computed CT images or MRI. Data of 82 patients who met inclusion criteria were evaluated.
Results: Thirty-seven (45%) out 82 patients were male and 45 (55%) were female. 42 (51%) had left sided and 40 (49%) had right sided AIs. Mean duration of follow-up was 41.5±14.7 (24-72) months. Mean diameter of AIs at the time diagnosis was 23.1±9.6 mm, and on the last imaging study was 23.4±9.8 mm (p>0.05).
Conclusion: We did not find any significant change in size of non-functional AIs during at least 2 years of follow-up.
Keywords: Adrenal incidenteloma, size, follow-up
ÖZ
Amaç: Adrenal dışı hastalıklar nedeni ile yapılan görüntüleme tetkikleri sırasında saptanan adrenal insidentalomalar (Aİ) benign yada malign, hormonal olarak aktif yada inaktif olabilir. Aİ’ların tanı, tedavi ve takibinde; başlangıçtaki adenom boyutu ve takip sürecindeki boyut artışının olup olmadığı önemlidir. Bu çalışmada non-fonksiyone Aİ’ların takip sürecinde boyut artışı olup olmadığı araştırılmıştır.
Gereç ve Yöntem: 2011-2017 yılları arasında Yunus Emre Devlet Hastanesi Endokrinoloji polikliniğine başvuran toplam 136 Aİ hastasının medikal verileri retrospektif olarak tarandı. Hastaların laboratuvar verilerinden; 1 mg deksametazon supresyon testi, plazma renin aktivitesi/aldosteron oranı, idrar katekolamin metabolitleri ve vanil mandelik asit düzeylerine göre fonksiyone olup olmadığına karar verildi. Adrenal kitlenin en büyük boyutu bilgisayarlı tomografi yada manyetik rezonans görüntüleme tetkiklerinden, aksiyel planda mesafe imleci ile ölçülerek bulundu. Çalışmaya dahil edilme kriterlerine uyan 82 hastanın verileri ayrıntılı olarak analiz edildi.
Bulgular: 82 hastadan 37’si (%45) erkek ve 45’i (%55) kadındı. Hastaların 42’sinde (%51) adenom sol, 40’ında (%49) sağ tarafta idi. Ortalama takip süresi 41,5±14,7 (24-72) ay olarak bulundu. Hastaların çalışmaya alındıkları andaki ortalama adenom boyutu 23,1±9,6 mm, takip sonu adenom boyutu 23,4±9,8 mm olarak bulundu (p>0,05).
Sonuç: Nonfonksiyone Aİ’lı hastalardaki adenom boyutunun yıllar içerisinde değişip değişmediğini araştırdığımız bu çalışmada en az iki yıllık takip sonunda adenom boyutunda anlamlı bir artış olmadığı saptandı.
Keywords: Adrenal insidentaloma, boyut, takip
Research Article
Türkan Acar, Mehmet Fevzi Öztekin, Neşe Öztekin
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 511-515
ABSTRACT
Aim: Partial epilepsy is the most common type of seizure and in some patients sufficient seizure control may not
be achieved despite monotherapy and even polytherapy. Our aim in this study was to compare the efficacy and side
effects of levetiracetam or zonisamide add-on treatments in patients without seizure control with carbamazepine
monotherapy.
Material and Method: Thirty-two patients aged 18-54 years who were followed for at least 1 year by carbamazepine
monotherapy were included in the study. Zonisamide was added to 16 of these patients, and levetiracetam was added
to 16 of these patients. Patients were monitored for 3 months to be held at constant titration after the insertion therapy.
Results: The mean age of the group to which zonisamide was added was 33.4±10.6 (7 males, 9 females) while the
levetiracetam group had 35.7±11.5 (8 males, 8 females). When 3-month follow-up period was evaluated in terms of
total number of seizures, there was no statistically significant difference between the two groups in terms of efficacy
and side effects (p=0,377).
Conclusion: Levetiracetam or zonisamide can be used in patients with partial seizures with similar side effects and
fewer side effects in patients with seizure control.
Keywords: Levetiracetam, zonisamide, partial epilepsy
ÖZ
Amaç: Parsiyel epilepsi en sık görülen nöbet tipi olup bazı hastalarda monoterapi ve hatta politerapiye rağmen yeterli nöbet kontrolü sağlanamayabilir. Bu çalışmadaki amacımız karbamazepin monoterapisi ile nöbet kontrolü sağlanamamış hastalarda levetirasetam veya zonisamid ekleme tedavilerinin etkinlik ve yan etki bakımından karşılaştırılması hedeflenmiştir.
Gereç ve Yöntem: 18-54 yaş arası, en az 1 yıldır karbamazepin monoterapisi ile takip edilen 32 hasta çalışmaya alındı. Bu hastaların 16’sına zonisamid, 16’sına levetirasetam eklendi. Hastalar ekleme tedavisi sonrası sabit titrasyonda tutulacak şekilde 3 ay boyunca izlendi.
Bulgular: Zonisamid eklenen grubun yaş ortalaması 33,4±10,6 (7 erkek, 9 kadın) iken levetirasetam grubunda 35,7±11,5 (8 erkek, 8 kadın) idi. Toplam nöbet sayıları bakımından 3 aylık izlem süresi değerlendirildiğinde her iki grup arasında etkinlik ve yan etki bakımından istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır (p=0,377).
Sonuç: Parsiyel nöbetlerin ekleme tedavilerinde levetirasetam veya zonisamid benzer oranda etkin olup nöbet kontrolü sağlanamayan hastalarda yan etki profilinin de az olması nedeniyle kullanılabilir.
Keywords: Levetirasetam, zonisamid, parsiyel epilepsi
Research Article
Murat Dağdeviren, Esin Beyan, Tanyel S. Dağdeviren, Esra Çopuroğlu, Yavuz Çağır, Özlem Doğan, Derun T. Ertuğrul, Mustafa Altay
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 516-522
ABSTRACT
Aim: To investigate how serum procalcitonin (PCT) levels are affected in diabetic patients with and without nephropathy, and to determine whether PCT may be indicative of an inflammation in these patients.
Material and Method: The study included 175 patients [75 diabetic nephropathy (group 1), 75 non-nephropathy diabetic (group 2) and 25 non-diabetic nephropathy (group 3)], and 75 healthy volunteers. Serum and urinary creatinine, serum high sensitive C-reactive protein (HsCRP), PCT, white blood cell, neutrophil, HbA1c and urinary protein values were obtained from patients and control groups. Urinary protein / creatinine ratio and eGFR were calculated.
Results: There was no significant difference of PCT values between groups 1, 2, 3 and control group (0.20-0.19-0.23 and 0.19, respectively) (p>0.05). HsCRP levels of all 3 patient groups were higher than the control group (p<0.001). A negative correlation was found between eGFR values, PCT (p<0.001; r = -0.475) and HsCRP (p<0.001; r= -0.415) values in nephropathy patients (diabetic and non-diabetic). Patients with diabetic nephropathy were compared to those with a eGFR of 60 ml/min or more with those below eGFR 60 ml/min. When the eGFR values were lower than 60 ml/min, the HsCRP values were higher (p<0.05); there was no difference between the PCT values (p>0.05).
Conclusion: There was no significant increase in PCT values of diabetic and diabetic nephropathy patients. However, there was a negative correlation between PCT level and eGFR. This suggests that there may be an increase in PCT values, especially in advanced chronic renal disease, regardless of the etiology.
Keywords: Diabetes, nephropathy, procalcitonin
ÖZ
Amaç: Nefropatisi olan ve olmayan diyabetli hastalarda serum prokalsitonin (PCT) düzeylerinin nasıl etkilendiğini araştırarak bu hastalarda PCT’nin bir enflamasyon göstergesi olup olamayacağını belirlemektir.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya 175 hasta [75 diyabetik nefropati (grup 1), 75 nefropatisi olmayan diyabetik (grup 2) ve 25 non-diyabetik nefropati (grup 3)] ve 75 sağlıklı gönüllü dahil edildi. Hasta ve kontrol gruplarının serum ve üriner kreatinin, serum high sensitive C-reaktif protein (hsCRP), PCT, beyaz küre, nötrofil, HbA1c ve üriner protein değerleri elde edildi. Üriner protein/kreatinin oranı ve eGFR hesaplandı.
Bulgular: Grup 1, 2 ve 3 ile kontrol grubunun PCT değerleri (sırasıyla 0,20-0,19-0,23 ve 0,19) arasında anlamlı bir fark yoktu (p>0,05). Her 3 hasta grubunun hsCRP düzeyleri ise kontrol grubundan yüksekti (p<0,001). Nefropatili hastaların (diyabetik ve non-diyabetik) GFR değerleri ile PCT (p<0,001; r = -0,475) ve hsCRP (p<0,001; r= -0,415) değerleri arasında negatif korelasyon saptandı. Diyabetik nefropatili hastalarda GFR 60 ml/dk’nın altında olanlarla GFR 60 ml/dk ve üzerinde olanlar karşılaştırıldığında; GFR değerleri 60 ml/dk’dan düşük olanların hsCRP değerleri daha yüksek iken (p<0,05); PCT değerleri arasında fark yoktu (p>0,05).
Sonuç: Diyabetli ve diyabetik nefropatili hastaların PCT değerlerinde anlamlı bir artış yoktu. Ancak PCT düzeyi ile GFR arasında negatif korelasyon mevcuttu. Bu durum özellikle ileri evre kronik böbrek hastalığında, etiyolojik nedenden bağımsız olarak PCT değerlerinde artış olabileceğini göstermektedir.
Keywords: Diyabet, nefropati, prokalsitonin
Review
Hümeyra Yazar, İnci Rana Karaca
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 523-529
ABSTRACT
Oral cancer is the sixth most common cancer worldwide. Globally, therefore, ‘oral cancer’ is the twelfth most frequent cause of cancer related deaths amongst males and sixteenth amongst females. Oral cancer is common in middle-aged adults. Incidence increases with age. More than 90% of oral malignancies are oral squamous cell carcinoma. Oral cancer is asymptomatic in general. Early mucosal lesions seem as reddish areas, small mucosal growths or ulcerations. In late stage, tumor infiltrates to contiguous tissues such as muscle, bone or skin and evolves to regional lymph nodes. Metastasis to regional lymph nodes considered as poor prognosis. In this review, we aimed to give information about squamous cell carcinoma and other invasive cancers of oral cavity such as verrucous carcinoma, malign melanoma, primary intraosseous squamous cell carcinoma and their treatments.
Keywords: Oral cancer, squamous cell carcinoma, malignancy, invasive cancers, verrucous carcinom
ÖZ
Ağız kanseri, dünyada en sık görülen 6. kanser olup, tüm dünyada kanserle ilişkili ölümlerde erkekler arasında 20. sırada, kadınlar arasında ise 16. sırada yer almaktadır. Tüm ağız boşluğu kanserlerinin %90'ından fazlası oral skuamöz hücreli karsinomdur. Oral kanser orta yaşlı bireylerde sık görülmektedir. İnsidans yaşla birlikte artmaktadır. Ağız kanseri genellikle asemptomatiktir. İlk belirtileri kızarık alanlar, küçük mukozal büyümeler veya ülserasyonlar şeklinde olmaktadır. İleri evrede tümör kas, kemik veya cilt gibi komşu dokulara infiltre olmakta ve bölgesel lenf nodlarına yayılım göstermektedir. Bölgesel lenf nodu metastazı prognozu kötüleştirmektedir. Bu derlemede, skuamöz hücreli karsinom ile verrüköz karsinom, malign melanom, primer intraosseöz skuamöz hücreli karsinom gibi ağız kavitesinde görülen diğer invaziv kanserler ve tedavileri ile ilgili bilgi vermeyi amaçladık.
Keywords: Ağız kanseri, skuamöz hücreli karsinom, malignansi, invaziv kanserler, verrüköz karsinom
Case Report
İsmet Miraç Çakır, Doğukan Atabay, Eser Bulut, Mustafa Peker, Nahide Gökçe Çakır
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 530-533
ABSTRACT
Cat Scratch Disease; is a slow-onset infectious disease characterized by regional lymphadenopathy, mostly seen in children and young adults. The disease affects Bartonella henseleae. The agent is often transmitted to humans by the cat. The disease is presented with regional lymphadenopathy, fever, fatigue and weakness. 25-year-old female patient with a right inguinal region swelling and abdominal pain acomputerized tomography (CT) scan ;In the right inguinal region was observed 5x4 cm sized centralized necrotic LAP. Abdominal Magnetic Resonance Imaging (MRI); liver and spleen multipled by 3cm in diameter showed hyperintense in T2 Weighted Imaging (WI), peripheral enhancement in contrast images and lesions compatible with abscess showing diffuse restriction in diffuse MR Histopathological examination of inguinal lymph node excisional biopsy; "Granulomatous lymphadenitis compatible with Cat Scratch". In patients with unexplained fever, LAP and visceral organs should be kept in mind when abscess is present.
Keywords: Cat scratch diseases, magnetic resonance, lymphadenopathy
ÖZ
Kedi Tırmığı Hastalığı; daha çok çocuklarda ve genç erişkinlerde görülen, bölgesel lenfadenopati ile karakterize yavaş seyirli bir enfeksiyon hastalığıdır. Hastalığın etkeni Bartonella henseleae’dır. Etken, sıklıkla kediler tarafından insanlara bulaştırılır. Hastalık; bölgesel lenfadenopati, ateş, halsizlik ve yorgunluk gibi yakınmalarla kendini gösterir. Sağ inguinal bölgede şişlik ve karın ağrısı şikayetiyle başvuran 25 yaşında bayan hastanın bilgisayarlı tomografi (BT) incelemesinde; sağ inguinal bölgede 5x4 cm boyutunda santrali nekrotik LAP izlendi. Abdominal Manyetik Rezonans Görüntüleme (MRG)'de; karaciğer ve dalakta multipl büyüğü 3 cm çapında T2 Ağırlıklı Görüntüleme (AG)'de hiperintens kontrastlı imajlarda periferal kontrastlanan difüzyon MR'de difüzyon kısıtlanması gösteren apse ile uyumlu lezyonlar izlendi. İnguinal lenf bezi eksizyonel biyopsisinin histopatolojik incelemesi; “Kedi Tırmığı Hastalığı ile uyumlu granülomatöz lenfadenit” olarak tanımlandı. Nedeni bilinmeyen ateşle gelen hastalarda LAP ve visseral organlarda apse birlikteliğinde KTH akılda bulundurulmalıdır.
Keywords: Kedi tırmığı hastalığı, manyetik rezonans, lenfadenopati
Case Report
Arzu Boztaş, Hakan Buluş, Alper Yavuz, Ahmet Murat Koyuncu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 534-536
ABSTRACT
Ascariasis is common helmintic infestation in adult man. It is rare in gallbladder (GB) despite it is common in intestinal and biliary tract. Ascariasis in the GB is an entity that generally presented with acalculous cholecystitis symptoms (low grade fever, right upper abdominal colic and tenderness). Ultrasonographic evaluation showes that thick GB wall and intraluminal tartarus. We present a case, which is 37 year old man underwent a laparoscopic cholecystectomy for a polyp in the GB. Histopathological examination showed us an ascariasis in the GB.
Keywords: Ascariasis, cholecystitis, cholecystectomy
ÖZ
Askariyazis erkek erişkinlerde yaygın görülen helmitik bir enfestasyondur. İntestinal ve safra kanalı askariyazisi yaygın olarak görülmesine rağmen, safra kesesi içerisinde çok nadir görülmektedir. Safra kesesi askariyazisi genellikle akalkülöz kolesistit (subfebril ateş, sağ üst kadranda kolik tarzında ağrı, hassasiyet) bulguları ile kendini belli eden bir antitedir. Ultrasonografik değerlendirmede safra kesesi duvarında hafif kalınlaşma ve lümen içerisinde tortiyöz kalıntı şeklinde görüntülenmektedir. Biz safra kesesinde polip ya da çamur nedeniyle akut kolesistit kliniği ile laparaskopik kolesistektomi uygulanan, daha sonra histopatolojik değerlendirmede safra kesesi askariyazisine rastlanan 37 yaşında erkek bir olguyu sunduk.
Keywords: Askariyazis, kolesistit, kolesistektomi
Letter
Selda Bülbül, Ayşegül Alpcan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 537-541
ABSTRACT
Convention on the Rights of the Child (CRC) is the most powerful tool availableto improve thewell-being of children. Civil, economic, social, cultural, and political rights of children all of which covered survival, development, protection, and participation were included in the convention. Though, participation has been the most radical element of the CRC, still children are not regarded as autonomous individuals fully entitled to enjoy their rights. Therefore, proffesionals started to give more interest on participation rights of children. In this article we represented an example of a structural component of participation approaches in a Turkish University which aimed including the youth into social work in the field of childens’ right. The main goal of the given project was to create awareness on Children’s rights among university students and to create adults globally advocating for human rights and the rights of children.
Keywords: Child, Convention on the Rights of Child, well-being of children
ÖZ
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, çocukların refah durumunu iyileştirmek için mevcut en güçlü araçtır. Sözleşmeye çocukların hayatta kalma, gelişme, koruma ve katılımı kapsayan sivil, ekonomik, sosyal, kültürel ve politik hakları dahil edildi. Her ne kadar katılım çocuk hakları sözleşmesinin en radikal unsuru olsa da, hala çocukların haklarından yararlanma hakları olan özerk bireyler olarak görülmemektedir. Bu nedenle profesyoneller, çocukların katılım hakları konusunda daha fazla ilgi duymaya başladı. Bu yazıda, bir Türk Üniversitesinde gençlerin sosyal çalışmalara katılmalarını sağlamayı amaçlayan yaklaşımların yapısal bir bileşenini örnek olarak sunduk. Verilen projenin temel amacı, üniversite öğrencilerinin Çocuk hakları konusunda farkındalığını oluşturmak ve tüm dünyada insan haklarını ve çocukların haklarını savunan yetişkinler oluşturmaktı.
Keywords: Çocuk, Çocuk Hakları Sözleşmesi, çocuk esenliği