Research Article
Mehmet Çınar, Özlem Gün Eryılmaz, Ömer Hamid Yumuşak, Rıfat Taner Aksoy, Hatice Çelik Kansu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 9, Issue 3, pp. 103-107
ABSTRACT
Aim: To evaluate the association between FSH/LH ratio and assisted reproductive techniques treatment outcomes in patients with unexplained infertility.
Material and Method: Sixty six unexplained infertile patient who underwent ovarian stimulation and intrauterine insemination protocol were enrolled this study. Risk factors evaluated were; age, BMI, infertility period, induction period, total gonadotropin dosage, Estradiol level at HCG day, endometrial thickness at HCG day, basal FSH, LH, E2 levels, pregnancy rates and follicle count. Patients divided in two groups whether FSH/LH ratio <2 (group 1, n=42) and ≥2 (group 2, n=24).
Result: The mean age of the study population was 26.71±1.01. There was no statically significant difference between groups in terms of age, BMI, FSH levels and pregnancy rate (p>0.05). Induction period, total gonadotropin dosage, Estradiol level at HCG day, LH, E2 levels and follicle count were statically significant between groups (p<0.05). There was a positive correlation between FSH/LH ratio and total gonadotropin dosage, Estradiol level at HCG day, Estradiol level, induction period and follicle count.
Conclusion: According to our results; increased basal FSH/LH ratio associated with poor ovarian response in ART cycles.
Keywords: Infertility, unexplained infertility, FSH/LH ratio
ÖZ
Amaç: FSH/LH oranının gonadotropin ile yapılan kontrollü ovulasyon indüksiyonu sikluslarının sonuçları üzerindeki etkisini araştırmak.
Gereç ve Yöntem: Çalışmaya kliniğimizde açıklanamayan infertilite tanısı ile takip edilen ve gonadotropin ile kontrollü ovarian hiperstimulasyon, devamında intrauterin inseminasyon (IUI) yapılan 66 hasta dahil edildi. Hastaların yaş, BMI, infertilite süresi, indüksiyon için kullanılan total gonadotropin dozu, HCG günü estradiol (E2) düzeyi, HCG günü endometrium kalınlığı, bazal FSH, LH, E2 düzeyleri, indüksiyon süresi, gebelik oluşumu ve gelişen folikül sayısı gibi demografik ve klinik değişkenleri kaydedildi. Hastalar FSH/LH oranı 2’nin altında olanlar (grup 1, n=42); 2 ve üzerinde olanlar (grup 2, n=24) olacak şekilde iki gruba ayrıldı. Gruplar belirtilen değişkenler açısından istatistiksel olarak karşılaştırıldı.
Bulgular: Çalışmaya dahil edilen 66 hastanın ortalama yaşı 26.71±1.01 idi. Gruplar arasında yaş, BMI, FSH düzeyi, HCG günü bakılan endometrium kalınlığı gebelik sayıları açısından istatistiksel olarak anlamlı fark yoktu (p>0.05). HCG günü bakılan estradiol seviyesi, LH düzeyi, folikül sayısı FSH/LH oranı düşük olan grupta anlamlı yüksek; total gonadotropin dozu, bazal estradiol düzeyi, indüksiyon süresi ise istatistiksel olarak anlamlı düşük idi (p<0.05). FSH/LH oranı ile HCG günü estradiol düzeyi, total gonadotropin dozu, estradiol düzeyi, indüksiyon süresi ve folikül sayısı arasında pozitif korelasyon vardı.
Sonuç: Çalışmamızın sonuçlarına göre; artmış bazal FSH/LH oranı, açıklanamayan infertilite nedeniyle ovulasyon indüksiyonu yapılan hastalarda kötü over cevabı ile ilişkilidir.
Keywords: İnfertilite, açıklanamayan infertilite, FSH/LH oranı
Research Article
Tuna Demirdal, Pınar Şen, Erkan Yula, Selçuk Kaya, Salih Atakan Nemli, Mustafa Demirci
Ortadogu Tıp Derg, Volume 9, Issue 3, pp. 108-112
ABSTRACT
Aim: Pseudomonas aeruginosa is a non-fermentative Gram-negative bacilli which infections in hospitals have high morbidity and mortality rates. The aim of this study is to determine the antimicrobial susceptibility profiles of P.aeruginosa strains isolated in Izmir Katip Celebi University Ataturk Training and Research Hospital between January 2011 and October 2015.
Materials and Methods: In our hospital, between January 2011- October 2015, 1056 P.aeruginosa strains isolated from various clinical specimens of patients who have been in intensive care units were included in the study. The strains were isolated and identified by the BD Phoenix™ Automated Microbiology System (Becton-Dickinson, USA) system. Antibiotic susceptibilities were established by disk diffusion and were evaluated according to the Clinical Laboratory Standards Institute (CLSI) criteria in 2011-2014 and EUCAST criteria in 2015.
Results: The highest antibiotic resistance rates were found for cefoperazone/sulbactam, aztreonam, ceftazidime, piperacillin/ tazobactam and cefepime.
Conclusion: In our hospital, resistance rates of P. aeruginosa strains isolated from intensive care unit were higher consistent with data reported in our country. The results of this study will help the establishment of more appropriate treatment protocols against P.aeruginosa infections and will aid in preventing the development of a high number of resistant strains.
Keywords: Pseudomonas aeruginosa, antimicrobial susceptibility, intensive care unit
ÖZ
Amaç: Pseudomonas cinsi bakteriler doğada yaygın olarak bulunan, fırsatçı enfeksiyonlar ve hastane enfeksiyonlarına yol açan non-fermantatif Gram negatif basillerdir. Hastanelerde özellikle yoğun bakımlarda izole edilen bu etken mekanik ventilatöre bağlı, kemoterapi ve antibiyotik tedavisi alan bağışıklık sistemi baskılanmış hastalarda önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Bu çalışmanın amacı yoğun bakım ünitelerinden izole edilen Pseudomonas aeruginosa suşlarında antibiyotik duyarlılık profilinin belirlenmesidir.
Yöntem: Ocak 2011 – Ekim 2015 tarihleri arasında hastanemizde yoğun bakım ünitelerinde izlenmiş olan hastaların çeşitli klinik örneklerinden izole edilen toplam 1056 P.aeruginosa suşu çalışmaya dahil edildi. Suşların tanımlaması ve antibiyogram profili BD Phoenix™ Automated Microbiology System (Becton-Dickinson, Amerika) cihazı kullanılarak 2011-2014 yılları arasında CLSI, 2015 yılında EUCAST önerileri doğrultusunda gerçekleştirildi.
Bulgular: İzolatlarda en yüksek direnç görülen antibiyotikler sırasıyla sefaperazon-sulbaktam, aztreonam, seftazidim, piperasilin-tazobaktam ve sefepim olarak bulundu. Kolistin, amikasin, moksifloksasin, netilmisin ise en duyarlı bulunun antibiyotikler olarak saptandı.
Sonuç: Hastanemizde yoğun bakımlardan izole edilen P.aeruginosa suşlarında direnç oranları ülkemizden bildirilen verilerle uyumlu olarak yüksek bulundu. Her merkezin kendi etken ve antibiyotik duyarlılıklarını takip etmesi; ampirik tedavide yoğun bakım ünitelerinin florasına uygun antibiyotik kombinasyonları seçilmesine, geniş spektrumlu antibiyotiklerin yaygın kullanımının kısıtlanması suretiyle dirençli mikroorganizmaların azaltılmasına katkı sağlayacaktır.
Keywords: Pseudomonas aeruginosa, antimikrobiyal duyarlılık, yoğun bakım
Research Article
Pınar Şen, Erkan Yula, Hakan Er, Serdar Güngör, Rahim Özdemir, Nurten Baran, Tuna Demirdal, Mustafa Demirci
Ortadogu Tıp Derg, Volume 9, Issue 3, pp. 113-117
ABSTRACT
Aim: Stenotrophomonas maltophilia (S. maltophilia) is a multi-drug resistant non-fermentative Gram negative bacilli that causes opportunistic infections especially in hospitalized patients. S. maltophilia strains show a high level of resistance to routinely tested antibiotics such as penicillins, cephalosporins, aminoglycosides, quinolones and carbapenems therefore the treatment of this strains is quite difficult. The aim of this study to determine the resistance patterns of S. maltophilia strains isolated from various clinical specimens during a six year period.
Materials and methods: The antimicrobial resistance patterns and distribution of 202 S. maltophilia strains isolated from services and outpatients during a period of six years (2010-2015) were analyzed retrospectively. Identification and antimicrobial susceptibilities of the isolates were determined by conventional methods and BD Phoenix 100 (Becton-Dickinson, USA) automated systems. Antibiotic susceptibilities were established by disk diffusion and were evaluated according to the CLSI criteria in 2011-2014 and EUCAST criteria in 2015.
Results: A total of 202 strains were isolated from services (62.4%), intensive care units (28.7%) and outpatient clinics (8.9%). 122 patients (60.4%) were male and 80 (39.6%) of them were female. Respiratory tract specimens (n=69) were the most common specimens that S. maltophilia strains were isolated. These strains were found most resistant to meropenem (92.8%) and most sensitive to trimethoprim-sulfamethoxazole (1%).
Conclusion: Our resistance rates in S. maltophilia strains were found lower for trimethoprim-sulfamethoxazole, relatively higher for levofloxacin and ciprofloxacin and similar to the other antibiotics compared with the rate in our country. Antimicrobial resistance rates of S. maltophilia strains vary among centers. We believe that it is important to determine their resistance rate of each center for deciding empirical antibiotherapy.
Keywords: Stenotrophomonas maltophilia, antibiotic, resistance
ÖZ
Amaç: Stenotrophomonas maltophilia, (S. maltophilia ) özellikle hastanede uzun süre izlenen hastalarda fırsatçı enfeksiyonlara neden olan çoklu ilaca dirençli non-fermentatif Gram negatif basildir. Klinik örneklerden izole edilen S. maltophilia suşları rutinde test edilen penisilin, sefalosporin, aminoglikozid, kinolon, karbapenem gibi antibiyotiklere yüksek düzeyde çoğul direnç göstermekte, bu nedenle tedavisi oldukça zor olmaktadır. Çalışmamızda hastanemizde çeşitli klinik örneklerden izole edilmiş olan S. maltophilia suşlarının direnç profilini belirlemeyi amaçladık.
Yöntem: Çalışmamızda altı yıllık dönemde servis ve polikliniğe başvuran hastalardan izole edilmiş 202 S. maltophilia suşunun dağılımı ve antibiyotik duyarlılığı retrospektif olarak incelenmiştir. Antibiyotik duyarlılıkları ve suş tanımlama konvansiyonel yöntemler ve BD Phoenix 100 otomatize sistemi (Becton-Dickinson, ABD) kullanılarak belirlenmiştir. Antibiyotik duyarlılığını belirlemede zon çapları 2010-2014 tarihleri arasında CLSI, 2015 yılında EUCAST kriterleri doğrultusunda değerlendirilmiştir.
Bulgular: Toplam 202 suşun 126 (%62.4)’sı servisten, 58 (%28.7)’i yoğun bakım ünitesinden ve 18 (%8.9)’i poliklinikten takip edilen hastalardan izole edildi. Bu hastaların 122 (%60.4)’ si erkek, 80 (%39.6)’i kadın hastalardan oluşmaktaydı. Bu suşlar en sık solunum yolu örneklerinden (n=69) izole edilmiştir. Bu suşların en duyarlı olduğu antibiyotik %1 (2/193) direnç oranı ile trimetoprim-sulfametoksazol olarak belirlenmiştir.
Sonuç: S. maltophilia suşlarında direnç oranlarımız ülkemizde bildirilen oranlarla kıyaslandığında trimetoprim-sulfametoksazol düşük, levofloksasin ve siprofloksasinde kısmen yüksek, diğer antibiyotiklerde benzer olduğu bulunmuştur. Direnç oranları merkezler arasında farklılık gösterebildiğinden; her merkezin kendi direnç oranlarını belirlemesi, hangi hastada stenotrophomonas enfeksiyonunun düşünülmesi gerektiğinin bilinmesi gibi oldukça önemlidir.
Keywords: Stenotrophomonas maltophilia, antibiyotik, direnç
Research Article
Sibel Mutlu, Ali Ramazan Benli
Ortadogu Tıp Derg, Volume 9, Issue 3, pp. 118-122
ABSTRACT
Introduction: The purpose of this study is to determine the effect of estimated fetal weight before cesarean section to cesarean incision lenght.
Material Method: This prospective study has been carried out between 2014 and 2016 in a private hospital. 238 pregnant women who had cesarean between 38th and 40th gestational weeks have been included in this study. All of the gestational ages were calculated after last mestual date and confirmed at first trimester via ultrasonography. Patients were randomized in tho groups. First group evaluated with abdominal ultrasonography before cesarean, and estimated fetal weight calculated. Other group didn’t get estimated fetal weight calculated. In our study, we compared cesarean incision lenghts, preoperative and postoperative heamogram differences, visual analog scale (VAS) scores, mobilization times and hospitalization times between groups.
Findings: We found statistically significant (p<0.001) difference between incision lenght. It was longer in second group. VAS scores were statistically significantly (p<0.001) higher in second group. There were no statistically significant difference at preoperative and postoperative heamogram differences, mobilization times and hospitalization times between groups.
Conclusion: Cesarean incisions are shorter if preoperative estimated fetal weight is calculated. Additionally cosmetic patient satisfaction is increased and postoperative pain is lowered.
Keywords: Visual analog scale, cesarean, estimated fetal weight, incision lenght
ÖZ
Giriş: Bu çalışmanın amacı sezeryan öncesi bakılan tahmini fetal ağırlığın(TFA), sezeryan insizyon uzunluklarına olan etkisinin araştırılmasıdır.
Materyal Metod: Bu prospektif çalışma 2014-2016 yılları arasında özel bir hastanede gerçekleştirildi. Çalışmaya sezeryan ile doğum yapan 380/7-406/7 hafta arasında toplam 238 gebe dahil edildi. Tüm gebelerde gestasyonel yaş, son adet tarihinden itibaren hesaplandı ve ilk trimester ultrasonografileri ile doğrulandı. Hastalar iki gruba randomize edildi. Birinci grup sezeryandan önce abdominal ultrasonografi ile değerlendirildi ve tahmini fetal ağırlık (TFA) ölçümü yapıldı. İkinci gruba sezeryan öncesi TFA ölçümü yapılmadı. Çalışmamızda her 2 gruptaki sezeryan insizyon uzunlukları, preoperatif ve postoperatif hemogram farkı, vizuel analog skala (VAS) skoru, hastanede kalış süreleri ve mobilizasyon süreleri karşılaştırıldı.
Bulgular: Çalışmamızda 1.gruptaki hastalardaki insizyon uzunluğu ortalaması; 14,755±0.864 iken VAS ortalaması 50,200±9,462 bulundu. 2. Gruptaki hastalarda insizyon uzunluğu ortalaması 15,925±0,5839 iken VAS ortalaması 59,890±6,1280 bulunmuştur. Birinci grupta ki hastalar ile 2. gruptaki hastaların insizyon uzunluğu ortalamaları arasındaki fark istatistiksel olarak anlamlı bulundu (p<0.001). İkinci grubun insizyon uzunlukları birinci gruba kıyasla daha fazla idi. VAS ortalamaları 2. Grupta anlamlı olarak daha yüksekti (p< 0.001). Preoperatif-postoperatif hemoglobin farkı, mobilizasyon süreleri ve hastanede kalış süreleri bakımından 1.grup ile 2. grup arasında istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı.
Sonuç: Sezeryan öncesi yapılan ultrasonografide TFA belirlenmesi ile sezeryan insizyonları daha küçük olmaktadır. Kozmetik açıdan hasta memnuniyetinin artması ve postoperatif ağrı skorlarının daha az olması da ek avantaj olarak bulunmuştur.
Keywords: Tahmini fetal ağırlık, vizuel anolog skalası, sezeryan, insizyon uzunluğu
Research Article
Bekir Uçan, Muhammed Erkam Sencar, Muhammed Kızılgül, Mustafa Özbek, İlknur Öztürk Ünsal, Erman Çakal
Ortadogu Tıp Derg, Volume 9, Issue 3, pp. 123-126
ABSTRACT
Aim: There is no consensus regarding the recommended surgical approach in the treatment of micropapillary thyroid carcinoma (MTC) or whether additional treatment with radioactive iodine is necessary or not. The aim of this study was to investigate the surgical findings and pathological results of micropapillary thyroid cancer with tumor size of ≤5 mm or >5 mm and also in the presence of unifocal or multifocality.
Material and Method: We enrolled 209 patients with MTC who underwent surgery at the Diskapi Training and Research Hospital between 2008 and 2012, in a retrospective study design. We divided patients into two groups according to whether tumor size of ≤5 mm or >5 mm and also categorized based on the presence of unifocal or multifocality.
Results: One hundred and three patients (13 male, 90 female) with tumor size of ≤5 mm were categorized as group 1 and 106 patients (12 male, 94 female) with tumor size of >5 mm were categorized as group 2. Central lymph node dissection was more often performed in group 2 ( 40 (43.5%) to 20 (22.2%), p:0.002). Capsule invasion were identified in 6 (6%) of the patients in group 1 and in 20 (19.4%) of the patients in group 2 (p = 0.004). There was no statistically significant difference between the two groups regarding the presence of multifocality (24 (%23.8) patients in group 1 and 33 (%32) patients in group 2; p=0.18). Lymph node metastasis was more common in group 2 when compared to group 1 (4 (%4) to 13 (%12.6), p=0.027). Five patients (5%) with microscopically positive surgical margins were found group 2 however, none of the patients in group 1 had microscopically positive surgical margins (p:0.025).
Conclusion: Although all tumors lower than 1cm categorized as micropapillary cancer, the recurrence of the disease is more common in the presence of tumor greater than 5mm or multifocal tumor regardless of size.
Keywords: Micropapillary thyroid cancer, tumor size, prognosis
ÖZ
Amaç: Mikropapiller kanserlere önerilen cerrahi şekli veya radyoaktif iyot (RAİ) verilip verilmemesi konusunda görüş birliği yoktur. Bu çalışmadaki amaç, mikropapiller tiroid kanserlerinde, tümör çapı ≤5 mm veya>5 mm olanlarda, ayrıca tek odak ve çok odak varlığında öncelikle cerrahi bulguların ve patoloji sonuçlarının dökümante edilmesidir.
Gereç ve yöntem: 2008-2012 yılları arasında Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi Endokrinoloji polikliğine başvuran toplam 209 mikropapiller tiroid kanserli hasta retrospektif olarak taranıp çalışmaya dahil edildi. Hastalar öncelikle tümör çapı ≤5 mm ve >5 mm olacak şekilde gruplandırıldı, ayrıca tümörün tek odak ya da çoklu odak oluşuna göre de sınıflandırıldı.
Bulgular: 209 hastadan 103 (13 erkek, 90 kadın) hastada tümör çapı ≤5 mm olup grup 1, 106 (12 erkek, 94 kadın) hastada tümör çapı >5 mm olup grup 2 olarak sınıflandırıldı. Grup 1 için 20 (%22.2) hastada santral lenf nodu diseksiyonu yapılırken, grup 2 için bu sayı 40 (%43.5) hastaydı (p=0.002). Kapsül invazyonu grup 1’de 6 (%6) hastada, grup 2’de 20 (%19.4) hastada tespit edildi (p=0.004). Çoklu odak varlığı açısından gruplar arasında anlamlı farklıklık saptanmadı (grup 1’de 24 (%23.8), grup 2’de 33(%32); p=0.18). Lenf nodu metastazı grup 1’de 4 (%4) hastada, grup 2’de 13 (%12.6) hastada mevcut olup iki grup arasında anlamlı farklılık mevcuttu (p=0.027). Grup 1’de hiçbir hastada cerrahi sınırda tümör tespit edilmemişken, grup 2’de 5 (%5.1) hastada cerrahi sınırda tümör tespit edildi (p=0.025)
Sonuç: Operasyon ve patoloji sonuçları değerlendirildiğinde 1 cm’nin altındaki tümörler her ne kadar mikropapiller kanserler başlığı altında tek olarak değerlendirilse de,tümör boyutunun 5 mm’nin üzerinde olmasi veya tümör boyutundan bağımsız olarak multifokal tümör varlığında daha sık rekürrens görülmektedir.
Keywords: Mikropapiller tiroid kanseri, tümör boyutu, prognoz
Review
Mustafa Öztürk, Aykut Kahveci
Ortadogu Tıp Derg, Volume 9, Issue 3, pp. 127-133
ABSTRACT
Bone defects; Tumor surgery, cyst enucleations, infections, congenital and developmental malformations, trauma, cyst enucleations. Techniques such as various graft materials, distraction and directed tissue regeneration are applied to repair bone defects.In particular, the length of the healing period of bone defects, which are increasing in size, and the difficulty of a complete aesthetic and functional repair of these defects, have prompted researchers to search for new materials in order to accelerate this process and increase the effectiveness of applied techniques. This review study will discuss the effects of hyaluronic acid on bone healing and the effectiveness of animal experiments with hyaluronic acid.
Keywords: Hyaluronic acid, bone healing
ÖZ
Kemik defektleri; tümör cerrahisi, kist enükleasyonları, enfeksiyonlar, konjenital ve gelişimsel malformasyonlar, travma, kist enükleasyonları gibi çeşitli nedenlerle oluşabilmektedir. Kemik defektlerinin onarımında çeşitli greft materyalleri, distraksiyon ve yönlendirilmiş doku rejenerasyonu gibi teknikler uygulanmaktadır. Özellikle boyutları artan kemik defektlerinin iyileşme süresinin uzun olması, bu defektlerde estetik ve fonksiyonel olarak tam bir onarımın zorluğu araştırmacıları bu süreci hızlandırmak ve uygulanan tekniklerin etkinliğini arttırmak için yeni materyal arayışlarına yönlendirmiştir. Bu derleme çalışmasında, hyaluronik asitin kemik iyileşmesine olan etkilerinden ve hyaluronik asitle yapılan hayvan deney çalışmalarındaki etkinliğinden bahsedilecektir.
Keywords: Hyaluronik asit, kemik iyileşmesi
Case Report
Hatice Kaplanoğlu, Özdemir Meriç Tüzün, Veysel Kaplanoglu, Alper Dilli, Baki Hekimoglu
Ortadogu Tıp Derg, Volume 9, Issue 3, pp. 134-136
ABSTRACT
A 15 year old patient presented with a two year old mass on her right malar area that started growing in the last few months. On physical exam, subcutaneous, solid, non-tender, mobile mass was palpated. On ultrasonography; in the subcutaneous fat tissue of the right malar area a hypoechoic solid mass with lobulated contours and microcalcifications, was seen. On magnetic resonance imaging; identified the characteristics of the mass enhancement. The group performed with magnetic resonance imaging enhancement features were identified.Excisional biopsy was performed and diagnosed as solitary fibrous tumor.
Keywords: Malar area, solitary fibrous tumor, magnetic resonance imaging
ÖZ
Sağ yanağında iki yıldır ağrısız kitlesi olan 15 yaşında kadın hasta, kitle boyutlarında son aylarda artış şikâyeti ile başvurdu. Fizik muayenede sağ yanakta, cilt altında sert, hareketli hassas olmayan kitle palpe edildi. Olgunun yüzünde hissizlik veya fasyal paralizi yoktu. Ultrasonografi incelemesinde; sağ yanakta cilt altı yağ dokuda, içerisinde mikrokalsifikasyonların izlendiği, lobüle konturlu, hipoekoik solid kitle lezyonu saptandı. Yapılan Manyetik rezönans görüntüleme ile kitlenin kontrastlanma özellikleri tanımlandı. Olguya eksizyonel biyopsi yapılarak soliter fibröz tümör tanısı patolojik olarak doğrulandı.
Keywords: Malar bölge, soliter fibröz tümör, magnetik rezonans görüntüleme
Case Report
Muharrem Bayrak, Kenan Çadırcı, Ayşe Çarlıoğlu Çarlıoğlu, Hakan Sevimli, Şenay Durmaz
Ortadogu Tıp Derg, Volume 9, Issue 3, pp. 137-140
ABSTRACT
Hypocalciuric familial hypercalcemia is a benign disease caused by mutations in the calcium-sensitive receptors, with modareta hypercalcemia and of calcium excretion in the urine leading to less. Six patients was evaluated in our internal medicine policlinic with clinic and biochemistyr parameters between 2010 January and 2015 June. Our cases were six patients including four vomen between 21 and 86 old. We evaluated in our policinic five cases childs and one cases parents. The results of evaluation of the patients were thought to be familial hypocalciüric hypercalcemia because of moderate hypercalcemia, borderline high parathormone levels and marked impairment of urinary calcium excretion. The diagnosis was confirme exclusion of other causes of hypercalcemia and the childrens of five patients and mother of one patients detected in calcium metabolism in the laboratory findings are similar to.
Keywords: Familial hypocalciuric hypercalcemia, hypercalcemia
ÖZ
Ailesel hipokalsiürik hiperkalsemi, ılımlı hiperkalsemi, idrarda kalsiyum atılımının az olması ile giden ve kalsiyum duyarlı reseptörlerde mutasyonlardan kaynaklanan benign bir hastalıktır. 2010 Ocak ile 2015 Haziran ayları arasında İç hastalıkları polikliniğimize başvuran altı hasta klinik ve biyokimyasal paremetrelerle değerlendirilmiştir. Olgularımız, 21 ile 86 yaş arasında, dördü kadın olmak üzere toplam altı hasta idi. Beş olgumuzun çocukları ve bir olgumuzun ebeveynleri poliklinik ortamında değerlendirildi. Olguların değerlendirmesinde ılımlı hiperkalsemi, sınırda yüksek parathormon düzeyleri ve idrarla günlük kalsiyum atılımının belirgin düşüklüğü nedeniyle ailesel hipokalsiürik hiperkalsemi olabileceği düşünüldü. Beş erişkin hastanın çocuklarında ve bir genç hastamızın da annesinde kalsiyum metabolizmasında benzer laboratuvar bulguları saptanması ve hiperkalsemi yapan diğer nedenlerin dışlanması üzerine tanı doğrulandı.
Keywords: Ailesel hipokalsiürik hiperkalsemi, hiperkalsemi
Case Report
Taliha Karakök, Neşe Demirci, Salih Cesur, Cemal Bulut, Çiğdem Ataman Hatipoğlu, Sami Kınıklı, Ali Pekcan Demiröz
Ortadogu Tıp Derg, Volume 9, Issue 3, pp. 141-145
ABSTRACT
Hantaviruses, a genus of the Bunyavirus family, are enveloped viruses with a genome that consists of RNA segments. The genus has several subtypes causing infection in different regions. Rodents such as rats are the natural reservoir for hantaviruses. People can become infected with these viruses after exposure to aerosolized urine, droppings, saliva of infected rodents or food contamineted with these infectious materials. Infected rodent bites of a person is another tranmission way. Individuals who work with live rodentslike farmers, long, shoremen, foresters have high risk of infection. Here, we report a 33 year-oldmale farmer who lived in a willage of Kastamonu and did not have any history of direct contact with a rodent. The infection of ourpatient was characterized by mild deteriation in kidney function tests. Indifferential diagnosis, it is thought that Crimean-Congo haemorrhagic fever and leptospirosis may also be the causes of thrombocytopenia, elevations in liver enzymes, abnormal kidney function test results of the case. Hantavirus renal syndrom diagnosis was confirmed by hantavirus IgM and IgG positivity with ELISA and abnormal laboratory tests improved after symptomatic treatment.
Consequently, hantavirus infections should be thought twhen symtoms and laboratory tests are compatible with infection for patients in living endemic areas even if no history of rodent contact and spesific tests for final diagnosis must be performed.
Keywords: Hantavirus, haemorrhagic fever, renal syndrom, clinical course
ÖZ
Hantavirüs ülkemizde bazı bölgelerde görülebilen zoonotik bir infeksiyondur. Hantavirüs Bunyaviridae ailesinde yer alan segmenter yapıda RNA virüsüdür ve hantavirüsün coğrafi olarak farklı dağılım gösteren çok sayıda alt tipi bulunmaktadır.
Hantavirusların doğadaki başlıca rezervuarı fare ve sıçan gibi çeşitli kemirgenlerdir. Virus bu kemiricilerin idrar veya dışkısıyla çevreye atılır. İnsanlara bulaşma gıdalara bulaşmış virusun ağız yoluyla alınması veya çevreye bulaşmış virüs içeren tozların solunum yoluyla alınmasıyla olur. Virüsü taşıyan kemirgenin insanı ısırması sonucu da hastalık bulaşabilmektedir. Kemirgenle temas olasılığı yüksek olan çiftçiler, hayvancılıkla uğraşanlar, liman işçileri gibi meslek grupları infeksiyon açısından risk grubunda yer alır. Bu yazıda Kastamonu ilinde hayvancılık ve ormancılıkla uğraşan, kemirgen teması olmayan 33 yaşında erkek olguda böbrek fonksiyon testlerinde hafif bozuklukla seyreden hantavirüs infeksiyonunu bildirilmiştir. Olguda trombositopeni, transaminaz testlerinde yükseklik, böbrek fonksiyon testlerinde bozulma, proteinüri olması nedeniyle başlangıç ayırıcı tanıda Kırım Kongo kanamalı ateşi ve leptospiroz düşünülmüştür. Olgunun tanısı ELISA testiyle hantavirüs IgM ve IgG pozitif saptanması ile konmuş, başlangıçta yüksek olan kreatin değerleri ve transaminaz değerleri semptomatik tedavi sonrasında normal değerlerine gelmiş, proteinürisi ve trombositopenisi de düzelmiştir.
Sonuç olarak, hantavirüs infeksiyonunun endemik olduğu bölgelerden gelen, hantavirüs renal sendromla uyumlu klinik ve laboratuvar bulguları olan olgularda kemirgen teması öyküsü olmasa bile hantavirüs infeksiyonu akla gelmeli ve tanıya yönelik testler istenmelidir.
Keywords: Hantavirus, hemorajik ateş, renal sendrom, klinik seyir
Case Report
Kenan Çadırcı, Ahmet Yalçın
Ortadogu Tıp Derg, Volume 9, Issue 3, pp. 146-149
ABSTRACT
Portal vein thrombosis is one of the causes of portal hypertension. Portal vein thrombosis can be a cause slowly and well tolerance, and severely and mortal. Thrombophilia, forming tendency of thrombosis is a term that describes situations. Thrombophilia is not a very common phenomenon and has acquired or congenital causes. Inherited thrombophilic abnormalities may have a role in the development of portal vein thrombosis. These include the Factor V Leiden and prothrombin 20210A mutation, protein S, C, and antithrombin 3 deficiency is the most common and known thrombophilic patients are questioned as to why the most common etiological factor. In this case presentation, we report a 37 year old woman patient with portal vein thrombosis and to apply our clinic with liver cirrhosis that outcome MTHFR homozygous gene mutation.
Keywords: Portal vein, Hereditary Thrombophilia, thrombosis
ÖZ
Portal ven trombusu; portal hipertansiyonun sebeplerinden bir tanesidir. Portal venin tıkanması, yavaş ve iyi tolere edilebilen bir durum olabileceği gibi, şiddetli ve potansiyel olarak ölümcül bir durumda olabilir. Trombofili, tromboza eğilim oluşturan durumları tanımlayan bir terimdir. Trombofili çok yaygın bir fenomen değildir ve edinsel ve konjenital sebepleri vardır. Kalıtımsal trombofilik anormallikler, portal ven trombusu gelişiminde rol oynarlar. Bunlar arasında Faktör V Leiden mutasyonu, Protrombin 20210A mutasyonu, protein S ve C eksiklikleri ve antitrombin 3 eksikliği en sık bilinen ve trombofilik hastalarda en sık etiyolojik faktör olarak sorgulanan faktörlerdir. Bu olgu sunumu ile portal ven trombusu bulunan ve karaciğer sirozu ile kliniğimize başvuran, etiyolojik araştırmalar neticesinde MTHFR geni homozigot mutasyonu tespit edilen 37 yaşındaki bayan hastayı sunmayı amaçladık.
Keywords: Portal ven, Kalıtsal trombofili, Tromboz