Case Report
Mehmet Uysal
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 275-278
ABSTRACT
Intraabdominal cysts and pseudocysts are unusual lesions. Mesenteric cysts in the pediatric age group are more common in boys [62.5%] and most cases are under 10 years of age. Mesenteric cysts are often asymptomatic. Mesenteric cysts rarely recur after removal and patients have a good prognosis. The most common surgical procedure in treatment is excision during laparotomy. We present the surgical method that we apply to the unusual case of ileum mesenteric cyst, which constitutes the clinical picture of the acute abdomen in an 11 years old boy, in the light of the literature.
Keywords: pseudocyst, children, ileum
ÖZ
Karın içi kistler ve psödokistler nadir lezyonlardır. Pediatrik yaş grubundaki mezenterik kistler erkeklerde [%62,5] daha sık görülür ve çoğu vaka 10 yaşından küçüktür. Mezenterik kistler sıklıkla asemptomatiktir. Çıkarıldıktan sonra mezenterik kistler nadiren tekrarlar ve hastalar iyi bir prognoza sahiptir. Tedavide en sık uygulanan cerrahi işlem laparotomi sırasında eksizyondur. 11 yaşındaki erkek çocuğunda akut karın klinik tablosunu oluşturan nadir görülen ileum mezenter kist olgusuna uyguladığımız cerrahi yöntemi literatür eşliğinde sunuyoruz.
Keywords: psödokist, çocuklar, ileum
Research Article
Şükrü Güngör, Can Acıpayam, Elif Çelik
Ortadogu Tıp Derg, Volume 12, Issue 2, pp. 233-240
ABSTRACT
Objective: Infant feeding pattern in the first 1000 days period has significant effect on the growth and development of child. We aimed to investigate the effects of breastfeeding duration and feeding habits on malnutrition.
Material and Methods: Patients who were consecutively admitted to the pediatric gastroenterology and pediatric outpatient clinics were included in the study. 250 patients with primary malnutrition and 250 patients without malnutrition were asked to complete questionnaire questioning breast milk intake times and feeding habits.
Results: The mean age of the patients with malnutrition was 19.77 ± 9.90 months and 20.584 ± 10.971 months for patients without malnutrition. There was no statistically significant difference between the two groups in terms of age and sex (P = 0.385, P = 0.140, respectively). Only breastfeeding time and total breastfeeding time were significantly lower in malnourished patients (P = <0.001, P = 0.001, respectively). For malnutrition development, we found the minimum cut-off point of breastfeeding time to be ≤ 4.5 months (sensitivity 72%, specificity 54% P = 0.001). We also found that the father was significantly less involved in feeding the baby in the malnutrition group (P = <0.001). We found that the rate of non-self-feeding was higher in malnourished group in children over two years of age (P = <0.001). We found that the age of transition to finger food was higher in the malnutrition group (P = 0.002). We found that the duration of the meal was longer in malnutrition group (P <0.001).
Conclusion: Our study shows that the duration of breastfeeding and feeding habits affect malnutrition development.
Keywords: breast milk, feeding habits, child, malnutrition
ÖZ
Giriş-Amaç: İlk 1000 günlük periyotta bebek beslenmesi paterni çocuğun büyüme ve gelişiminde önemli bir etkiye sahiptir. Anne sütü kullanım süresi ile beslenme alışkanlıklarının malnütrisyon gelişimi üzerindeki etkisini araştırmayı amaçladık.
Gereç ve Yöntem: Çocuk Gastroenteroloji ve Genel Pediatri polikliniklerine ardışık başvuran 9 ay-5 yaş aralığındaki 250 primer malnütrisyonlu ve 250 malnütrisyonsuz hastalara anne sütü alım sürelerini ve beslenme alışkanlıklarını sorgulayan bir anket formu doldurtuldu.
Bulgular: Çalışmaya katılan malnütrisyonlu hastaların yaş ortalaması 19,77±9,90 ay, malnütrisyonu olmayan hastaların ise 20,584±10,971 ay idi. Yaş ve cinsiyet açısından iki grup arasında istatiksel olarak anlamlı fark yoktu (sırasıyla P=0,385, P=0,140). Sadece anne sütü alma süresi ile toplam anne sütü alma süresi malnütrisyonlu hasta grubunda anlamlı olarak daha düşük idi (sırasıyla P=<0,001, P=0,001). Malnütrisyon gelişimi için sadece anne sütü ile beslenme süresinin minumum kesim noktasını ≤ 4,5 ay bulduk (duyarlığı %72, özgüllüğü %54 P=0,001). Aynı zamanda malnütrisyonlu grupta bebek beslenmesine babanın anlamlı olarak daha az iştirak ettiğini gördük (P=<0,001). İki yaş üzerinde olan çocuklarda kendi kendini beslemesine izin verilmeme oranının malnütrisyonlu grupta daha yüksek olduğunu gördük (P=<0,001). Parmak besinlere geçme yaşının malnütrisyonlu grupta daha yüksek olduğunu gördük (P=0,002). Öğününü bitirme süresinin malnütrisyonlu grupta daha uzun olduğunu gördük (P<0,001). Malnütrisyonlu grupta yaşına uygun olmayan besleme sıklığının daha fazla olduğunu gördük (P<0,001).
Sonuç: Çalışmamız anne sütü alım süresi ve beslenme alışkanlıklarının malnütrisyon gelişimine etki ettiğini göstermektedir.
Keywords: anne sütü, beslenme alışkanlıkları, çocuk, yetersiz beslenme
Research Article
Halil Kocamaz
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 542-547
ABSTRACT
Vitamin D deficiency is common in gastrointestinal system disorders for various reasons. We aimed to evaluate Vitamin D levels of children who suffer from gastrointestinal system disorders and to identify disease which leads to Vitamin D deficiency commonly. The data and files of children on follow-up at least for 3 months on pediatric gastroenterology outpatient clinic were retrospectively screened between March 2015 and December 2016. Totally 294 patients were included to the study. 138 (47%) were male and 156 (53%) were female of patients. Mean age of patients was 80.04 ± 65.24 (1-225) months. Thirty one (10%) patients had Vitamin D deficiency (<12 ng/ml) and 57 (20%) patients had Vitamin D insufficiency (12-20 ng/ml). Vitamin D deficiency and insufficiency was mostly found in winter season (18% and 29% respectively) and was mostly seen in children with Inflammatory bowel disease, Gastroesophageal reflux disease and Celiac disease. According to the age groups vitamin D deficiency was lower in adolescent age group. In conclusion we emphasized that it would be logical to determine vitamin D levels in adolescent patients and for children with Inflammatory bowel disease, celiac disease and gastroesophageal reflux disease in pediatric gastroenterology outpatient clinic.
Keywords: child, gastroenterology, vitamin D
ÖZ
Gastrointestinal sistem hastalıklarında D vitamini eksikliğine farklı nedenlerle sık rastlanmaktadır. Bu çalışmanın amacı gastrointestinal sistemi ilgilendiren hastalıkları olan çocukların D vitamini düzeylerini incelemek ve D vitamini izlemi gerektiren hastalık gruplarını belirlemektir. Mart 2015–Aralık 2016 tarihlerinde Çocuk Gastroenterolojisi polikliniğinde en az 3 aydır izlenen ve D vitamini düzeyi belirlenen hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Çalışmaya toplam 294 hasta dâhil edildi. Hastaların 138’i (%47) erkek, 156’sı (%53) kız idi. Hastaların ortalama yaşı 80,04 ± 65,24 (1-225) ay idi. Otuz bir hastada (%10) D vitamini eksikliği (<12 ng/ml) ve 57 hastada (%20) D vitamini yetersizliği (12-20 ng/ml) tespit edildi. D vitamini eksikliği ve yetersizliği en fazla kış mevsiminde (sırasıyla %18 ve %29) yapılan analizlerde tespit edildi. D vitamini eksikliği ve yetersizliği en sık inflamatuvar bağırsak hastalığı, Gastroözofageal reflü hastalığı ve Çölyak hastalığı olan hastalarda tespit edildi. Yaş gruplarına göre en düşük D vitamini düzeyleri adolesan yaştaki hastalarda izlendi. Sonuç olarak çocuk gastroenterolojisi polikliniğinde adolesan yaştaki hastalar ile inflamatuvar bağırsak, çölyak ve gastroözofageal reflü hastalığı olan çocukların D vitamini eksikliği açısından izlenmesinin yararlı olacağı kanısına varıldı.
Keywords: çocuk, gastroenteroloji, vitamin D
Research Article
Mahmut Aslan, Serkan Kırık, Bilge Özgör, Neslihan Aslan, Serdal Güngör
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 509-516
ABSTRACT
Introduction: Brain death is defined as a status of apnea, coma and the absence of brainstem reflexes, in addition to the presence of electrocerebral silence (ECS) on an electroencephalography (EEG). Trauma and anoxic encephalopathy are the most common causes of brain death in children, with incidences of brain death reported to vary between 0.65–1.2 percent. A diagnosis of brain death can be made based on a detailed anamnesis, physical examination findings and supportive test results. When pediatric patients are being evaluated by EEG, they should also be assessed in terms of medications, metabolic encephalopathy, hypothermia, electrolyte imbalance and acid-base imbalance.
Patients and Methods: The present study included patients who suffered brain death during hospitalization in the pediatric intensive care unit of Inonu University Turgut Ozal Medical Center between 2010 and 2017. The medical files of the patients were reviewed retrospectively. All patients included in the study underwent an EEG and an apnea test was performed on all patients. The cerebral blood flow (CBF) measurement was obtained through a Computerized Tomography Angiography (CTA), and all patients underwent a Magnetic Resonance Angiography (MRA) and a Transcranial Doppler Ultrasonography (TCD).
Results: Of the 20 patients included in the study, nine (45%) were female and 11 (55%) were male, with a mean age of 8.47±5.73 years. Of the total, seven patients presented with fulminant hepatitis, three with trauma, three with sepsis, two with drowning, two with cerebrovaskuler disease (CVD), and one patient each with lymphoma, suicide and electric shock. The families of only two (10%) patients donated the organs of the deceased. Of the 20 patients, four were Syrian, and of which were being monitored with the diagnosis of liver failure. An apnea test was positive in all patients, and in all patients, the EEG findings supported brain death. Imaging methods were carried out to demonstrate the absence of CBF flow in 11 (55%) patients, and diabetes insipidus (DI) developed in nine (45%) of the patients with brain death.
Conclusion: In conclusion, a multidisciplinary approach is required for the diagnosis of brain death. An evaluation of laboratory findings and EEG results together with the findings of a physical examination is important, particularly in centers like our clinics where more than 50 pediatric transplantations are carried out each year. The development of hypernatremia in patients with DI is now an important parameter in the loss of brain function.
Keywords: Brain death, Childhood, EEG
ÖZ
Giriş ve Amaç: Beyin ölümü apne, koma ve beyin sapı reflekslerinin bulunmamasına ek olarak elektroserebral sessiz elektroensefalografi (EEG) bulunması durumudur. Çocuklarda beyin ölümü en sık travma ve anoksik ensefalopati sonucu ortaya çıkar. Beyin ölümü insidansının %0,65 ila %1,2 arasında değiştiğini bildirmiştir. Beyin ölümü tanısı iyi bir anamnez, fizik muayene ve yardımcı testler ile konulur. Pediatrik hastalar EEG açısından değerlendirilirken mutlaka medikasyon, metabolik ensefalopati, hipotermi, elektrolit dengesizliği, asit-baz dengesizliği açısında değerlendirilmelidir.
Hastalar ve Metod: Çalışmamıza 2010-2017 yılları arasında İnönü Üniversitesi Turgut Özal Tıp Merkezi çocuk yoğun bakım ünitesinde beyin ölümü gerçekleşen hastalar alınmıştır. Hastaların dosyaları retrospektif olarak tarandı. Çalışmamıza alınan hastaların tamamına EEG çekildi. Hastalarımızın tamamına apne testi yapıldı. Beyin kan akımı (CSF) akımı ölçümünde bilgisayarlı tomografi anjiyografi (BTA), manyetik rezonans anjiyografi (MRA), transkraniyal doppler ultranografi (TCD) yapıldı.
Sonuçlar: Çalışmamıza alınan 20 hastanın 9’u (%45) kız, 11’i (%55) erkekti. Yaş ortalaması ise 8,47±5,73 yaş idi. Hastalarımızın 7’si fulminan hepatit, 3’ü travma, 3’ü sepsis, 2’si suda boğulma, 2’si SVO tanısı, birer hasta ise lenfoma, suicide, elektrik çarpması ile takip edilmişti. Yirmi hastamızın sadece 2’si (%10) için aile organ bağışında bulunmuştu. Yirmi hastamızın 4’ü Suriyeli idi ve 4 hastanın tamımı da karaciğer yetmezliği ile takip edilmekteydi. Tüm hastaların apne testi pozitifti, hastalarımızın tamamında EEG bulguları beyin ölümünü destekleyici nitelikteydi. Hastalarımızın 11’ine (%55) CSF akımının yokluğunu gösterebilmek adına görüntüleme yöntemleri yapıldı. Beyin ölümü gerçekleşen hastalarımızın 9’unda (%45) DI gelişti.
Sonuç: Sonuç olarak beyin ölümü tanısı multidisipliner yaklaşım gerektirir. Fizik muayenenin yanında laboratuvar bulgularının EEG’nin birlikte değerlendirilmesi özellikle klinğimiz gibi 50’den fazla pediatrik transplantın yapıldığı merkezler açısından önemlidir. Hastalarda hipernatremi ve DI gelişimi beyin fonksiyonlarında kaybın bir göstergesidir.
Keywords: Beyin ölümü, Çocukluk çağı, EEG
Research Article
Halit Halil, Can Demir Karacan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 4, pp. 378-382
ABSTRACT
Aim: Healthy life is sustained by maintaining the balance between oxidative and antioxidant homeostasis in the living organism. During oxidation process free radical products lead to cellular damage and death. It is well known that oxidative stress plays role in the etiology of many diseases. We aimed to study the relationship between oxidative stress and short term fasting by measuring the serum levels of ischemia modified albumin, thiol, and disulphide in pediatrics patients admitted for radiological imaging.
Material and Method: Our study was carried out between April and November 2018. We included children between 6 months and 6 years. Children who were fasting for more than 5 hours were assigned as the study group. Children who were not fasting were assigned as the control group. Serum ischemia modified albumin, thiol and disulfide were calculated using the colorimetric method of Erel’s.
Results: In the study group, the mean± SD serum level of ischemia modified albumin, native thiol, total thiol and disulphide were 0.72± 0.12 ABSU, 559.15± 58.98 μmol/L, 606.83± 61.35 μmol/L and 23.83± 5.58 μmol/L respectively. In the control group, the mean ± SD serum level of ischemia modified albumin, native thiol, total thiol and disulphide were 0.77± 0.15 ABSU, 528.80± 54.45 μmol/L, 580.17± 63.41 μmol/L and 25.68± 8.07 μmol/L respectively. The disulphide /native thiol and disulphide / total thiol ratios were lower in the study group than the controls, but there were no significant differences between the two groups.
Conclusion: Short term fasting does not change serum levels of oxidative stress biomarkers and dose not lead to inbalance in the oxidative stress hemeostasis in pediatric patients.
Keywords: disulphide, fasting, ischemia modified albumin, pediatrics, thiol, oxidative stress
ÖZ
Amaç: Sağlıklı bir yaşamın devam ettirilebilmesi için organizmanın oksidan antioksidan dengesinin korunması gereklidir. Oksidatif stresteki artış sonucunda oluşan serbest radikal türleri hücre zedelenmesine ve hücre ölümüne neden olur. Oksidatif stresin birçok hastalığın etiyolojisinde rolü olduğu bilinmektedir. Bu çalışmanın amacı radyolojik görüntüleme için kısa süre aç bırakılan çocuk hastaların iskemi modifiye albumin, tiyol ve disulfid serum düzeylerini belirleyerek, açlık ile oksidatif stres arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamız Nisan ile Kasım 2018 tarihleri arasında gerçekleştirildi. Yaşları altı ay ile 6 yaş arasında değişen pediatrik hastalar dahil edildi. En az beş saat aç bırakılan pediatrik hastalar çalışma grubu olarak belirlendi, aç olmayan hastalar kontrol grubu olarak kabul edildi. Oksidatif stres parametreleri olarak iskemi modifiye albumin, tiyol ve disülfid serum düzeylerini Erel kalorimetrik yöntemi ile ölçüldü.
Bulgular: En az beş saat aç olan hastaların ortalama ± SD nativ tiyol düzeyi 559,15± 58,98 μmol/L, total tiyol düzeyi 606,83± 61,35μmol/L, disülfid düzeyi 23,83± 5,58 μmol/L ve iskemi modifiye albumin düzeyi 0,72± 0,12 ABSU idi. Kontrol hastalarında ortalama± SD nativ tiyol düzeyi 528,80± 54,45 μmol/L, total tiyol düzeyi 580,17± 63,41 μmol/L, disülfid düzeyi 25,68± 8,07 μmol/L ve iskemi modifiye albumin 0,77± 0,15 ABSU idi. Disülfid/tiyol ve disülfid/total tiyol oranları aç bırakılan hasta grubunda konrol grubuna göre daha düşüktü, ayrıca gruplar arasında oranların ortalamaları açısından anlamlı bir istatistiksel farklılık saptanmadı.
Sonuç: Kısa süre aç bırakılan çocuklarda oksidatif stres belirteçlerinin değişmediği ve dengesinin bozulmadığı görüşüne varıldı.
Keywords: açlık, çocuk, disülfid, iskemi modifiye albumin, tiyol, oksidatif stres
Research Article
Mahmut Aslan, Ünsal Özgen, Neslian Aslan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 3, pp. 303-308
ABSTRACT
Objective: One of the most common causes for acquired thrombocytopenia in childhood is immune thrombocytopenic purpura (ITP) which is an autoimmune disease characterized by decreased platelet counts and inhibition of platelet production due to antibody-mediated destruction of platelets by macrophages in the reticulo endothelial system. In this study, we aimed to compare high-dose methylprednisolone (HDMP) and intravenous immunoglobulin (IVIG) in the treatment ITP.
Materials and Methods: The medical records of 160 patients who were admitted to our Pediatric Hematology Department with the diagnosis of acute ITP between January 2010 and August 2014 were retrospectively analyzed. Treatment responses to HDMP and IVIG were compared.
Results: Of the patients, 91 (56.9%) were males. A total of 48.13% of them had a previous history of infection for one to four weeks before admission. The mean platelet count was 12.081±11.912 /mm3. A total of 105 patients received HDMP, while 55 patients received IVIG. There was no statistically significant difference in the treatment response to HDMP or IVIG on the 10th day of the treatment (p=0.732). At the end of six months, there was no significant difference between the patients receiving HDMP and IVDG in terms of progression to chronicity (p=0.468). The rate of chronicity and relapses was found to be statistically significantly higher in 15% of the patients with a bleeding time of more than 7 minute at the time of arrival (p=0.031).
Conclusion: Based on our study results, we suggest that HDMP and IVIG treatments have similar effects on disease progression to chronicity.
Keywords: Childhood, Immune Thrombocytopenic Purpura, Intravenous Immunoglobulin, Methylprednisolon
ÖZ
Amaç: Çocukluk çağında en sık görülen edinsel trombositopeni nedenlerinden birisi immün trombositopenik purpuradır. İmmün trombositopenik purpura (İTP), otoantikorla kaplı trombositlerin retiküloendotelyal sistemde doku makrofajları aracılığıyla yıkılarak dolaşımdaki trombosit sayısının azalması ve bu otoantikorların trombosit üretimini inhibe etmesi ile seyreden otoimmün bir hastalıktır. Bu çalışmada akut immün trombositopenik purpura tanısı almış hastaların dosyaları retrospektif olarak incelendi. Hastaların başvuru sırasındaki klinik özellikleri ve tedavi seçiminin etkinlikleri belirlenmeye çalışıldı.
Gereç ve Yöntemler: Hastanemiz Çocuk Hematoloji Kliniğinde, Ocak 2010 - Ağustos 2014 tarihleri arasında akut immün trombositopenik purpura tanısı alan hastalar çalışmaya dâhil edildi. Hasta dosyaları retrospektif olarak incelendi. Yüksek doz metilprednizolon ve intravenöz immunglobulin (İVİG) tedavileri alan hastaların tedaviye yanıtları karşılaştırıldı.
Bulgular: Çalışmamıza alınan hastaların 91’i (%56,9) erkek idi. Hastaların %48,13’ünde başvurudan 1-4 hafta öncesinde geçirilmiş enfeksiyon öyküsü mevcuttu. Hastaların ortalama trombosit sayısı 12081±11912 /mm3 idi. Yüz beş (%65,6) hastaya yüksek doz metilprednizolon, 55 (%34,4) hastaya İVİG tedavileri verilmişti ve tedavinin 10. gününde, tedaviye yanıt açısından istatistiksel olarak yüksek doz metilprednizolon ile intravenöz immunglobulin arasında anlamlı fark saptanmadı (p=0,732). Altı ayın sonunda yüksek doz metilprednizolon verilen hastalar ile intravenöz immunglobulin verilen hastalar arasında kronikleşme açısından anlamlı ilişki saptanmadı (p=0,468). Başvuru anında bakılan kanama zamanı 7 dakikanın üzerinde olan %15 hastanın kronikleşme gelişme oranı daha yüksek saptandı (p=0,031).
Sonuç: İmmün trombositopenik purpura çocukluk çağında sık görülen bir hastalık olup hastaların %20-30’u kronikleşmektedir. Yüksek doz metilprednizolon ile intravenöz immunglobulin tedavilerinin kronikleşme üzerine etkisi açısından aralarında fark saptanmamıştır.
Keywords: Çocukluk, İmmün Trombositopenik Purpura, İntravenöz İmmunglobulin, Metilprednizolon
Research Article
Yaşar Topal, Hatice Topal, Betül Battaloğlu İnanç
Ortadogu Tıp Derg, Volume 11, Issue 2, pp. 148-154
ABSTRACT
Aim: Dental problems in children are important health problems all over the world as well as in our country. In this study, we aimed to determine the status of regular dental health checkups and some sociodemographic characteristics in 0-14 year old children in Turkey
Material and Method: The study was conducted using data from the Turkish Statistical Institute Health Study Questionnaire 2014. Within the scope of the study, a total of 6946 individuals between 0-14 years of age were studied. Descriptive statistics were taken first in this study, which was conducted for dental control of children aged 0-6 and 7-14. In the second phase, the differences between age groups according to demographic characteristics of dental health related habits were examined.
Results: It has been determined that 82.7% of children at the age group 0-6 and 41.7% of children at the age group 7-14 are not taken to the dental control until this age. The proportion of those who are taken to the dentist for control without complaints increases with age (0-6 years: 9.9%, 7-14 years: 21.9%). In both age groups, the rate of bringing children to the dentist increases by the higher monthly income level. The rate of children, who are taken to the healthy child follow-up, brought back to the dentist for control purposes are also escalating.
Conclusion: Children are usually not brought to the dentist for dental control without having dental problems. The proportion of children brought to the dentist for routine control is as low as 1/10 of those who are taken to the dentist at the age group of 0-6. The rate of first-time dentist visit for children is increasing due to economic status of their families and the fact that they are followed up by sound child monitoring.
Keywords: children, dental health screening, tooth decay
ÖZ
Amaç: Çocuklarda ağız-diş sağlığı ile ilişkili sorunlar, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de önemli bir sağlık sorunu olarak görülmektedir. Bu çalışmada Türkiye’de 0-14 yaş grubundaki çocuklarda düzenli diş sağlığı kontrollerinin yaptırılma durumunu ve bazı sosyodemografik özelliklerle ilişkisini ortaya koymayı amaçladık
Gereç ve Yöntem: Çalışma, Türkiye İstatistik Kurumu’nun Sağlık Araştırması Anketi 2014 yılı verileri kullanılarak yapıldı. Çalışma kapsamında 0-14 yaş arasında bulunan toplam 6946 bireye ait veriler üzerinde çalışıldı. Yaşları 0-6 ve 7-14 arasında olan çocukların diş kontrollerine yönelik olarak gerçekleştirilen bu çalışmada ilk olarak tanımlayıcı istatistiksel analizle yapıldı. İkinci aşamada ise diş sağlığı ile ilgili alışkanlıkların demografik özellikler ile yaş grupları arasındaki farklılıklar incelendi.
Bulgular: Çocuklardan 0-6 yaş grubundakilerin %82,7’ünün, 7-14 yaş aralığında olanların %41,7’sinin hiç diş hekimi kontrolüne götürülmediği saptandı. Yakınma olmadan kontrol amaçlı diş hekimine başvuru oranının yaşla birlikte arttığı görüldü (0-6 yaş: % 9,9; 7-14 yaş: %21,9). Her iki yaş grubunda da aylık gelirin yükselmesi ile diş hekimine başvuru oranında artış saptandı. Sağlam çocuk izleminin yapıldığı çocuklarda, kontrol amaçlı diş hekimine başvuru oranının da yükseldiği gözlendi.
Sonuçlar: Diş hekimine başvurular arasında rutin kontrol amaçlı başvuranların oranı, 0-6 yaş grubundaki çocukların 1/10’u kadardı. Çocukların ilk defa diş hekimine getirilme oranının ailelerin ekonomik durumu ve sağlam çocuk izleminin düzenli yapılmasına bağlı olarak arttığı saptandı.
Keywords: çocuklar, diş sağlığı taraması, diş çürüğü
Letter
Selda Bülbül, Ayşegül Alpcan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 537-541
ABSTRACT
Convention on the Rights of the Child (CRC) is the most powerful tool availableto improve thewell-being of children. Civil, economic, social, cultural, and political rights of children all of which covered survival, development, protection, and participation were included in the convention. Though, participation has been the most radical element of the CRC, still children are not regarded as autonomous individuals fully entitled to enjoy their rights. Therefore, proffesionals started to give more interest on participation rights of children. In this article we represented an example of a structural component of participation approaches in a Turkish University which aimed including the youth into social work in the field of childens’ right. The main goal of the given project was to create awareness on Children’s rights among university students and to create adults globally advocating for human rights and the rights of children.
Keywords: Child, Convention on the Rights of Child, well-being of children
ÖZ
Çocuk Haklarına Dair Sözleşme, çocukların refah durumunu iyileştirmek için mevcut en güçlü araçtır. Sözleşmeye çocukların hayatta kalma, gelişme, koruma ve katılımı kapsayan sivil, ekonomik, sosyal, kültürel ve politik hakları dahil edildi. Her ne kadar katılım çocuk hakları sözleşmesinin en radikal unsuru olsa da, hala çocukların haklarından yararlanma hakları olan özerk bireyler olarak görülmemektedir. Bu nedenle profesyoneller, çocukların katılım hakları konusunda daha fazla ilgi duymaya başladı. Bu yazıda, bir Türk Üniversitesinde gençlerin sosyal çalışmalara katılmalarını sağlamayı amaçlayan yaklaşımların yapısal bir bileşenini örnek olarak sunduk. Verilen projenin temel amacı, üniversite öğrencilerinin Çocuk hakları konusunda farkındalığını oluşturmak ve tüm dünyada insan haklarını ve çocukların haklarını savunan yetişkinler oluşturmaktı.
Keywords: Çocuk, Çocuk Hakları Sözleşmesi, çocuk esenliği
Research Article
Halit Halil, Can Demir Karacan
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 460-464
ABSTRACT
Aim: Oxidative stress is defined as the imbalance in the detoxification of antioxidants and reactive oxygen products produced during cellular metabolism. The deficiency of antioxidant leads to errors in oxidative hemostasis. Reactive oxygen products make damage to the macromolecules of the cell like lipid, protein and DNA and this leads to cellular death. Oxidative stress plays role in the pathogenesis of many chronic diseases. We aimed to investigate the relationship between short period sleep deprivation and thiol disulfide parameters of oxidative stress.
Material and Method: Children between 6 months and 6 years were included in our study. Children with high fever, upper respiratory tract infection, diarrhea, vomiting, or who had any chronic infection or who use any drugs were excluded from the study. Children who were sleep deprived for more than 4 hours are assigned as the study group. Children who were not sleep deprived are assigned as the control group. Serum thiol and disulfide were calculated using the colorimetric method of Erel’s.
Results: Ninety five patients were included in the study. Fifty six (58.9%) were male and 39 (41.1%) were females. The median (IQR) age was 2.0 (2.0) year, the median (IQR) weight was 13.0 (7.0) kg. The median (IQR) period of sleeplessness was 8.0 (4.0) hours. There were no significant differences between the two groups according to serum levels of native thiol, total thiol, disülfide and disulfide/native thiol and disulfide/ total thiol and native thiol/ total thiol ratios. There was mild correlation between serum disulfide level and the sleep deprivation periods, but no statistical correlation between serum thiol levels and sleep deprivation periods.
Conclusion: We conclude that the oxidative stres hemostasis was not affected by sleeplessnes in pediatric pateints.
Keywords: Thiol, disulfide, pediatrics, oxidative stress, sleep deprivation
ÖZ
Amaç: Oksidatif stres; hücresel metabolizma sırasında oluşan reaktif oksijen türlerinin artışı ile onları detoksifiye eden, antioksidanların yetersizliği sonucu oluşan oksidatif dengenin bozulması olarak tanımlanır. Reaktif oksijen türleri hücre içi lipit, protein ve DNA gibi makromoleküllere hasar vererek hücre ölümüne neden olur. Oksidatif stres, birçok kronik hastalığın patogenezinden sorumludur. Çalışmamızın amacı kısa süre uykusuz bırakılan çocuk hastaların oksidatif stres parametrelerinden biri olan serum tiyol-disulfid düzeyini belirleyerek, uykusuzluk süreleri ile oksidatif stres arasındaki ilişkiyi araştırmaktır.
Gereç veYöntem: Yaşları altı ay ile 6 yaş arasında değişen, manyetik rezonans görüntüleme
öncesi kliniğimize başvuran çocuk hastalar çalışmaya dahil edildi. Yüksek ateş, akut solunum yolu enfeksiyonu, ishal, kusma şikayetleri olan veya majör konjenital anomalisi olan veya kronik hastalığı nedeniyle sürekli ilaç kullanan hastalar çalışmaya alınmadı. Çekim öncesi en az 4 saat uykusuz bırakılan hastalar çalışma grubu, uykusunu tam alan hastalar kontrol grubu olarak belirlendi. Serum tiyol ve disülfid düzeyleri Erel ve ark.’nın geliştirdiği yeni kolorimetrik metot ile bakıldı.
Bulgular: Toplam 95 hasta çalışmaya dahil edildi. Hastaların 56’sı (%58,9) erkek, 39’u (41,1) ise kız çocuklardı. Hastaların ortanca (IQR) yaşı 2,0 (2,0) yıl, ortanca (IQR) vücut ağırlığı 13,0 (7,0) kg idi. Manyetik rezonans görüntüleme’den önce ortanca (IQR) uykusuzluk süresi 8,0 (4,0) saat idi. Nativ tiyol, total tiyol ve disülfid serum düzeyleri uykusuz ve kontrol hastaların arasında anlamlı istatistiksel farklılık saptanmadı. Disülfid/nativ tiyol, disülfid/total tiyol ve nativ tiyol/total tiyol gruplar arasında anlamlı bir istatistiksel farklılık saptanmadı. En az dört saat uykusuz olanlarda uykusuzluk süresi ile disulfid düzeyi arasında orta derecede korelasyon saptandı. Uykusuzluk süresi ile total tiyol arasında istatistiksel olarak anlamlı korelasyon saptanmadı.
Sonuç: Kısa süre uykusuz bırakılan çocuklarda oksidatif stress dengesinin bozulmadığı kanaatindeyiz.
Keywords: Tiyol, disulfid, çocuk, oksidatif stress, uykusuzluk
Research Article
Olcay Güngör, Gülay Güngör, Can Acıpayam
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 413-416
ABSTRACT
Aim: The aim of our study is to evaluate the clinical and radiological features of children with neurofibromatosis type 1.
Material and Method: The patients who were followed up and treated with neurofibromatosis type 1 in Department of Pediatric Neurology at Sutcu Imam University between the years of 2013-2016 were retrospectively evaluated clinically and radiologically.
Results: Twenty one children were included in this study. Of those, 11 were boys and 10 were girls. Fourteen cases (28.6%) had a family history. The mean age of the children was 10.41±3.05 years. Lisch nodules were observed in 11 patients, and axillary freckling in 7 patients. There were neurofibromas in 5 cases (23.8%). Plexiform neurofibromas were not detected in any of the cases. Scoliosis was seen in 4 patients (19%). Six of the cases (28.5%) had learning difficulties.
Conclusion: Early diagnosis of NF-1 is very important to inform families about the disease and prevent treatable complications with regular follow-up of these children.
Keywords: Child, magnetic resonance imaging, neurofibromatosis type 1
ÖZ
Amaç: Çocukluk çağı nörofibromatozis tip 1 olgularımızın klinik ve radyolojik bulgularının değerlendirilmesi
Gereç ve Yöntem: 2013-2016 yılları arasında Sütçü İmam Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Nöroloji Bilim Dalı’nda nörofibromatozis tanısı ile takip ve tedavileri yapılan hastaların klinik ve radyolojij özellikleri retrospektif olarak değerlendirildi.
Bulgular: Çalışma grubuna 21 çocuk dahil edildi. Bunlardan 11’i erkek ve 10’u kızdı. Yaş ortalaması 10.41±3.05 yıl saptandı. On dört (%28,6) olguda aile öyküsü mevcuttu. On bir (%52,3) hastada Lisch nodülü ve 7 (%33,3) hastada koltukaltı çillenmesi görüldü. Olguların 5 (%23,8)’inde nörofibrom vardı. Olguların hiçbirinde pleksiform nörofibrom saptanmadı. Dört (%19) hastada skolyoz görülmüştür. Olguların 6’sında (%28,5) öğrenme güçlüğü vardı.
Sonuç: Nörofibromatozis tip 1’in erken tanısı; ailelerin hastalık hakkında bilgilendirilmesi ve bu çocukların düzenli klinik takibi ile tedavi edilebilir komplikasyonları önlemek açısından çok önemlidir.
Keywords: Çocuk, manyetik rezonans görüntüleme, nörofibromatozis tip 1
Research Article
Mehmet Yaşar Özkars, Serkan Kırık
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 4, pp. 403-406
ABSTRACT
Aim: The alternative therapy methods that have been in use for thousands of years in the asthma and still used with
pharmacological treatments used in modern times. In this study, we aimed to investigate which products/materials
are used in Complementary and Alternative Therapy (CAT) in asthma treatment in our region.
Material and Method: 155 children (66 female, 89 male) who were admitted to the Pediatric Allergy Clinic were
enrolled in this study. Mothers of children with asthma were asked whether they used CAT methods for their child.
In addition, the education level of the mothers and income rate of the family were also determined by questions.
Results: The educational status of the mothers of 35 patients who did not use CAT; 28,6% primary school and
42,9% mothers were university graduates. The educational status of mother of 120 patients using CAT; 35% of
mothers were primary school and 25% of mothers were college graduates. Family income status of 35 patients not
using CAT; 17,1% were low, 14,3% were middle and 68,6% were high income. When the family income status of
120 patients using CAT is examined; 10% patients were low, 15% were middle, and 75% had upper income levels.
No statistically significant difference was found between mother education level or family income level and the use
of CAT methods in asthma. The most commonly used method of CAT was honey. Then molasses, goat horn, molasses,
cucumber oil, olive oil, mint and lemon were coming in order.
Conclusion: As with all other chronic diseases in asthma, the use of CAT still used widespread worldwide. For this
reason, we think that physicians need to research and learn more about TAT applications.
Keywords: Asthma, child, alternative therapy
ÖZ
Amaç: Astım tedavisinde binlerce yıldır kullanılmakta olan tedaviler, modern çağda kullanılan farmakolojik tedavilerle birlikte kullanılmaya devam etmektedir. Amacımız bölgemizde astım tedavisinde Tamamlayıcı ve Alternatif Tedavide (TAT) nelerin kullanılmakta olduğunu araştırmaktır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamız Çocuk Alerji Polikliniğine gelen 155 (Kadın 66, Erkek 89) astımlı hastada yapılmıştır. Astımlı hastaların annelerine TAT yöntemleri kullanıp kullanmadıkları sorulmuştur. Ayrıca annelerin eğitim durumu ve ailenin gelir düzeyi de sorularla tespit edilmiştir.
Bulgular: Hastalarımızın 120’si astım tedavisinde TAT yöntemleri kullanırken 35 hastamız TAT yöntemlerini kullanmamaktaydı. TAT kullanmayan 35 hastanın annesinin eğitim durumu; %28,6 ilkokul ve %42,9 anne ise üniversite mezunu idi. TAT kullanan 120 hastanın annesinin eğitim durumu; %35 anne ilkokul ve %25 anne de üniversite mezunu idi. TAT kullanmayan 35 hastanın aile gelir durumu; %17,1 hasta düşük, %14,3 hasta orta ve %68,6 hasta üst gelir düzeyine sahipti. TAT kullanan 120 hastanın aile gelir durumu incelendiğinde; %10 hasta düşük, %15 hasta orta ve %75 hasta üst gelir düzeyine sahipti. Anne eğitim durumu veya aile gelir düzeyi ile astımda TAT yöntemleri kullanımı arasında istatistiksel olarak anlamlı bir fark tespit edilemedi. En fazla kullanılan TAT yöntemi baldı. Sonra sırasıyla pekmez, keçi boynozu, andız pekmezi, çörekotu yağı, zeytin yağı, nane ve limon gelmekteydi.
Sonuçlar: Astımda tüm diğer kronik hastalıklar gibi, dünya genelinde yaygın bir şekilde TAT kullanımı devam etmektedir. Bu nedenle biz hekimlerin TAT uygulamaları hakkında daha çok araştırma yapmaya ve bilgi edinmeye ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz.
Keywords: Astım, çocuk, alternatif tedavi
Research Article
Derya Aydın şahin
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 3, pp. 356-360
ABSTRACT
Aim: Congenital heart disease is the most common congenital anomaly in newborns. The aim of this study is to evaluate the congenital heart disease in newborns referred to the pediatric cardiology outpatient clinics.
Material and Method: A total of 607 patients admitted to the Pediatric Cardiology Outpatient Clinics between March 2017 and June 2018 during the first 30 days of life were evaluated retrospectively. Electrocardiogram was performed on all newborns. The cardiovascular system examination, electrocardiogram evaluation and echocardiography were performed to all newborns.
Results: 271 (44.6%) of the patients were female. The mean age and weight was 12.25±8.93 days (0-30 days) and 3.57 ± 0.64 kg (1.85-6.0), respectively. The most frequent presenting cause was murmur. 19 of the patients have congenital anomaly. The most frequently detected anomaly was Down syndrome. Echocardiographic evaluation showed no abnormal findings in 168 (27.7%) of the patients. The most common congenital heart disease was atrial septal defect and secondly ventricular septal defect.
Conclusion: Echocardiographic examination was normal in most of the patients. The most frequent presenting cause was murmur. Echocardiographic examination should be performed on patients suspected of having congenital heart disease because the patients may have any different findings and symptoms during neonatal period. Early cardiologic evaluation is very important in the early diagnosis and treatment of congenital heart diseases.
Keywords: Pediatric cardiology outpatient clinics, echocardiography, congenital heart disease, newborn
ÖZ
Amaç: Doğumsal kalp hastalığı yenidoğanlarda en sık görülen doğumsal anomalidir. Çalışmamızın amacı çocuk kardiyoloji polikliniğine başvuran yenidoğan dönemindeki olguları doğumsal kalp hastalığı yönünden değerlendirmektir.
Gereç ve Yöntem: Mart 2017- Haziran 2018 tarihleri arasında çocuk kardiyoloji polikliniğine yaşamın ilk 30 gününde başvuran 607 vaka geriye dönük olarak değerlendirildi. Tüm olgulara elektrokardiyogram çekildi. Kardiyovasküler sistem muayenesi, Elektrokardiyogram değerlendirilmesi ve ekokardiyografi yapıldı.
Bulgular: Olguların 271'si (%44,6) kız idi. Ortalama yaşı 12,25±8,93 gün (0-30gün) ve kilosu 3,57±0,64 kg (1,85-6,0) idi. En sık başvuru nedeni üfürüm idi. Hastaların 19'unda ek anomali mevcuttu, en sık saptanan anomali ise Down sendromu idi. Ekokardiyografik değerlendirmede hastaların 168’inde (%27,7) herhangi bir anormal bulguya saptanmadı. En sık tespit edilen doğumsal kalp hastalığı atriyal septal defekt idi, ikinci sıklıkta ise ventriküler septal defekt idi.
Sonuç: Çocuk kardiyoloji polikliniğine en sık başvuru nedeni üfürüm olup olguların çoğunun ekokardiyografisi normal idi. Yenidoğan döneminde doğumsal kalp hastalığı bulguları farklılık gösterebileceği ve hatta hiçbir bulgu vermeyebileceği için şüphe duyulan hastalarda mutlaka ekokardiyografik inceleme yapılmalıdır. Erken kardiyolojik değerlendirme kalp hastalıklarının erken tanı ve tedavisinde çok önemlidir.
Keywords: Çocuk kardiyoloji polikliniği, ekokardiyografi, doğumsal kalp hastalığı, yenidoğan
Research Article
Yaşar Topal, Yasemin Balcı, Melike Erbaş
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 2, pp. 135-141
ABSTRACT
Aim: In this study, it was aimed to evaluate cases of children aged 18 years or younger who applied for forensic report due to sexual abuse.
Material and Method: We retrospectively reviewed the reports of those who were younger than 18 years old, who were referred to our center between 01 June 2012 and 31 December 2014 for sexual abuse. In addition to the demographic data such as age and gender, the results of the examinations were evaluated with respect to the aggressor's degree of proximity to the victim, the scene of the incident, the period of time during which the report was requested, the period between the event date and first examination.
Results: In our study, 240 (62.0%) of 387 cases brought to sexual exploitation were children. 85.4% of the cases were female, 14.6% were male, 97.1% were citizens of Republic of Turkey (TC) and 2.9% were foreign nationals. Of the total children, 45.4% were adolescents aged between 13 and 15 years. Of these, 26.3% of the suspects were male friends, lovers, fiancées, spouses, 20.5% were blood relatives and non-relatives. In 62.9% of the children, the event occurred in houses and annexes. In 31.6% of the cases, the time from the sexual assault to the last examination time was between 3 months and 1 year, 19% of the cases were found to be longer than 1 year. Abnormalities occurred in 50.6% of the cases between May-August, 23.8% of them were examined in the first 72 hours after the injury and 57.9% of them were examined at the Forensic Medicine Department.
Conclusion: It is striking that victims are delayed after complaints; for this reason it is generally necessary to create awareness in the whole society, to make informed and educated studies for the purpose of bringing up the descendents without loss, and to evaluate the cases with a multidisciplinary approach.
Keywords: Children, sexual abuse, Muğla
ÖZ
Amaç: Bu çalışmada, cinsel istismar nedeniyle adli rapor istemi ile başvuran 18 yaş ve altındaki çocuk olguların değerlendirilmesi amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Merkezimize, 01 Haziran 2012 - 31 Aralık 2014 tarihleri arasında cinsel istismar nedeniyle baş- vuran olgulardan, 18 yaşından küçük olanların raporları retrospektif olarak incelendi. Olguların, yaş ve cinsiyet gibi demografik verilerinin yanı sıra, saldırganın mağdura yakınlık derecesi, olay yeri, hangi konularda rapor istendiği, olay tarihi ile ilk muayenesi ve birimimizdeki muayenesi arasında geçen süreler ile muayene sonuçları değerlendirilmiştir.
Bulgular: Cinsel istismar nedeniyle getirilen 387 olgunun 240’ı (%62,0) çocuktu. Olguların %85,4’ü kız, %14,6’sı erkek, %97,1’i Türkiye Cumhuriyeti (TC) vatandaşı, %2,9’u yabancı uyruklu idi. Toplam çocuk olguların % 45,4’ü 13-15 yaş arasındaki ergenlerdi. Bunlardan %26,3’ünde şüpheli saldırganlar erkek arkadaş, sevgili, nişanlı, eş gibi kişilerken, %20,5’inde kan bağı olan ve olmayan akrabalardı. Çocukların %62,9’unda olay ev ve eklentilerinde gerçekleşmişti. Olguların %31,6’sında cinsel saldırı olayının gerçekleştiği andan son yapılan muayene zamanına kadar geçen süre 3 ay ile 1 yıl arasında olup %19’unda bu sürenin 1 yıldan uzun olduğu saptanmıştır. İstismar, olguların
%50,6’sında Mayıs-Ağustos ayları arasında meydana gelirken, %23,8’i olaydan sonraki ilk 72 saat içinde muayene edilebilmiş, bunların da % 57,9’u Adli Tıp Şube Müdürlüğü’nde muayene edilmiştir.
Sonuç: Mağdurların, olay sonrası şikâyet sürelerinin gecikmesi dikkat çekicidir; bu sebeple genel olarak tüm toplumda, bu konuda farkındalılık yaratmak, delliller kaybolmadan getirilmeleri amacıyla bilgilendirme ve eğitim çalışmalarının yapılması ve multidisipliner bir yaklaşımla olguların değerlendirilmesi gerekmektedir.
Keywords: Çocuklar, cinsel istismar, Muğla
Research Article
Yaşar Topal
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 1, pp. 26-33
ABSTRACT
Aim: The aim of this study was to investigate the epidemiological characteristics of urinary track infections, its frequency of complaints, reproductive microorganisms and antibiotic resistance of these microorganisms.
Material and Method: Our study was carried out on 221 patients who were admitted to the hospital in a 6 month period and who were identified as UTI at the admission. The complete urine examinations and urine samples for urine culture were taken before the patients who were suspected to UTI, symptoms, and physical examination and PSA. Antibiotic susceptibilities were tested by using antibiotic discs in grown cultured. Colony-forming unit (cFU / ml) of milliliter was evaluated as positive for overproduction. Patient recurrent ultrasonography (USG) and voiding cystourethrography (VCUG) were withdrawn. Scars were investigated by drawing DMSA scintigraphy in patients with reflux in VCUG.
Results: In this study, 109 of patients (49%) were male and 112 of (51%) were female. A significant increase was detected in girls with age increases. Similarly, the number of patients hospitalized in parallel with the increase of age was found to decrease gradually. The significant decrease at the proportion of patients with age was found . Similarly, the number of patients decrease in contrast to age increase. According to the complaints of the patients, the proportion of specific complaints such as abdominal pain, frequent urination, and dizziness increased by age. E. coli is the most common microorganism in policlinic patients whereas Klebsiella spp, is the most common pathogen (48.5%) in hospitalized patients. Klebsiella (48.5%), E. coli (30,9%) and proteus spp, (27%) were the most common pathogens in the inpatients, whereas E. coli (69%), (69%), Proteus spp (12.5%) and Klebsiella spp (9.6%) in the outpatient.
Conclusions: In our study, young children (0-2 years) were found to be at greater risk for urinary tract infection, reduction in the proportion of patients who need to be treated on an inpatient basis, and the number of men with urinary tract infections is decreasing, a decrease in the proportion of girls is found to be important There is no significant increase in antibiotic resistance according to current data.
Keywords: Children, infection, urinary tract, antibiotic resistance
ÖZ
Amaç: Çalışmadaki amacımız, idrar yolu enfeksiyonu (İYE) olan hastaların epidemiyolojik özellikleri, yakınmaların sıklığı, üreyen mikroorganizmalar ve bu mikroorganizmaların antibiyotik dirençlerinin araştırılması amaçlanmıştır.
Gereç ve Yöntem: Çalışmamız, 6 aylık bir dönemde hastaneye başvuran ve İYE saptananlarla bu sürede yatan ve yatışı sırasında İYE saptanan 221 olgu üzerinde yapılmıştır. Anamnez, semptomlar ve fizik muayene bulguları ile İYE düşünülen hastalardan önce tam idrar tetkiki ve idrar kültürü için idrar örneği alındı. Üreme saptanan kültürlerde antibiyotik diskleri kullanılarak antibiyotik duyarlılıkları test edildi. Mililitrede 105 coloni forming unite (cFU/ml)’den fazla üreme olması pozitif olarak değerlendirildi. Tekrarlayan İYE saptanan hastalara ultrasonografi (USG) ve voiding sistoüretrografi (VCUG) çekildi. VCUG’de reflü saptanan hastalara DMSA sintigrafi çekilerek skar araştırıldı.
Bulgular: Yaşları 0-15 arasında değişen hastaların, 109 (%49)’u erkek 112 (%51)'si kızdı. Yaşın artışı ile birlikte kızların oranında anlamlı bir artış saptandı. Benzer şekilde yaşın artışına parelel olarak yatan hasta sayısının da giderek azaldığı görüldü. Yaşla beraber yatan hasta oranında azalma anlamlı bulundu. Yaşın artışı ile birlikte, karın ağrısı, sık idrara çıkma, dizüri gibi spesifik yakınmaların oranının da arttığı saptandı. Poliklinik hastalarında E.coli en sık görülen mikroorganizma olmasına karşılık, yatan hastalarda klebsiella en sık görülen (%48,5) patojen olarak saptanmıştır. Yatan hastalarda en sık üreyen patojenler sırasıyla klebsiella (%48,5), E. coli (%30,9), proteus (%27) iken; poliklinik hastalarında E. coli (%69), proteus (%12,5) ve klebsiella (%9,6) olmuştur.
Sonuçlar: Çalışmamızda, küçük çocukların (0-2 yaş) İYE açısından daha fazla risk altında oldukları, yaşın artışı ile yatarak tedavi görmesi gereken hasta oranının azalması ve İYE olan erkeklerin sayısı azalırken; kız çocukların oranında azalma olması önemli bulunmuştur. Günümüz verilerine göre antibiotik dirençlerinde anlamlı olabilecek bir artış olmadığı görülmüştür.
Keywords: Çocuklar, enfeksiyon, idrar yolu, antibiyotik direnci
Research Article
Metin Gündüz
Ortadogu Tıp Derg, Volume 10, Issue 1, pp. 34-37
ABSTRACT
Aim: Anogenital trauma occurs due to accidents or sexual abuse. We aimed to evaluate the features of injury and management of accidental anogenital trauma in children.
Material and Methods: This retrospective study was carried out using data of patients those admitted to Selcuk University Medical Faculty Department of Pediatric Surgery between November 2011 and December 2017. Clinical data, including age, sex of the patient, how trauma happened, clinical findingd and treatment were evaluated.
Results: In this period 10 patients including 6 female and 4 male patients were treated. Mean age was 7.6 year. The etiology of trauma was straddle injuries including 5 bicycles, 2 tree and 1 while runnig, 1 fall onto an object and a motor vehicle accident. Laceration, abrasion or tissue defect in labim majus, laceration in anal sphincter,and rectal mucosa, laceration in scrotum, laceration in perineum and abrasion in glans penis were the findings. Non-operative and operative treatment including primary repair, sphincteroplasty, perineoplasty, anoplasty, and colostomy were performed.
Conclusion: In children most common cause of anogenital trauma is straddle injuries includin bicycle. For managing treatment evaluation under general anesthesia should be done.
Keywords: children, injury, anogenital trauma
ÖZ
Amaç: Anogenital travmalar çocuklarda kaza ya da istismar nedeniyle görülmektedir. Kaza sonucu yaralanan hastaların yaralanma özellikleri ve tedavi biçimlerinin değerlendirilmesi amaçlandı.
Gereç ve Yöntemler: Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Cerrahisi Kliniği’nde Kasım 2011- Aralık 2017 arasında anogenital travma nedeniyle tedavi edilen hastaların dosyaları retrospektif olarak tarandı. Hastaların yaş, cinsiyet, travmanın oluş şekli, bulgular ve tedavileri değerlendirildi.
Bulgular: Belirtilen tarihler arasında 6 kız 4 erkek olmak üzere toplam 10 hasta anogenital travma nedeniyle kliniğimizde tedavi edildi. Hastaların yaş ortalaması 7.6 olarak saptandı. 5 hasta bisikletten düşme, 2 hasta ağaçtan düşme, 1 hasta koşarken düşme, 1 hasta yüksekten atlama ve 1 hasta da araç dışı trafik kazası nedeniyle tedavi edildi. Labium majusta laserasyon, abrazyon veya doku defekti, anal sfinkterde laserasyon, rektal mukozada laserasyon, skrotal ciltte laserasyon, perineal laserasyon ve doku defekti ile glans peniste doku defekti görüldü. Hastalar medikal tedavi ile birlikte, primer onarım, sfinkteroplasti, perineoplasti, anoplasti ve kolostomi uygulandı.
Sonuçlar: Çocuklarda anogenital travmanın en sık nedeni bisikletten düşme olarak görülmüş olup uygun tedavi genel anestezi altında yapılacak muayene bulgularına göre değişmektedir.
Keywords: çocuk, kaza, anogenital travma
Review
Ayşegül Alpcan, Ayça Törel Ergür, Serkan Tursun
Ortadogu Tıp Derg, Volume 9, Issue 1, pp. 34-38
ABSTRACT
Thyroid hormones have an important role on the central nervous system, growth, development, body temperature regulation, metabolism of lipid, carbohydrate and energy, musculoskeletal system. The other hand, it has a different importance for its role in the myelinization of the central nervous system during the childhood period. Subclinical hypothyroidism (SH), is diagnosed when peripheral thyroid hormone levels are within normal reference laboratory range but serum thyroid-stimulating hormone levels are mildly elevated. Prevalance of subclinical hypothyroidism in chilhood is seen about %2. The majority of its etiology is due to the autoimmune thyroiditis and iodine deficiency. It is important to diagnose and treat the asymptomatic cases in a timely manner. Thyroxin treatment should be started if goiter, growth velocity is slowed down, decline in school success, negativism, depression, obesity, refractory iron deficiency anemia dyslipidemia, bone age retardation.
Keywords: Childhood, subclinical hypothroidism
ÖZ
Tiroid hormonları; santral sinir sistemi gelişimi, büyüme, gelişme, vücut ısısı regülasyonu, lipit, karbonhidrat ve enerji metabolizması, iskelet sistemi üzerinde önemli role sahiptir. Diğer yönden çocukluk çağında santral sinir sistemi myelinizasyonunda görevli olduğu için önemi farklıdır. Subklinik hipotiroidi, serum tiroid stimulan hormon seviyesinin orta düzeyde artması ile birlikte serum tiroid hormon seviyelerinin normal referans laboratuvar aralığında olmasıdır. Çocuklarda %2 oranında görülmektedir. Etiyolojisinin büyük bir kısmını otoimmün tiroidit ve iyot eksikliği oluşturmaktadır. Asemptomatik olguların zamanında tanımlanması ve tedavisi önemlidir. Olgularda guatr, büyüme-gelişme geriliği veya duraksaması, ders başarısında azalma, negativizm, depresyon, obezite, demir eksikliği anemisi, dislipidemi, kemik yaşı geriliğinde levotiroksin tedavisi başlanması uygundur.
Keywords: Çocukluk çağı, subklinik hipotiroidizm